Şükrü HÜSEYİNOĞLU

12 Ocak 2022

MUTAFFİFÎN DÜZENİ OLARAK KAPİTALİZM

Rabbimizin, biz insanlar için şaşmaz bir hidâyet kaynağı olarak bildirdiği Kitab-ı Kerim’i düzenli şekilde, tezekkür, tedebbür, tefekkür, teakkul ve tefakkuh boyutlarını bütünleştirerek okuyanlar (ki Rabbimiz bu şekilde bir okuyuşu/tilaveti Bakara 121. ayet-i kerimede “hakkıyla tilavet etmek” olarak niteliyor), Rabbani bir sâbite, istikamet kitabı olmasının yanında, Kur’an’ın aynı zamanda fırından yeni çıkmışçasına taptaze, son derece güncel bir kitap olduğunu kolaylıkla fark eder, her okuyuşta onun bu iki özelliğine tanıklık ederler. Bu sebeple, Müslümanlar olarak gündem okumalarımızı evvelemirde Kur’an çerçevesinde yapmak gerektiğini hep ifade etmeye çalışırım.

Kur’an’ın, tanıklık ettiğimiz gündemlerin ortasından konuşmakta olduğunu, o sıcak gündemlerin şah damarını yakalamış bulunduğunu müşahede ettikçe Kur’an’a hayranlığımız artar, ondan başka yol gösterici, istikamet belirleyici, ölçü menbaı aramanın beyhudeliğini tekrar tekrar kavrarız. Değil mi ki “Şüphesiz, bu Kur'an en doğru yola iletir ve sâlih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir.” (İsra, 17/9)

Kur’an’ı yegâne sâbite ve asli gündem kitabı olarak hakkıyla okuduğumuzda, her türlü dalâleti yerle yeksan eden bir hidâyet menbaı olmasının doğal sonucu olarak, onun bir mâbed kitabı değil hayat kitabı olduğunu, dua ve nüsuk kitabı olduğu gibi aynı zamanda alternatifsiz bir siyaset kitabı, alternatifsiz bir ekonomi kitabı, sosyoloji, psikoloji, pedagoji, hitabet, davranış bilimi vs kitabı olduğunu müşahede ederiz. Evet, Kur’an bize hakikat ve ona dayalı hâkimiyet öğretisi eksenli bütüncül bir hayat nizamı vaz eder ve onun her alandaki öğreti ve ölçüleri dün olduğu gibi bugün de taptaze, kıyâmete kadar da bu böyle olacaktır. Yeter ki insanlar fert ve toplum olarak Kur’an’ı hakkıyla kıraat ve tilavet etmeyi bilsin.

Geçtiğimiz ay yaşanan ve 21 Aralık gecesi Hükümetin TL mevduatlarına (faize yatırılan TL birikimlerine) kur garantisi veren düzenlemeyi açıklamasıyla son bulan “kur krizi” sürecinde yaşananlar, kapitalist ekonomi düzeninin nasıl bir üçkağıt düzeni, yağma ve yığma düzeni olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Piyasada oluşturulan bir algı sonucu, döviz kurlarının ve altın gibi değerli madenlerin birkaç hafta içinde dizginlenemeyen bir yükselişle yüzde yüz oranının da üzerinde bir değer kazanması ve bir gece açıklanan kararlarla tam anlamıyla çakılması ile büyük servetler hiçbir reel ekonomik faaliyet, emek vs söz konusu olmadan el değiştirdi. Birkaç haftada baş döndürücü gelişmeler eşliğinde servet transferleri gerçekleştirildi ve kur krizi böyle bir neticeyle noktalanmış oldu.

