Ramazan YAZÇİÇEK

28 Şubat 2022

MUHAFAZAKÂR DİNDARLIK ÜZERİNE MÜLÂHAZALAR

-Türkiye Toplumu Muhafazakârlığına Eleştirel Bir Bakış-

Özet:Giriş bölümü ile başlayan yazı, iki bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde, modern dönemde Müslümanca duruşun imkânı Musa (as) örnekliği üzerinden değerlendirilmiştir. ‘Muhafazakârlık’ kavramının incelendiği ikinci bölümde, Türkiye toplumunun giderek sekülerleştiği iddiası ile son dönemde daha fazla muhafazakârlaşıp dindarlaştığı yönündeki farklı söylemler tartışılmıştır. Çalışmada, ‘muhafazakârlık’ ve ‘dindarlık’ kavramlarının ‘İslâm’ ve ‘Müslüman’ kimlikle ilişkisi illiyet (nedensellik) yönüyle incelenmiştir. Yazı, Müslüman kimliğin izzetini korumanın ânın vacibi olduğuna dikkatin çekildiği sonuç bölümü ile tamamlanmıştır.

Anahtar Kavramlar: Muhafazakârlık, dindar, Türkiye toplumu, İslâm.

Giriş

Modern insan arayış içindedir. Gâye yokluğu yaşayan, ölüm gerçeğiyle yüzleşmekten kaçan günümüz insanı, boşluk, ânlık hazların doyurulduğu hiççi (nihilist)krize mâruzdur. Anlam, sorumluluk ve aidiyet sunamayan ideolojiler, insanlığın ifsâdına fidelik vazifesi görmektedir. Vahim gerçek, ruhların açlığı, ruhların sefâleti, ruhların yorgunluğudur. Bu yorgunluğun sebebi sadece modern müfsidlik değildir kuşkusuz. Yoran ve ruhu açlığa mahkûm eden asıl sebep, modern olanla beraber insanlığın devraldığı muharref atalar yolu mirasıdır.

Modernitenin dayattığı yaşam tarzı, tüketim tarikatına dönüşen günümüz gerçekliğini doğurmuştur. Tüketimmüritleri sayesinde ayakta duran sistemler, imajlarınıanti-tezlerini üreterek yenilemekte. Yorgun düşüren bu süreçte Müslüman muhayyile de payına düşeni almıştır. Muharref geleneğin devam ettiği, modernist saptırıcıların ayağa kalktığı bir vasatta toplumsal ifsâd ve tahrife karşı her zamankinden daha fazla uyanık olunmalıdır. Müslümanlar, "İnsanın dişine en çok zarar veren taşın, pirince en fazla benzeyen taş" olduğu gerçeğini unutmamalıdır. Kezâ yiten sadece anlam/değer değildir bugün; anlama ulaştıracak harita yitirilmiş, rota değişmiştir. Bu anlayışla gidilen yol da dönülen yön de kurtuluşun kendisinde olduğu İslâm değildir artık.

Nefes nefese yaşanan olaylar, her gün her ân değişen gündemler, can yakıcı şahitlikler yarın olmadan unutulmakta, yerini farklı popüler gündemlere bırakmaktadır. Güncel konular herkes tarafından yeterince konuşulmakta, doğru-yanlış söylence üzerinden kıymetlendirme anaforu yaşanmaktadır. Ne ki meseleler İslâmî zâviyeden değerlendirilmediği, gündem İslâm düşüncesi ekseninde anlamlandırılmadığı sürece sadra şifâ yol alınamayacaktır.

Biz Müslümanlar için değişmeyen aslî gündem vardır, o da Rabbimize karşı kulluğumuzdur. Yanlış değerlendirmeler, akıntıya kapılarak medyanın kirli bilgisinin zebunu olmayı kaçınılmaz kılmıştır Allah’ın bak dediği yerden bakmanın yerini Allah’ın razı olmayacağı yönelimler yer yer İslâm’la makyajlanmış ideolojiler almış; bakışlara renk vermesi gereken aslî unsur, İslâm dışı kanaatlerle yer değiştirip saf zihinler ifsâd olmuştur. Hak sözü söyleyenlerin kınandığı, kınanması gerekenlerinse öykünmeci bir zilletle istihzâ eder olduğu ahvâl egemendir.

Dün, göz açıp kapayıncaya kadar nasıl gelip geçtiyse bugünler de geçecektir. Âyet-i Kerîme’de, "İşte bu, (geleceği) kesin olan gündür. O halde artık isteyen kendisini rabbine götürecek bir yol tutsun."[1] buyurulmaktadır. Bir hadiste, “Her gelecek yakındır. Gelecek olana uzaklık yoktur. Allah kimsenin acelesi için acele etmez. İnsanların işini de hafife almaz. İnsanların dilediği değil, Allah’ın dilediği olur.”[2] denilmektedir.

