Musa`nın (a.s.) okuyuş biçimi mi, Samiri`nin okuyuş biçimi mi?
Hatırlanacağı üzere, Musa`nın bir okuyuş biçimi vardı, Samiri`nin de bir okuyuş biçimi vardı! Musa`nın okuma biçimi işin doğrusu o kadar zor ve karmaşık değildi; sade ve yalındı. Bir çırpıda herkes anlıyordu, Hiçbir tutarsızlık, çelişki taşımıyordu. Doğruları, sadece doğruları ifade ediyordu! Samiri ise sözü biraz(!) dolaştırıyordu. Üstelik de Samiri, okuyuşunu sunmak için konjonktür`ü kolluyordu: Musa`nın olmadığı bir zamanda ve zeminde konuşmayı tercih ediyordu!
Son zamanlarda moda haline gelen okuyuş biçimi ifadesi temelde, farklı görüşlerin kabul görmesi için bir ikna çabası özelliği taşımaktadır. Buna göre, örneğin, "B" görüşünü taşıyan kişi "A" görüşünü taşıyana diyor ki, seninkisi bir yorum, bir bakış açısı; ama benimki de öyle! Dolayısıyla senin görüşün ne kadar hayat hakkına sahipse, benimki de en az o kadar hayat hakkına sahiptir!
Buraya kadar, söylenecek fazla bir şey yok. Fakat, bu tez, yani okuyuş biçimi gibi gerekçe hiçbir zaman bir nihilizm'in müsebbibi olmamalıdır. Aynı şekilde, İslam karşıtı tezlerin meşruiyyet vasıtası da yapılmamalıdır. Yani, mutlak surette, hiçbir kayıt ve şart gözetmeksizin, bütün tezlerin, görüş ve düşüncelerin, yekdiğeri kadar aziz ve kutsal, dinlenmeye, kulak asmaya değer olduğunu söylemek ve bunun kabulü, en azından bu söylem ve kabulün sahibi açısından, kendi kendini inkarı doğurur. Akabinden, böyle bir şey son derece saçma olur, realitede de bunun mevcudiyetinden bahsetmek mümkün değildir...
Sözü İslam'a getirmek istiyoruz. Eğer "Okuyuş biçimi" gibi bir dialektik ile, İslam karşıtı her türden -klasik ya da modern- hurafenin müslümanlarca saygı duyulur hale getirilmesi kastediliyorsa bu, İslam'ın flulaştırılması, müslüman zihninin alabora edilmesinden başka bir netice vermez. Böyle bir farklılık batıl, hatta yerine göre küfür olur. Çünkü aslolan vahiydir, vahiyle Allah'ın murad ettiği şeydir. Vahiyle örtüşmeyen hiçbir fikrin değeri yoktur. Murad-ı İlahi'ye muvafık düştüğü, daha doğrusu murad-ı ilahi'yi aradığı sürece o farklı okuyuş biçimi dinlemeye, kulak asmaya değerdir. Ola ki bugüne kadar gelmiş geçmiş "okuyuş biçimleri"nden de daha makul olabilir. Allah'ın vahyini doğru anlamak, vahyin kasdını doğru tesbit etmek Allah'ın rızasını, aksi ise gazabını kazandırıcıdır.
Bu bağlamda objektiflik, nesnellik, rasyonel düşünme gibi argümanlar çok fazla inandırıcı değildir. Hatta bunlar, münafıkça niyetlerin tezahürü bile olabilir. Kısacası, önemli olanın vahyin maksadı olduğunun altını kalın çizgilerle çizmemiz gerekir.
Okuyuş biçimleri sonsuzdur denebilir. Dolayısıyla her okuyuş biçiminin bir muarızının daha bulunması doğaldır. "Sonsuz okuyuş biçimleri" bataklığına saplanıp orada boğulmak müslüman için düşünülemez. Orada doğru olanı tesbit etmek imkansız değildir. Okuyuş biçimleri kavgasına/çatışmasına son verecek şey, ilkin gerçek, katıksız bir iman, sonra da doğru bilgi, güçlü muhakemedir. Art niyetin ise, ihlal etmeyeceği hiçbir doğru, hiçbir ilke ve amentü yoktur!
İslam sözkonusu olduğu zaman, onun içinden konuşan birtakım insanların "farklı okuyuş biçimleri" geliştirdiklerini üzülerek seyrediyoruz: Tıpkı Samiri'nin okuma biçimi gibi...
Hatırlanacağı üzere, Musa'nın bir okuyuş biçimi vardı, Samiri'nin de bir okuyuş biçimi vardı! Musa'nın okuma biçimi işin doğrusu o kadar zor ve karmaşık değildi; sade ve yalındı. Bir çırpıda herkes anlıyordu, Firavun ise çok daha iyi anlıyordu. Tek bir cümlesi bile iliklere işliyordu Musa'nın mesajının! Hiçbir tutarsızlık, çelişki taşımıyordu. Doğruları, sadece doğruları ifade ediyordu!