Hiddetlenen Olimpos Dağı tanrılarının kendilerine sunulan kurbanlarla sakinleştirilmesi misali, kapitalizm dininin piyasa adlı tanrısı da, belki milyonları bulan kurbanların servetlerini yutarak sakinleşebildi, şimdilik. Aslında kapitalizmin tarihine dair az çok bilgi sahibi olanlar, geçmişten bugüne onun bir kriz düzeni olduğunu bilirler. Doğal ve reel iktisadi faaliyetlere değil, baştan sona yağmaya ve yığmaya dayalı, sermaye esaslı bir iktisadi düzen olması hasebiyle, ortalama on yılda bir orta ölçekli, 60-70 yılda bir de büyük ölçekli krizler yaşaması, kapitalizm için sürpriz değil kaçınılmaz bir durum olarak yaşanagelmektedir. 1873, 1929, 2008 krizleri “kapitalizmin üç büyük krizi” olarak kayıtlara geçmiştir mesela.

Kapitalizm, adı üstünde kapitalcilik, sermayecilik/anamalcılık demektir. Ekonomik faaliyetlerin esası olarak, sermaye birikiminin gerçekleştirilmesini ve ona dayalı üretim-tüketim faaliyet ve süreçlerinin örgütlenmesini gören, kısacası sermayeyi esas alan bir iktisadi düzendir. Tarihi 16. asrın başlarına kadar uzanan, coğrafi keşifler ve onların sonucunda gerçekleştirilen kolonizasyon süreçler neticesi, dünyanın çeşitli bölgelerindeki yer altı ve yer üstü zenginliklerinin gasp edilerek Avrupa’ya taşınması ve meydana getirilen sermaye birikimleri ile burjuva sınıfının teşekkül etmeye başlaması kapitalizmin temellerinin atıldığı süreçler olmuştur.

Bu gelişmeler, beraberinde sanayi devrimini ve Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini getirmiş, kapitalizm zamanla kurumlaşarak sermayeyi güvence altına alacak ve giderek daha da güçlendirecek mekanizmaları geliştirmiştir. Faizle sermaye transferini ve dolayısıyla birikimini mümkün kılan banka sistemi bu mekanizmaların başında gelmektedir. Bu konuda, faizi haram kabul eden Katolik Kilisesi’ne karşı kapitalizmin imdadına, Jean Calvin Protestanlığı yetişmiştir.

Fransa’da Katoliklere karşı tutunamayıp İsviçre’ye sığınan Calvin ve takipçileri, interest (üretim için verilen/alınan kredi) ve usury (tüketim amaçlı verilen/alınan kredi) ayrımı yapıp, üretim için verilen/alınan faizin helal, muhtaçlara tüketim için verilen/alınan faizin ise haram olduğu gibi bir ayrımla faizi ve ona dayalı banka sistemini meşrulaştırdılar. Küresel anlamda bankacılık sisteminin en köklü ve güçlü olduğu ülkenin İsviçre olmasının tarihi arka planında da bu gelişme yatmaktadır.

Son yıllarda Türkiye’de aslında her ikisi de aynı anlamı ifade eden “riba” ve “faiz” kelimelerini, Calvinistlerin “interest” ve “usury” ayrımını esas alarak farklı kavramlar olarak konumlandırmaya ve oradan “Riba haram, faiz (hâşâ) helaldir” gibi bir yaklaşım üreterek kapitalizme teolojik hizmet vermeye heveslenen akl-ı evveller, bilinmektedir.

“Protestanlık’ın spekülasyon, borç verme, faiz, devlet müdahalesi konusundaki söylemleri kapitalizmin gelişiminde büyük etkisi olmuştur. Nitekim Cenevre, Bale, Amsterdam, Londra gibi Protestan merkezleri ticari kapitalizmin yoğunlaştığı yerler olmuştur… Calvin özellikle, Faizin günah olmadığını açıklayarak; o tarihe kadar borç verme işlemine konu olmadan yalnızca gelecek kötü günler için tasarruf edilmiş yastık altı paraları, iktisadi faaliyetlere yöneltmiştir.”[1]

Faiz, kadim dönemlerden bugüne parayla para kazanmanın, borçlandırma yoluyla servet transferinin en yaygın ve etkin enstrümanı olmuştur. Antik Yunan’da da, Roma’da da, İslam öncesi dönemin Mekkesinde de ve bugün de faiz, yağma ve yığma ekonomisinin temel aracı olagelmiştir. Bu konuda modern dönemlerin önceki dönemlerden farkı, faiz enstrümanının bankalar eliyle kurumsallaştırılıp profesyonelleştirilmesi olmuştur.