 

  1. İmtihan ve Sırat-ı Müstakim

Müslümanlar tarihin hemen her döneminde farklı sorunlarla imtihan olmuşlardır. Küfür/câhiliye ayartıcı görünürlüğüyle ifsâd ederken,İlâhî mesajın özünde bir değişim olmadığı gibi mahiyete dayalı mücadele metodunda da bir değişiklik olmamıştır. Câhiliye, İslâm’a zıt; Kur’ân’ın öngördüğü inanç ve yaşam tarzına muhalif olan her anlayıştır. Dolayısıyla İslâm toplumunun dışında kalan her çeşit toplum câhiliye toplumudur. Câhiliye, yalnız başına Allah’a kul olma esasına dayanmayan, İslâm’a samimiyetle bağlanmayan her toplumun adıdır. Burada belirleyici olan özellik kulluk, itikadî düşünce, ibadet şekilleri ve kanunî hükümlerde ortaya çıkar. Câhiliye[3] Müslüman için her dönemde risk iken, bugün kriz bir üst sıkıntıya taşınmış ve şimdilerde felâkete dönüşmüştür. Câhiliye, hükümranlığı beşere vermekle savaşlar, göçler, yetersiz beslenme, salgınlar, madde ve teknoloji bağımlılığı, çevrenin tahribi yansımalarıyla evrensel boyut kazandı. Nesli ve ekini ifsâdla câhiliye, bütün insanlığı kasıp kavurmaktadır. Bu hususun doğru anlaşılması yazı boyunca diğer konuların da doğru anlaşılmasını sağlayacaktır.

Yüzleştiğimiz imtihanlar tercihimiz olmasa da imtihan karşısında nasıl davrandığımız bizim sorumluluğumuzdur. Kulluk sınavı tam da bu olsa gerek. Bazen nimetlere mazhar olur, bazen de sıkıntılara mâruz kalırız. Daha zorlu imtihanlar vardır, derdi dâvâ olanların yaşamında. Kezâ beşer sorumluluklarını dert edindiği oranda insandır. Ve İslâm, salt manevî inanç ve kutsallardan ibaret bir din olmayıp toplumsal sorumlulukları öngören, şahitlik isteyen bir dindir. Maslahattan mefsedete sürüklenme; mefsedeti maslahat sanma; günahların kuşattığı insanların fesâdı salah diye savunusuna şahit olma… Şimdilerde yaşanan zorlu imtihandır.

Rasûlullah (as): “Yavaş olunuz ey insanlar! Sizden önceki ümmetler Peygamberlerine muhalefet etmeleri ve kitapların bir kısmını diğer kısmına çarpıştırmaları yüzünden helâk edildiler. Şüphesiz Kur’ân bir kısmı diğerini yalanlamak üzere inmemiştir. Bilakis bir kısmı diğerini doğrular şekilde inmiştir.”[4]buyurmuştur. Bugün yaşanan problem daha ziyâde ilmin kaybolması, bilgisizliğin ilme galip gelmesi üzerinden sürmektedir. Kitabın bir bölümüne îman edilirken diğer bölümü terk edilmekte; Rubûbiyetiyle ikrar edilen Allah (cc), Ulûhiyetinde inkâr edilebilmektedir.İlmin istikâmeti değişmiş, anlam, amaç ironik bir şekilde sekülerleşmiştir. Hakkı tutup kaldıranların kınandığı, zorluklara karşı sebat edenlerin tahfif edildiği her vasatta, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol![5] buyurulmaktadır. Peygamber’in (as), yol/dâvâ arkadaşına teselli için söylediği “Lâ tahzen, innallahe meanâ” (Üzülme, Allah bizimledir.) ifadesi, tevekkülü, direnişi ve sebatı hatırlatırken şimdilerde bir başka anlam yüküne sahiptir.

 

1. a. Modern Dönemde Musa Olmak

Bugün baskın yaşam tarzı Batı modernitesi eliyle inşâ edilmişse de, neslin ve ekinin tahrip ve tahrifi geleneksel ve modern câhiliye eliyle gerçekleşmiştir. Burada muhafazakârlık senkretik karakteriyle merkezi role sahiptir Modern dönemde muhtelif hinliklerle kuşatılan Müslümanlar, Protestan din anlayışına sevk edilmek istenmektedir. İslâm’ın büyük anlatılara karşılık gelen kavramları farklı zaman ve mekânlarda tüketilip ideoloji derekesine indirilmiştir. Oysa ideolojiler ardı ardına tarihin çöplüğünde yerini alırken İslâm, zaman-mekân aşkın mesajıyla “Buradayım!” demektedir.

Demokrasinin minnetleri, liberalizmin küfrü, şimdilerde ümmetin üzerine kâbus gibi çökmüş. Firavun, Musa’ya kahırla minnet ettiğinde Musa (as) “O nimet diye başıma kaktığın ise, (aslında) İsrailoğullarını kendine kul köle etmendir.”[6] diyordu. Bugün sistemlerin nimet diye başa kaktıkları, Firavunun İsrailoğullarını köleleştirme hikâyesinden farklı değildir aslında. Kimileri, demokrasi oyunu içerisinde ilkelerini küçük menfaatlere fedâ ederken, kimilerinde ise hasbîliğin yerini hesabîlik aldı. Muhafazakâr dindarlar ve hatta kimi tevhidî söylem sahipleri bile, İslâm'ın büyük anlatılarını dünyalık küçük menfaatlere fedâ ettiler.Bir menfaat hürmetine fedâyı din/ilke zekilik/mârifet olarak görülür oldu. Unuttukları gerçek ise, zekânın tek başına menfaate, akletmenin ise hakîkate vardırır olduğu idi.

