Şükrü HÜSEYİNOĞLU
MUHAFAZAKÂR KESİMDE PERİNÇEKLEŞME SENDROMU
Konuyu biliyorsunuz. Gülen grubunun gazetesi Zaman’a “FETÖ’nün yayın organı olduğu” gerekçesiyle kayyım atanması ve ardından kararı protesto etmek ve kayyımların gazeteye girişine engel olmak gayesiyle gazete önünde toplanan protestoculara yönelik tazyikli su ve gaz bombalı polis müdahalesi, gazdan etkilenen kadınlar ve özellikle de aralarında yere düşüp yaralanan bir başörtülü kadın protestocu...
Bu yaşananlar üzerine, muhafazakâr gazetelerin olayın yaşandığı ertesi günkü 1. sayfalarına baktım, ne Yeni Şafak ne Akit ne de diğerleri bu duruma en azından "Polisten orantısız müdahale" gibi bir eleştiride bulunmamış, dahası bu görüntüler görmezden gelinmişti.
Sonrasında bir umutla bekledim. En azından Sibel Eraslan, Hilal Kaplan gibi daha öncesinde ve 28 Şubat sürecinde başörtüsü mücadelesi içinde yer alan yazarlardan bir iki satırlık da olsa bir tepki, en azından “daha dikkatli olunması” konusunda bir temenni sâdır olur diye. Fakat nafile.
Kayyım meselesini ayrıca değerlendirmek lazım. Zaman gazetesinin hiçbir şekilde savunulacak bir gazete olmadığını kabul etmekle birlikte, bu şekilde el konulup, gazetenin sahibi olan grupla alay edilircesine bir yayın politikasıyla çıkarılması yerine doğrudan kapatılması gibi bir uygulamaya gidilmesinin daha insani olduğunu düşünüyorum.
Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu ise, Cumartesi günü Yenibosna’dan gelen o içler acısı görüntüler ve muhafazakâr kesimde bu görüntülerin yorumlanış biçimi olacak. Zaman gazetesine el konulmasına olumlu bakmalarını, Zaman gazetesinin halihazırda PKK dâhil Türkiye’ye düşmanlık içinde bulunan yapı ve ülkelerle adeta ittifak içinde bir görüntü vermesi sebebiyle anlayabildiğim muhafazakâr kesimlerin, polisin ellerinde hiçbir şiddet unsuru bulunmayan kadın-erkek protestoculara karşı gaz bombası ve plastik mermi kullanması ve başörtülü bir kadının gaz bombasından kaçarken yere düşüp kanamalı şekilde yaralanması karşısında sessiz kalması, dahası bu görüntülerden de Gülen grubunu sorumlu tutup savunacak bir pozisyon alması endişe vericidir.
Daha da ötesi, paylaşım sitelerinde, kendilerini İslam’a nisbet eden kimilerinin, yüzü kanlar içinde kalan başörtülü kadının bu haliyle alay eden paylaşımlar yapabilecek kadar ölçüyü kaçırmış olmalarıdır. Yok kadının yaralanmasının sebebi yere düşünce yüzüne batan tokasıymış da, yok orada ne işi varmış da... Kimse kalkıp da polisin bu tür bir orantısız güç kullanmadan rahatlıkla gazete önünen uzaklaştırabileceği insanlara niçin gaz bombası attığını sorgulamıyor.
Bu durum Türkiye’deki muhafazakâr kesimler açısından kendi kendini inkâr etmektir, tam anlamıyla bir “Perinçekleşme Sendromu”dur. Asıl endişe verici olan ise, muhafazakârlığı aşıp doğrudan İslam’la, İslami kimlikle tanışmış birçok çevrenin de, son yıllarda birçok konuda olduğu gibi bu konuda muhafazakâr kesimlerle paralel bir tutum takınması, en azından polis şiddetine yönelik bir itirazda bulunmaktan bile imtina edişleridir.
Bu satırları; çeşitli vesilelerle, Cemaat-Akparti kavgasında her şeye rağmen daha yerli, daha şeffaf ve halka daha yakın olan Akparti’nin galip gelmesinden yana olduğunu ifade etmiş, bununla birlikte cahliyeden akidevi/ilkesel ayrışma konumunda sebatkâr olan ve cahiliyenin hiçbir çeşidini ve kurumunu meşru görmemeyi imani bir vazife bilen bir Müslüman olarak yazıyorum.
Peki neyi kastediyorum “Perinçekleşme Sendromu” derken?
Perinçekleşme sendromu, “Mevzubahis olan vatan ise, gerisi teferruattır” anlayışına düçar olmak, üzerine bir miktar İslam (!) sosu eklenmiş bir neo-ulusalcılığı, muhafazakâr bir egemenlik algısını her türlü değer yargısının üzerinde görmek ve konumlandırmaktır.
Bu öyle bir zihni ve kalbi hastalıktır ki, mazur ve meşru göstermeyeceği zulüm, yanlış, yozlaşma yoktur. Hak, hukuk, adalet gibi temel değerler, büyük hedefler ve bu hedefler için temerküz edilmesi gereken güç algısı karşısında önemsizleşir, teferruat konumuna düşer.
İşte muhafazakâr kesimde bu sıralar yaşanmakta olan ve kimi Müslümanların da maalesef ortaklık ettiği sendrom budur.