Şükrü HÜSEYİNOĞLU

13 Ocak 2015

MÜSLÜMAN DUYGUYLA DEĞİL, ÖLÇÜYLE HAREKET EDER

İslam bir ölçü dinidir. Dolayısıyla da Müslüman fert ölçü insanı, Müslüman topluluklar da ölçü insanları olmak durumundadırlar. Müslüman fert ve toplulukların yalnızca Allah’a kulluk/itaat yükümlülükleri bulunduğu gibi, bu kulluğun formu konusunda da münzel olana tâbi olmakla mükelleftirler.

Tabiri caizse “kulluk olsun da nasıl olursa olsun” gibi bir ölçüsüzlük İslam’ın kabul ettiği bir yaklaşım değildir. Örneğin salatın/namazın bir formu vardır, bu formun dışına çıkıldığında kıyam, rüku, secde gibi rükunlar yerine getirilse de salatın ikamesi gerçekleştirilmiş olmaz.

İslam açısından usul ve esasın ayrı düşünülemeyeceği bilinen bir hakikattir. Dahası, usulün önemini vurgulamak için İslam fakihleri “usulün esasa mukaddem/öncelikli olduğunu” ifade etmişlerdir.

Bilindiği gibi Rabbimiz, Kitab-ı Keriminde insanın yürüme fiilini bile ölçüye bağlamıştır.[1] Kısacası İslam, baştan sona bir ölçü dinidir ve müntesiplerine her işte ölçülü olmayı vâzeder. İnfak etmeyi emretmekle kalmaz, infak etmenin ölçülerini de vâzeder.

Allah yolunda cihad/cehd edin demekle kalmaz, bu yükümlülüğün ölçülerini de öğretir. “Allah yolunda, hakkıyla cihad edin”[2] der. Kur’an’ın, dâvetle ve İslami mücadelenin tüm boyutlarıyla ilgili ölçüleri, bu “hakkıyla” vurgusunun açılımı durumundadır.

Fransa’da yayın yapan Charlie Hebdo adlı paçavraya yönelik silahlı eylemi söz konusu etmeye çalışacağımız bu yazıya, yukarıdaki hatırlatmalarla giriş yapmayı gerekli gördük.

Ne yazık ve ne acı ki, birçok İslami ölçü ve ilkenin, İslam adına “büyük işler” yapmanın önünde adeta ayak bağı muamelesi görüp unutulmaya terk edildiği bir dönemden geçiyoruz.

“Cahiliyeden ilkesel hicret” Kur’ani ilkesini[3] bilip geçmişte de savunmalarına rağmen, konjonktürel kazanım hesapları yüzünden tevhidi kulvardan uzaklaşıp mevcut cahili sistemler içi siyaset kulvarına yönelenler de, cihad mefhumunu kıtale indirgeyip İslam adına tam anlamıyla bir ölüm ideolojisi üreten şiddet körlüğü mahkûmları da “büyük işler” başarmanın peşinde durup dinlenme bilmeden koşturuyorlar!

İlkesel zemin ve düzlemde ölçülü ve hikmetli hareket anlayışından uzaklaşıldıkça, “hareket olsun da nasıl olursa olsun” gibi bir ölçüsüzlük kanıksanıyor, yaygınlaşıyor. Baştan sona bir ölçü dini olan İslam’ın ölçülerinden onay alınarak iş yapmak tavrı yerine, “ben yaptım oldu” mantığı işletiliyor.

Bir iş ve eylemin meşruluğuna dair delil, o iş/eylem olup bittikten sonra konuşulmaya başlanıyor! İstiklal Mahkemeleri’nin “Sanığın idamına, şahitlerin bilahare dinlenmesine” yaklaşımına benzer bir işleyiş cari kılınmaya çalışılıyor. Oldu-bittilerle Müslümanların gündemleri belirlenip, oldu-bittilere taraf olmaları dayatılıyor!

Bu tesbit ve hatırlatmalardan sonra Paris’te Şerif ve Said Kuaşi kardeşler tarafından malum paçavraya karşı girişilen saldırı eylemini değerlendirmeye geçebiliriz. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, söz konusu saldırı olayıyla ilgili üretilen çeşitli komplo teorilerine itibar edilecek bir yanı bulunmamaktadır. Bu olayın, canlarımızdan evla bilmemiz icap eden Allah Rasulü’ne (a.s.) yönelik alçakça karikatür saldırısına karşı bir tepki eylemi olarak geliştiği açıktır.

Bilindiği gibi, Kuaşi kardeşlerin Charlie Hebdo adlı paçavraya yönelik saldırısında 10’u karikatürist ve dergi çalışanları, 2’si de koruma polisi olmak üzere 12 kişi öldürülmüştü. Ardından Fransız polisinin yaptığı operasyon sonucu da Kuaşi kardeşler katledilmişti.