Batılı değerlerin diğer Müslüman toplumlara aktarımında Türkiye manivela görevi üstlendi. Batı’nın, “tavşan kaç tazı tut” çok yüzlü hilesine muhatap Türkiye, laik-demokratik sistemi ile diğer Müslüman toplumlar için sözü dinlenmesi gereken ağabey olarak konumlandı. Gözlerin üzerinden ayrılmadığı Türkiye, her fırsatta “laiklikten uzaklaşan, laikliği ihlâl eden, gerici güç” ithamı altında tutulurken başka toplumlara ise laiklik ihracı için kırbaçlandı. Bilinen şu ki, Batı için Türkiye vazgeçilmez değerdedir. NATO için Türkiye'nin değeri laiklik ve NATO'nun askeri gücü olmasındandır.

Batı ve dolayısıyla Cumhuriyet’in kurucu aklı, ilgili kriterleri sürdürebilme açısından muhafazakâr yaşam tarzını en uyumlu sosyoloji olarak görmektedir. Küresel ölçekte gündeme getirilen ve Türkiye’den de peşi sıra takip edilen çoğulculuk anlayışı da siyasî ve dinî farklılıkları meşrûlaştırma gayretiyle muhafazakâr anlayışı elzem görmektedir. Burada çoğulculukla muhafazakârlığın örtüşüyor olması, Türkiye muhafazakârlığının sanılanın aksine farklı dinî ve kültürel yaşam tarzlarını absorbe edebiliyor olmasındandır. Meselelere İslâmî zeminden bakılmadığı için, “ne söylersen gider” anlayışına dayalı post-modern söylemler rahatlıkla karşılık bulmaktadır. Süreçte, post-modern izafilik güce eklemlenince her şey çığırından çıktı. Aktüel dindarlığa renk veren din anlayışı, sağlam İslâmî temeller üzerine bina edilmediğinden, muhafazakâr faydacı anlayışlar dindarlıkta hükümferma oldu.

Türkiye'nin sosyo-politik düzeni sahip olduğu laikliğe Müslüman oluşunu dâhil etmeye çalışıyor. Bu eklemleme çabası önümüzdeki on yılların en önemli siyaset belirleyicisi olacaktır. Türkiye'nin yakın geleceğinde dini tümden dışlayan veya dine soğuk bakan siyasî oluşumlardan öte sosyolojik olarak din, bir olgu olarak sisteme marjinalleşmeden nasıl ve hangi düzeyde entegre edilecek, dinin hangi anlayışa, idrake göre entegre edilmesi mümkün olacak, hangi din anlayışı Türkiye'nin iç bütünleşmesine, laik-demokrat karakterine ve uluslararası platformda avantaj sağlayan bir dış politika unsuru olarak ele alınmasını sağlayacak?[7]

İktidar erki, liberal-demokratik dönüşümü muhafazakâr sınıfların dönüşüm ve yenilenmesi üzerinden yürütmektedir. Burada taşıyıcı zümre muhafazakârlardır. Onlar, siyasaldan soyutlanmış, kültürel/folklorik alana hapsedilmiş İslâm’ı tercihle, ed-din olan İslâm’a yol vermeme; yaşamın dışında tutma, bariyer olma vazifesi üstlenmiştir. Gelinen noktada, milliyetçi-muhafazakâr söylemin sahada ağırlık kazanmasıyla birlikte dine biçilen dolgu malzemesi rolü de dinamik olarak değişmektedir. Burada, herkesi memnun edecek “Yesak” misli bir formülasyona mı gidilecek? Görünen o ki, laik-demokratik seküler siyasetin selâmeti için, dinin(!) kullanım biçimi her ân yön değiştirebilecektir.

Tarihin farklı evrelerinin tanıklığı, hakkın batıla galibiyetinin şahididir. Değişim, Sünnetullah cihetiyle haktır ve yakındır. İnsanlık büyük muştunun sancısını çekiyor. Gelenek ve modernliğin miadını doldurduğu, geleceğin İslâmî tercihlere gebe olduğu dönemin arifesindeyiz. Beklenen büyük inkılap batılın her nev’îne yönelik kurtuluşu (felâhı) müjdeliyor. Laik anlayışlarla örselenmiş din, yeniden fark edilmenin eşiğindedir. Ancak tercihe namzet din, gelenek veya modernlik olmadığı gibi muhafazakâr dindarların yaşadığı din de değildir. Mahzâ hakîkat, hayatın öznesi olan İslâm’ın kendisidir. Küresel ve yerel istikbarın aktüel söylemlerinde unuttuğu gerçek, tükenenin İslâm olmadığı; devşirip evcilleştirdikleri, kendilerine benzettikleri, Protestan dine talip insanların olduğudur.