Samiri ise sözü biraz(!) dolaştırıyordu. Üstelik de Samiri, okuyuşunu sunmak için konjonktür'ü kolluyordu: Musa'nın olmadığı bir zamanda ve zeminde konuşmayı tercih ediyordu! Firavun ise cesaret kaynağıydı!
Musa, insanlara "Sizin ilahınız ancak, kendisinden başka ilah bulunmayan Allah'dır" (20/88) derken; Samiri, yaptığı buzağı heykeli için: "İşte bu sizin ilahınız ve Musa'nın da ilahıdır. Fakat Musa (geçmişini) unuttu!" (20/88) diyordu.
İşte böyle diyordu Samiri, Musa'ya da akıl veriyordu, Musa'nın okuma biçimini beğenmiyordu, onun yanıldığını, körü körüne "Allah bir" dediğini anlatmak istiyordu. Samiri, Hz. Musa'ya inanmış insanlardan, kendisine yandaşlar da bulmuştu. Bu yandaşlar, zamanın sosyetesiydi muhtemelen ve Samiri'yi çok beğenmiş olmalıydılar. Belki de Samiri'yi Musa'dan daha aydın ve daha sivil bulmuşlardı. En azından Samiri marjinal değildi ve buzağısı, Firavun'un şerrinden emin olmak için önemli bir referans idi.
Günümüzde de Samirice okuyuş halkası her gün yeni birilerinin katılımıyla genişlemektedir. Fakat burada biz de bir "yanlış okuma" hatası yapmamalıyız: Şimdilerde Samirilerin buzağıları altından mamul değil; buzağımsı nesnelerin yanında tanrılarını daha çok beklentileri, sosyetenin beğenisini kazanmak; hayranlarının mesihi muhabbetlerini, bağlılıklarını boşa çıkarmamak; sistemle başını belaya sokmaktan uzak tutmak; "yeni" bir proje üretmiş olmak, yeşil yeşil dolarların dayanılmaz sıcaklığı ve tabî, MGK'nın nazik buyruklarını geri çevirememe kibarlığı (!) gibi saikler oluşturmaktadır.
Samiri'nin ardılları, İslam'ı bir din olmaktan adeta çıkardılar; onu tevhidin düşmanı her türlü ideolojiyle özdeş/kardeş hale getirdiler (kendi söylemlerinde; yoksa bizatihi değil!). Uzlaşma sözcüğü belki de terennüm etmekten en çok hoşlandıkları sözcüktür, İslam'la laiklik, İslam'la demokrasi, İslam'la liberalizm, İslam'la "çağdaş değerler", hatta İslam'la ateizm ve İslam'la ahlaksızlığın -onların okumalarında- çatışmaları, çelişmeleri, birbirlerine "öte git" demeleri asla mümkün değildir! Bu anılanlarla İslam bir arada, çok hukuklulukla, gayet sivilce beraber yaşayabilirler! Hatta hatta, "demokrasi tam tevhide denk" düşmektedir! Demokrasi, "hık demiş, burnundan islam düşmüş", birbirlerine bu kadar yakınlar!
Söz konusu Samirice okuyuş biçiminde İslam çoktan siyasi taleplerinden vazgeçmiştir. İslami hareketin artık devlet diye bir talebi yoktur. Zaten bugüne kadar eğer istemişse onun günahını affettirmek için de ikinci bir asli günah inanışı geliştirmelerini, bundan sonra doğacak her yeni müslüman çocuğunu, bu günahdan arındırmak için vaftiz etmeyi topluma salık vermelerini ben şahsen öneririm!
Evet, İslam'ın devlet, hatta hiçbir siyasi talebi bulunmayan bir din olması; din işlerinin devlet/siyaset işlerinden tamamen başka ve farklı olması; İslami/siyasi düşünce ve tavrın fanatizm olması; hakimiyetin göklerde Tanrı'ya, yeryüzünde ise beşere tahsis edilmesi; kafirlerin saldırdıkları İslami değerlerden derhal vazgeçilmesi v.b. bu yeni okuyuş biçiminde şekillenen en son içtihatlardır!
Biz, Samiri'nin böğüren buzağısı gibi, ardıllarının çok satan mevkutelerdeki mürekkeplerinin, çok seyredilen TV'lerdeki görüntülerinin de elbet, bir gün yok olacağına inanıyoruz. Çünkü sadece Allah'ın dediği kalıcıdır. Allah'ın sözünden yüce bir söz yoktur. Geçmiş ve şimdiki Firavunlar olduğu gibi, onların kalemşörleri de Allah'ın hükmüne teslim olmak zorundadırlar. Çünkü bundan kaçış yoktur.
Biz Müslümanlar Nuh'un okuyuş biçiminden, İbrahim'in okuyuş biçiminden, Musa'nın, Muhammed'in, hasılı Allah'ın bütün Elçileri'nin (onların hepsine selam olsun) okuyuş biçiminden başka okuyuş bilmiyoruz. Sözkonusu okuyuş biçiminin hülasası da Kur'an'da mevcuttur. Ve biz, izzeti Firavunların yanında arayanlardan da beriyiz.
Biz Kur'an'a inanmaya devam edeceğiz.
(Ahya Aras / İktibas Dergisi - 20. sayı)