Bu olay, gerçekleşmesinin ardından bir anda tüm dünya gündeminin başat maddesi haline gelmişti. 11 Eylül 2001 sonrası dönemde İslam coğrafyasının fiili işgallere maruz bırakılıp milyonlarca Müslümanın hunharca katledilmesi sürecinin ortaklığını yapan ülkelerden olan Fransa, 12 vatandaşının ölümüyle “şok olurken”, İslam dünyası dahil tüm dünya, medya araçları ve politikacılar marifetiyle Fransa’nın yasına ortak kılınmaya çalışıldı. Ne yazık ki bunda da büyük ölçüde başarılı olundu.

Müslümanlar arasında ise bu saldırı, farklı duygularla karşılandı. Destekleyip alkışlayan olduğu gibi, temkinli yaklaşanlar da, yanlış bulup eleştirenler de. Tabii ki tüm bu tutum sahiplerinin olaya yaklaşım biçimleri ve yaklaşımlarını dayandırdıkları gerekçeleri farklılık arz ediyordu.

Bizim için canlarımızdan evla olan[4] Allah Rasulüne (s) yönelik herhangi bir olumsuz tutum karşısında Müslümanlar olarak tepki göstermemiz, bir hakkın da ötesinde yükümlülüğümüzdür. Mesele, tepkinin biçiminde ortaya çıkmaktadır. Paris’teki silahlı eylem, bu açıdan tartışılmaktadır. Yoksa aklı başında hiçbir Müslüman, konuyu “ifade özgürlüğü” gibi Batının acıktığında rahatlıkla yediği helvadan putlarından biri çerçevesinde ele alıyor değil.

Söz konusu eylemle ilgili olarak kimi çevrelerce, “eylemin İslami açıdan meşruiyete sahip olduğu, fakat maslahat açısından tartışılabileceği” yorumları yapıldı. “Meşruiyet” iddiasına dayanak olarak da, Mâide Sûresi 33-34. ayetler[5]ile siyerden Kab b. Eşref’in öldürülmesi ve benzer birkaç hadise gösterildi.

Lakin bu yorumlar yapılırken, söz konusu edilen ayetlerin, tıpkı hırsızlığın cezasını bildiren Mâide 38. ayet gibi, ancak bir devlet organizması tarafından uygulanabilecek had cezalarına dair ayetler olduğu gerçeği göz ardı edilmekteydi. Aynı şekilde siyerden verilen örneklerde de, İslami otoritenin varlığı ve onun Müslümanlar adına meşru karar alma ve uygulama yetkisi dikkate alınmamıştı.

Nasıl ki biz bugün Müslümanların rıza ve katılımıyla bir İslami devlet organizması oluşturma imkânına kavuşmadan cinayet, hırsızlık, zina gibi suçlarda had cezalarını uygulama yetkisine sahip değilsek, aynı şekilde Kur’an’daki bir had ayetine dayanarak İslam ve Müslümanlar adına bu tür eylemlere girişmek yetkisini de kendimizde göremeyiz.

Her şeyin bir yeri, zamanı, ölçüsü vardır. İslam davasını omuzlamanın, Rasulü ve davasını savunmanın bir fıkhı vardır, nizamı vardır. Ayetleri ve siyerden örnekleri bağlamından kopararak söz konusu etmek, Rabbimizin emirlerine ve Rasulünün örnekliğine tâbi olmak yerine, onları araçsallaştırmak ve fıkıhsızlığa payanda kılmaktan başka bir sonuç vermez.

Bilindiği gibi Mekkeli müşrikler, Allah Rasulü (s) ve beraberindeki mü’minlere, çeşitli hakaretlerde bulunuyordu. Bu durum karşısında Rabbimizin öğütleri ve bu öğütler ışığında Rasulullah’ın nasıl tutum takındığı bilinmektedir.

“Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla kopup ayrıl”[6], “Sen bu sözü yalan sayanı bana bırak. Biz onları, bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz”[7]ve benzeri ayetler gereği Allah Rasulü ve arkadaşlarının, onların çirkefçe yaklaşımları, hakaretleri karşısında dönüp onlarla cedelleşmeye girmek yerine, dâvette sebatkâr olarak istikamet üzere mücadelelerini sürdürdüklerini görmekteyiz.

Hakaret ve alayla kendilerini kulvarlarından alıkoymaya çalışan müşriklerin bu tahrikkâr tutumları karşısında, dâvet eksenli mücadele kulvarlarını terk etmemişler, duruşlarıyla düşmanlarını acze düşürmüşlerdir.