İslâm, îmanın konusudur. Kezâ îman, cüz’î kabul olmayıp küllî teslimiyettir. İslâm’ın bu özelliğini bilen Batı, onu inkâr etmeden dönüştürmenin çabasındadır. Özellikle son iki yüz yıldır batıcılık dayatılırken, şimdilerde küfür ve inkâr daha sofistike hinlikle toplumlara zerk edilmektedir. Damıtılarak zerk edilen batıcılık, varlığın modern talepler doğrultusunda yorumlanması, Kur’ân naslarının o yönde tev’ile tabi tutulması, Nebevî Sünnet’in tahfif ve tahkire konu edilmesi, oryantalizmin devam edegelen hinliğiyle uygulanmaktadır. Bilginin şiddet vasıtası kılınması akademiya eliyle yapılmakta; “başarı” fenomeni üzerinden her yolu mubah görme pragmatizmi, kutsanan akılcılık üzerinden harlamaktadır.

Nübüvvet tarihi boyunca îman-küfür mücadelesi, tevhid-inkâr düzleminde değil, tevhid-şirk ekseninde yaşanmıştır. Şirk, kendince inanan insanın batıl din anlayışı; hakkın bâtıl ile karıştırılması, gerçeğin örtülmesidir. “Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edemediler”[8] Şirk temelli inançların muhatabını ayartması, zehrin altın kâsede sunulmuş olmasından; şirkin yanına İslâm’dan kırıntıların da şahit konmasındandır. Dolayısıyla kök cevap için kök sorun doğru tanınmalı, zaman değişse de çağlara Musa olma fıkhı ertelenmemelidir.

 

  1. Muhafazakâr Dindarlığın İslâm ile İlişkisi

Doğru tasavvur kavramlar üzerinden belirlenir. Kavramların bilinçsizce kullanıldığı süreçte payına en fazla düşeni alan İslâm ve değerleri olmuştur. Örneğin “muhafazakârlık” kavramı. Muhafazakârlık ‘dindarlık’ mıdır? Her muhafazakâr ‘dindar’ mıdır? Ötesi, “dindar” olmak her zaman ‘Müslüman’ olmak mıdır? Düşüncede kavramların karıştırılması, birbirinin yerine kullanılması spekülasyonları kaçınılmaz kılar. Kavramın doğru kullanımı dil-düşünce ilişkisi açısından büyük öneme sahiptir. Kavramlar aslî mecralarına oturmadığı sürece üzerinde konuşulan düşüncenin doğru anlaşılması mümkün olmayacaktır. Düşüncede bozulmanın başladığı ilk yer tasavvurdur ve dolayısıyla îmara da oradan başlanmalıdır.

Bir tarafta Türkiye toplumunun biçimsel (formel) olarak daha çok muhafazakârlaşıp dindarlaştığı, diğer taraftan muhafazakâr yaşam tarzının yerini gittikçe seküler anlayışa terk ettiği söylemler… İdeolojik kasıt, algı yönetme ve duygusal refleksle savunu kuşatmasında seyreden tartışmalar bir yana; konuyu doğru anlamanın özü, öncelikle kavramları doğru tanımaktan geçer.

Siyaset teorisi açısından “muhafazakârlık” (conservatism) dindarlık ya da dindar değerleri korumak değildir. Sosyolojik açıdan muhafazakârlığın din ve dindarlıktan öte dinin kültürel/gelenek boyutuyla ilişkisi vardır. Muhafazakârlık, belli bir toplum tasavvuru ve siyaset anlayışına dayanan ideolojik ve politik bir harekettir. Muhafazakârlık, modern bir ideoloji yönüyle liberalizm ve sosyalizme muhaliftir ve statü farkını esas alan bir takım ilkeler üzerine oturur. Geleneksel ve modern muhafazakârlık, değişim gerçeğine mukabil her durumda statükonun korunmasına özel önem atfeder.[9]Seküler anlayış Türkiye’de cumhuriyetin kurucu aklı tarafından dayatıldıysa da daha ziyâde muhafazakârlar eliyle yaşamlaştı. Muhafazakârlığın gelenek görünümlü ve fakat sekülerlikle mâlûl anatomisi bu tespitin delilidir.

Burada temel sorun, “din” ve “dindarlık” algısındadır. Pratikte dine rağmen din, İslâm’a rağmen dindarlık anlayışı; inanılan ve yaşanan her türlü hurafe ve modern anlayışın kültürel bir harmanlamayla ‘din’ olarak kabulü sorunludur ve sonraki hatalı okumaların da sebebidir. Din ve dindarlık, bilgisel ve yaşamsal alanda gerçek ile algı sarkacında durmakta, kültürel ve ideolojik anlayışların hizmetinde kullanılmaktadır. Birçok konu ve pratiğin dinî/İslâmî diye tescillenip meşrûlaştırılması ya da kınanıp reddedilmesi muhafazakâr yaşam tarzı üzerinden yapılmaktadır. Muhafazakârlık sanıldığının aksine sadece gelenekten beslenen bir sosyolojiyi temsil etmez. O, kavramsaldan öte geleneği modern olanla harmanlayan yeni gelenekçilik diyebileceğimiz ideolojik kodlara sahip, fikrî-pratik esnekliğiyle yaşananı temsil eder. Muhafazakârlığı İslâm’dan ayrıştıran husus, insan için amaç, hedef ve ilkeleri belirleyenin ancak Allah olduğu inancında farklılaşmadır. Hayat tasavvuru; varlıkla olan münasebet sorunu, eşyayı ait olduğu yere ikame, iyi ile kötünün tabiatı yani neyin iyi neyin kötü olduğunun beyanı konuları, diğer ideoloji ve sahte dinlerle İslâm’ın farkı olduğu gibi, muhafazakâr anlayış ve yaşam tarzının da İslâm’la olan farkıdır.

Türkiye toplumu sanılanın aksine giderek sekülerleşmektedir. Buna mukabil daha muhafazakârlaştığı yönündeki kanaatlerden hareketle bu durumun da dindarlaşma demek olmadığının altının çizilmesi gerekir. Hatalı okumanın sebepleri ayrı bir konu olmakla birlikte vurgu İslâm’a ise şayet burada ayrımın yapılma zorunluluğu vardır. Kezâ muhafazakârlık İslâmî anlamıyla ‘dindarlık’, muhafazakâr da ‘Müslüman’ demek değildir. Muhafazakârlık, süregelen doğru-yanlış, dinî- kültürel her anlayış ve yaşayışın kendince korunmasıdır. Hâl İslâm olmadığı sürece durumu korumanın/muhafazanın İslâm ve müntesibi olma açısından bir muteberliği yoktur. Dindarlığa gelince; her ‘Müslüman’ özü itibariyle ‘dindar’ iken, her dindar kadim dönemlerden beri bilinir ki ‘Müslüman’ demek değildir. Zira kişi tevhid veya şirk hangi dinin mensup olursa olsun, pekâlâ hâlinin dindarı olabilir. Kişinin inancı üzere olduğu dinin dindarı olması, onu kimlik cihetiyle Müslüman kılmaz.

Muhafazakâr kesim, tüketim anlayışı, sosyal medya kullanımı vs. dikkate alındığında gerçek yaşamda seküler-laik kesimden nitelik olarak değil, nicelik olarak farklılaşır. Dinî konsepte uygun lüks düğün, eğlence, toplantı organizasyonları, hac, umre seyahatlerinde farklılaşmalar, tesettür modası/defileler, cuma mesajları, gün ve gece kutlamaları, kandiller gibi içerik ve sunumların tümü, muhafazakârların tüketim alışkanlıklarındaki seküler istikâmeti göstermektedir.Muhafazakârlık birazda dertsiz olmak; farklı bir ifadeyle konforuna düşkün, günün adamı olmaktır. Muhafazakâr, popülize dinin hamasetle tercihinde beis görmez. Gösterişçi dindarlığa meyyal, her demresmi ideolojiyle barışık olan muhafazakâr, mahiyetine bakmaksızın olanı olduğu gibi korumanın gereğine inanır. Dindarlık yarışının hurefe üretme maharetinden geçtiği günümüzde, muharref geleneği İbrahimî geleneğe tercih edenler, Kur’ân’a, Nebevî Sünnet’e dönme zorluğunda inilti çekeceklerine, atalar kültüne sadakatle ulumayı tercih ettiler.  Zorbalık ve hilekârlıkla dindarlığın bir arada gitmeyeceği gerçeğinden hareketle, inançta İbrahim olmak yaşayışta Nemrut’tan uzak olmayı gerektirir.

Muhafazakâr toplumun, iktidar erkinin, ebeveynlerin ikiyüzlülüğüne isyan eden gençler, çözümü farklı yerlerde aramaktadırlar. Dindarlığın iktidar söylemi haline gelmesiyle birlikte söz ile pratik arasında oluşan uçurum, önce şüphe ardından düşünsel krize dönüşüp nefreti körüklemektedir. “Dinden uzaklaşılıyor” söylemi, kast-ı mahsusla harlanan politik dil bir tarafa, kendisinden uzaklaşılan dinin hangi din olduğu odak sorumuzdur. Kendisine yönelinen dinin/dinlerin hangi din olduğu yine ayrı bir konu olmakla birlikte bu dinin İslâm olmadığı aşikârdır. Burada varılan yer İslam olmadığı gibi kalkılan yer de İslâm değildir. Bizce asıl sorun, kalkılan yeri İslâm olarak tanımlayıp faturayı İslâm'a kesmektir. Bilinmeli ki, kendisinden uzaklaşılan din İslâm dini değil, muhafazakâr din anlayışıdır. Muhafazakâr açısından ise din anlayışının hangi kaynaktan beslendiğinin önemi yoktur. Onun için önemli olan niteliğe bakmaksızın hâlin muhafazasıdır. Korunan ister muharref ister millî ve daha başka her ne ile mâlûl/illetli olursa olsun bir öneme sahip değildir. Dolayısıyla toplumun muhafazakârlaştığı, dindarlaştığı söylemine konu özne İslâm değildir.  Muhafazakârların sekülerleşip dinden uzaklaşması da, İslâm’ın yaşanılan çağa yanıt veremediğinden değildir. Burada söz konusu olan, İslâm diye algılanan farklı dinî fenomenlerin çağın gerçeklerine, insan fıtratına cevap veremeyişidir.