Bugüne geldiğimizde, Fransa’da yayın yapan söz konusu paçavranın çirkeflikleri ve Batıdaki benzer İslam düşmanı odaklar karşısında Müslümanların takınması gereken tutumun da, bu Kur’ani ölçüler ve Nebevi örneklik çerçevesinde olması gerekmektedir.

Müslümanın sözü ve duruşu her türlü silahtan daha güçlüdür. İlk Kur’an neslinin mücadele örnekliği bize bunu müşahhas olarak göstermiştir. Biz de ilk nesil gibi hakaretlere, baskılara karşı sabırla sözü yükseltmeli, dâvet çizgisinde sebatkâr olmalı, kulvarımızdan asla sapmamalıyız.

Meselenin bir başka boyutu da şu ki; Müslüman ufku, kuklaları değil kuklacıyı hedef almayı gerektirir. Sahnedeki oyunculardan önce, oyunu ve oyun kurucuları kavramakla işe başlamak gerekir. Fransa'daki olay özelinde söyleyecek olursak, o paçavrayı çıkaran İslam düşmanlarına karşı takınacağımız tutum, vereceğimiz tepki o kadar hikmetli olmalı ki, Avrupa insanını bu İslam düşmanlarının çapıtma ve saptırmalarının etkisinden kurtaracak, bu gibi provokatörleri yalnızlaştıracak bir etki oluşturabilelim.

Avrupa insanını İslam düşmanlarının yanına itecek değil, İslam'ın güzellikleriyle buluşmalarını sağlayacak bir tutum ve duruştur, Müslümanca tutum ve duruş. Tıpkı Allah Rasulünün, Darun Nedve çetesinin saptırma ve provokasyonları karşısında vakarlı duruşunda sebat ederekMekke insanına İslam'ın mesajını taşımayı başardığı gibi.  

İslam dâvası hiçbir şekilde “yalnız kurt”ların İslam ve Müslümanlar adına ferdi kararlar alıp eylemler yapabilecekleri bir ölçüsüzlüğü, başına buyrukluğu kabul etmez. Aynı şekilde İslam dâvası, her şeyden önce bir dâvet dini olan, insanları dünya ve ahret saadetine çağırmayı esas alan İslam’ı, bu temel niteliğinin aksine tam anlamıyla bir şiddet ideolojisine dönüştüren herhangi bir hizbin insafına da terk edilemez.

Fransa’daki o paçavraya karşı Mehmed Akif’in “acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne” gibi bir tavır da takınılabilirdi, farklı tonlarda kolektif tepkiler de geliştirilebilirdi. Ancak, bağlamından kopardıkları ayet ve siyerden örneklerle meşruluk atfettikleri söz konusu silahlı eylemi savunanların bile, “Kuaşi kardeşler daha ölçülü davranabilir, sadece hakaret karikatürlerini çizenleri cezalandırmakla yetinebilirlerdi” gibi eleştiriler yapmak zorunda kaldıkları bu silahlı saldırı eylemi, yukarıda izah etmeye çalıştığımız üzere vahyi ölçüler ve Nebevi örneklik açısından onaylanması mümkün olmayan bir tepki biçimi olmuştur.

Maslahat açısından değerlendirildiğinde de söylenecek çok şey vardır mutlaka. Ancak biz bu makalede konuyu ilkesel düzlemde ele almak istedik ve zaten vahyin ölçüleri ile o ölçülere dayalı Nebevi örnekliğe uygun olmayan herhangi bir eylemin Müslümanlar açısından olumlu sonuçlar vermesi mümkün olamayacağı için bu çerçevede bir değerlendirmeye gerek bile duymuyoruz.

Son söz olarak şunu ifade etmekle yetinmek istiyoruz: İslam bir ölçü dini, dolayısıyla Müslüman ölçü insanıdır. Müslümanın ölçüsüz, nizamsız, fıkıhsız işi olmamalıdır. Müslümanlar olarak, başımıza buyruk değil, vahyi ölçüler ve Nebevi örneklik çerçevesinde kolektif akılla hareket etmek durumundayız.

DİPNOTLAR

[1] Bkz: Nûr, 24/31; Lokman, 31/18

[2] Bkz: Hacc, 22/78

[3] Bkz: Müzzemmil, 73/10; Müddessir, 74/5

[4] Bkz: Ahzab, 33/6

[5] “Allah'a ve Rasûlü'ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, dünyadaki aşağılanmalarıdır, ahirette onlar için büyük bir azab vardır. Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden önce tevbe edenler başka. Bilin ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Mâide, 5/33-34)

[6] Müzzemmil, 73/10

[7] Kalem, 68/44