‘Endişeli muhafazakârlar’[10] gibi ‘endişeli modernlerin/laiklerin de tarihin çöplüğünde yerini alacağı unutulmamalıdır. Kaldı ki, Türkiye’de muhafazakâr söylem ile dini söylem ve pratikler dahi paralel seyretmemekte; yaşamsal alana dair birçok uygulama bireysel tercihle belirlenmektedir. Bu tespit toplumsal sekülerleşmeyi teyitle beraber karşıt betimlemenin de İslâm olmadığına dairdir. Sekülerleşmenin karşısına muhafazakârlık gibi bir sosyolojinin konulması ve ardından sonucun “İslâmî” diye mahkûm edilmesi, kasıt değilse şayet, İslâm’ı bilmeme cehaletidir. Muhafazakârlığın ‘dindarlık’, muhafazakâr yaşam tarzının da ‘İslâmî’ diye nitelenmesi muhafazakârlık üzerinden din ve dindarlığı itibarsızlaştırma gayretidir.

 

2. a. Muhafazakâr Dindarlıktan İslâm’a Yol Var mı?

Muhafazakâr dindarlık ile İslâmî yaşamsal olgular sıfır toplamlı ilişki üzere seyrediyor. Muhafazakâr dindarlığın talepleri dünyevîleşme ve bireyselleşmeyi aşamadığı gibi bilakis sekülarizmi besleme eşiğinde ilerliyor. Bu değerlendirmeyi, maalesef söylemlerinde ciddi İslâmî iddialara sahip niceleri için de yapmak mümkündür. Söylemin çoğu kez İslâmî olmasına rağmen söylenenler amele dönüşmüyor ve hele eylemi tekzip ediyorsa burada inşânın yerini imhâ almış demektir. İlgili söylemin karşı kefeyi dominant döngüde besliyor olması, dünyevîleşme ve bireyselleşmeye tekabül eden yeni seküler yaşamlar demektir. Bu durum, toplumda sosyo-kültürel değişimin yönünü göstermektedir.

İslâm açısından mesele dindar hatta daha dindar olup-olmamak değil, mesele “Müslüman” olmaktır. Nitekim Mekke müşrikleri/câhiliye insanı da dine ve dindarlığa karşı değillerdi. Bilakis onlar dindar yaşam felsefesine şecaat yoğunluğunda sahiptiler. Bireysel veya toplumsal hiçbir yaşamsal alanları yoktu ki dine rağmen tertip edilmiş olsun. Mekke müşrik toplumu “Muhammed bu kadar ilâhı bir tek ilâha indirgemek istiyor!” diye itiraz ediyorlardı. Yaşamlarında hukuk, eğitim, siyaset, sağlık vs. tanrıları varken… Onlar için kanunlar koyan, o alanları yöneten onca tanrı sorunları çözemezken! “Tek bir ilâh mı?” diye hayret ediyorlardı. Onların nezdinde Allah da bu tanrılardan biri idi hatta en yücesi idi. Dindarlık hamasetiyle “Allah’a ortak koşanlar dediler ki: “Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık, O’nun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı.”[11]  Ve yine dindar müşrikler için, “O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”[12]hükmünü bildiren Rabbimiz, işin hülâsasında“Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır.”[13]buyurmaktadır. Rasûlullah (as) ile gelen mesaj, Allah’ı, ilâhlardan bir ilâh ya da ilâhların en büyüğü değil, kendisinden başka hak İlâh olmayan Ahad; eşi ve dengi, hükmünde hiçbir ortağı olmayan Âlemlerin Rabbı olarak tanıttı. O gün orada çağrı neye idiyse, bugün de çağrı aynı şeyedir. Hâsılı, tevhid mücadelesinin ekseninde inkârdan ziyâde muharref din ve dindarlık anlayışı vardır.

Müslümanlar bâtıl düzenlerde kendilerine yer açmak için neden bu ölçüde tehâlük edip hırs göstermektedirler? İtiraz oklarını bizatihi düzenin kendisine değil de “Düzene neden biz vaziyet etmiyoruz?” olgusuna yönlendirdiğimizden bu yana dönüştürmek için yola koyulduğumuz cari sistem bizi dönüştürüyor. Dolayısıyla, bu zalim döngüde yer almayı bir bahtiyarlık ve kazanım; dışarıda kalmayı da bir mahrumiyet bellemeye devam ediyoruz.Her bir strateji, bağrında yeni bir stratejiyi büyütüyor. Müslümanlar (!) gitgide muhalefet ettiği bir sistemin parçası, bırakınız parçasını kuklası oluyor. Düzen değişmiyor; Müslümanlar değişiyor! Neden İslâm’ın izzeti birilerinin aklına hiç gelmiyor da dine düşmanlık ile soluk alıp veren bu bâtıl güruhtan icâzet zilletine katlanılıyor?[14]Eyvah galiplerin hâline... Kezâ mağlûptur bu savaşın galip olanı!

“Bir geleceği olmadığını düşünen bir toplum bir sonraki neslin ihtiyaçlarına dikkat kesilmeyecektir.”[15] Tarihi süreksizlik duygusu birey gibi toplum üzerinde de tahripkâr bir etki oluşturur. Gelecek tasavvuru olmayan toplumlarda değer yargıları anlamsızlaşır, sosyal bağlar zayıflar, narsist duygular harlanır. Bundan böyle kavramlarını tüketen, iddialarından vaz geçen, yarınlara erteleyecek umutları dahi kalmayan kuşakların ceht ve gayret heyecanı sonlanmış olur. Kuşkusuz bütün bunlar Allah’ın koruması altındaki İslâm’a zarar veremez. Ancak bunlar üzerinden küfrün kol gezdiği; İslâm’ın hedef alındığı hükümferma bir vasatta, fesâda güle-oynaya teşne olunur ve geleceğe dair umutlar tüketilir.

İslâm, kimliklerde yazılı ‘Müslüman’ isminden ibaret görülürse şayet hiç şüphesiz yeni bir çabaya ihtiyaç yoktur. Lâkin küfür, kendi kodları gibi İslâm’ın da soy kütüğünü çok iyi biliyor. Modern Batının değiştirmeyi hedeflediği artık Müslümanlar değil, bizatihi İslâm’ın kendisidir. Kezâ ‘Müslümanım’ söyleyenlerin kahir ekseriyetle kendisine benzediğinden endişesi kalmayan Batı, bizatihi Kur'ân’a dönük tahrif çabası içine girmiş, Peygamberi itibarsızlaştırmak, Sünnet’i tahfif ve tahkir konusu hâline getirmek, İslâm’ı Protestan bir formla Hıristiyanî hikâyeye mâruz bırakmak istemektedir.[16]

Bir şeye niçin karşı olunduğu veya savunulduğu fikrinin her geçen gün daha da buharlaşıyor olması kaygı vericidir. Modernizm karşıtlığı, savunucularının yaşamına yani eyleme yansımamaktadır. Çünkü modernizm karşıtlığı, modern bir dille; modern paradigmaların kavramsal çerçevesiyle yapıldığı için yıkmaya çalıştığı binanın temeline harç taşımaktadır. Günümüzde modernizm karşıtı eleştirilerde baskın özellik İslâmîlik değil, felsefî düzlemde moderniteye aykırılık dile getirilmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşım, dolaylı olarak post modernliğin; hakîkat anlayışı bakımından çoğulcu ve göreceli bakış açısına sahip bir anlayışın yaygınlaşmasına hizmet etmektedir.[17] Diğer taraftan harlanan bir diğer sapma modernlik karşıtlığı üzerinden neo-gelenekçiliktir. Biliyoruz ki bir yanlışın reddi durumunda yerine mahzâ hakîkat ikâme edilmediği sürece ancak yeni bir yanlış salık verilmiş olunur.

Laisizm, liberalizm demokrasi nev’î popülist yaklaşımların İslâm’a uyarlanması hiçbir temele dayanmadığı gibi İslâm’ın da üretilmiş veya muharref geleneklere uyarlanması söz konusu olamaz. Aksi anlayışlar dilden ve dinden yana delilsiz olup köksüzdür. Laik, demokrat, liberal kimlikler İslâm açısından ne kadar meşrû ise muhafazakâr ve muhafazakârlık da aynı hükme râcidir. Nitekim bugün câhiliyenin etkin yüzü olan laiklik ve liberalizm teoriden öte pratik yönüyle yaşamın her alanında hüküm sürmektedir. Teoriden ziyâde yaşam tarzı olan muhafazakârlık da kendi dinamikleri üzere senkretik bir dini temsil etmektedir. Bilenlerin mâlûmudur, İslâm hukukunda hükümler hikmet üzerine değil, illet üzerine bina edilir; gel gör ki bugün hikmet dahi yitmiştir.

Demokrasi, laisizm, liberalizm gibi modern izm’lerin vaizleri, kutsalı büyü olarak reddederken kendi pagan kutsallarını oluşturmada gecikmemişlerdir. Aynı şekilde muhafazakâr din anlayışının vaizleri de sekülarizmi görece reddederken, kendi pagan köklerine/kutsallarına sıkı sıkıya tutunma derdindedirler. Hâsılı, “Kokan ayaksa, çorap değiştirmenin yararı yoktur.”

 

Sonuç Yerine

Çözülme temelde başlar. Bireyin çözülüşü âilenin, ümmetin ve toplumun çözülüşünden ayrı düşünülemez. Çözüm, sorunun başladığı noktada; tevhid akîdesini bireyden ümmete dek yeniden inşâdadır. Ümmet uzun süreden beri fikrî, akidevî, siyasî kriz yaşamaktadır. Müslüman muhayyile bu krizi aşmalıdır. İslâm dünyasının bu krizi aşması, düşünce alanında yaşadığı onca acı tecrübeden sonra geleneksel ve modern anlayışların her tonundan teberrî ile vahyin inşâ ettiği tasavvuru; Nebevî örnekliği kuşanmasına bağlıdır. Zira ümmetin büyük sorunu buradadır! İslâm inancının dâvete dönüşmesi ma‘rûfu emr, münkerden nehy sadedinde mükellefiyettir. Bu dâvet tercih olmayıp zorunluluğa; yapay gündem ve ikincil mevzûların önünde bir önceliğe sahiptir.

İddiası olup ispatı olmamak güven yitimine sebeptir.  Nitekim İslâm’da temsil tebliğden önce gelir. Müslüman bir dünya hayallerle değil, İslâm’a yaşamsal alan açmakla inşâ edilebilir. Burada içeriği biçime, “niçin?” sorusunu “nasıl?”lara öncelemek gerekir. Baskın hikâyelerin değil, yaşanılmış, emek verilmiş hikâyelerin çocuğu olmak… Zira hikâyenin nereden başladığı son derece önemlidir. Başlanması gereken noktadan başlamayıp oluşturulmak istenen algıya göre bir noktadan başlamak faciadır. “En kötü yalan, yarım gerçektir!” denilir. Yalan gibi şirkin de bir inanılırlık yönü vardır. Şirk, içinde doğruların olduğu batıldır. Gerçekliği hakîkat, hakîkati de yerinden edilmiş karşıtlık üzerinden tanımlamak, mahkûmu hâkim kılma zulmüne vardırır insanı.

Bilinmeli ki ülkelerin işgalinden daha tehlikeli olan zihinlerin işgalidir. Ülkeler gibi zihinlerin işgalinde de egemen otoritenin el değiştirmesi, ulûhiyet ekseninde değerlendirilmediği sürece din doğru anlaşılmayacaktır. Nefislerde başlayan değişimin toplumsallaşması ancak doğru bir inanç ve ahlâk ile başarılı olabilir. Dün toplumları değiştiren İslâm, bugün de değişimi gerçekleştirecek bilgisel ve tecrübî potansiyele sahiptir. Dolayısıyla İslâm, düşünsel ve toplumsal krizleri aşmanın tek imkânıdır.

Din ile harmanlanmış muhafazakâr yaşam tarzı yerini seküler anlayışa terk ediyorsa; farklı bir ifadeyle dinden uzaklaşılıyorsa, burada kendisinden uzaklaşılan din İslâm değildir, ancak kirletilmek istenen İslâm’dır. Bu süreçte yer yer İslâmî enstrümanların kullanılıyor olması, kendisinden uzaklaşılanın İslâm olduğunu göstermez. Burada kendisinden uzaklaşılan muhafazakâr din anlayışıdır. Nitekim İslâm’ın evvelemirde mücadelesi batıl dinler ve o dinlerin dindarlarıyladır. Muhafazakârlığın yerini bıraktığı söylenen seküler yaşam tarzının da İslâm’la yüzleşme zorunluluğu vardır. Alternatifini kendinden üreten câhiliye yeni ifsâdî seçenekler oluşturma peşindedir. Şimdilerde bu, modernlik karşıtı söylemle yükseltilen neo-gelenekçi (neo-traditionalism)mistik anlayıştır.

Anlaşılan o ki, hak-batıl ayırt etmeksizin statükoyu muhafaza etmek isteyenler oldukça her daim muhafaza edilmeyi bekleyen yeni batıllar olacaktır. Muhafazakârlık eyyama teslimle günü temsil eder. Dolayısıyla muhafazakârlığın, insanlığa ma’rûf adına dün olduğu gibi bugüne de söyleyecek sözü yoktur. Müslüman’a gelince o, kimliğinin izzetini savrulmaların zilletine teslim etmemekle mükelleftir.

“Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben de Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?”[18]


[1]Nebe’, 78/39.

[2]İbn Şihâb ez-Zührî’den (ö.124) mürsel olarak Allah Rasûlü’ne (sav) atfen, diğer rivâyetlerde ise İbn Mesʿud’un sözüolarak da aktarılır(İbn Mâce, Sünen).

[3]“Câhiliye” hakkında ileri okumalar için bkz. Ramazan Yazçiçek, Dini Doğru Anlamak, Ekin Yayınları, İstanbul 2021, 6. Baskı.

[4]Ahmed b. Hanbel, Müsned.

[5]Hûd, 11/112.

[6]Şu’arâ, 26/22.

[7]Bkz. M. Çağatay Okutan, “Adalet ve Kalkınma Partisi: Muhafazakâr Demokrat mı, Hıristiyan Demokrasinin Müslüman Versiyonu mu?”, D.E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 8, Sayı: l, 2006.

[8]Zümer, 39/67.

[9]Bkz. Ahmet Cevizci, “Muhafazakârlık” mad. Felsefe Sözlüğü, Say Yay., İstanbul 2015, 5. Baskı; Kubbealtı Lugatı,“Muhafazakârlık” mad., http://www.lugatim.com

[10]Bkz. Volkan Ertit, Endişeli Muhafazakârlar Çağı, Orient Yay., Ankara 2016. 

[11]Nahl, 16/35.

[12]Zümer, 39/3.

[13]Zümer, 39/3.

[14]Bkz. Murat Türker, “Kadın Meselesine İçerden Bir Bakış Denemesi”, Rıhle, Yıl: 3, s: 12, İstanbul 2011, s. 35-44.

[15]KemalSayar, “Aşınan Kimlikler, Dağılan Kişilikler”, Dîvân, İstanbul 2002/2, s: 13, s. 281-282.

[16]Ramazan Yazçiçek, “Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet Kavramları Dolayımında Mülâhazalar”, Soruşturma, İktibas, Ankara 2021, Sayı: 505, s. 43-54.

[17]Bkz. Seyfi Say, “Mustafa Sabri Efendi’nin Kadın ve Âile Konusunda Modernistlere Cevabı”, Rıhle, İstanbul 2011, Yıl: 3, Sayı: 12, s. 27.

[18]Fussilet, 41/33.

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Şubat 2022 sayısında yayınlanmıştır.)