Tıpkı, insanlık tarihinde hep var olan, insanların mallarını haram yollarla yemek (gasp/yağma) ve kenz (biriktirme/yığma) yoluyla sermayedarlık düzeninin, modern dönemde kurumsallaşarak kapitalizm adlı bir ideolojiye dönüştürülmesi gibi. Aksi takdirde kimse Kur’an’da sözü edilen Karun’un[2] bir kapitalist olmadığını söyleyemez!

Kapitalizm faizle ve diğer üç kağıt enstrümanlarıyla, yoksullardan zenginlere sürekli işleyen bir servet transferi ve kenz (biriktirme), yağma ve yığma düzenidir. Oysa yegâne hak hayat nizamı olan Rabbimizin dini İslam, zorunlu bir varlık vergisi olan zekat başta olmak üzere, infak ve sadaka gibi gönüllü paylaşım öğretileriyle de, varlıklı olanların zenginliklerinde hak sahipleri olarak gördüğü[3] alt gelir gruplarına yönelik servet transferini farz kılmaktadır. Servetin tekelleştirilmesini kesin olarak yasaklamakta[4] ve insanların birbirlerinin malını haram yollarla elde etmelerini yasaklayıp, ancak helal kazancı meşru kılmaktadır.[5]

Tatfif, Kenz, Haram, Talan Ekonomisi

İslam dâvetinin tevhid ve adalet çağrısıyla sarsıntı yaşayan câhiliye Mekkesinde, dâvetin Mekkî sürecinin son yılında bir sûre inzal olmaya başlamıştı. Vahiy, ferdi ve ictimai tüm alanlarda insanların dalâletten hidâyete, zulümden adalete çıkmasını temin etmek gayesiyle tatlı bir sağanak olarak yağmaktaydı, Mekke semalarından. Mutaffifîn sûresiydi inzal olmakta olan. Doğrudan doğruya “Veyl olsun” ifadesiyle başlayan bir sûreydi. Rabbimiz, bir tutuma, işleyiş biçimine karşı gazabını bildirmekteydi. “Veyl olsun o mutafifîne, ki onlar insanlardan bir şey ölçüp tartarak aldıklarında ölçüyü tam yaparlar, kendileri onlara bir şey vermek için ölçüp tarttıklarında ise ölçüyü eksik yaparlar.” (Mutaffifîn, 83/1-3)

Bu ayetler, Mekke süreci boyunca câhiliye Mekkesindeki ictimai, siyasi, iktisadi bâtıl düzen ve işleyişi çeşitli yönleriyle konu edinen, orada câri olan yağma ve yığma düzenini teşhir ve zemmeden Rabbani mesajların bir devamıydı.

“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helal demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz” (Fecr, 89/17-20) diyordu mesela başka bir ayet grubu. “Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır” (Hümeze, 104/2) tanımı yapıyordu bir başka ayet, Mekke kodamanlarına dair.

Medyenliler nasıl ki, Şuayb (a.s.)’ın namazından, o namazın, putperstliği/heykelperestliği ve Allah’ın kulları için bahşettiği zenginlikleri yağma ve yığma ile tekelleştirmeyi (sermayedarlığı) hedef alan bir içeriğe sahip olması[6] sebebiyle rahatsızlık duymuş iseler, aynı rahatsızlığı Mekke egemenleri de Rasulullah (a.s.)’ın namazından duymuş idiler. Henüz risâletin ilk dönemlerinde onun namazını engelleme girişimlerinin[7] sebebi budur.

Bugün gerek Mutaffifîn sûresinin ilk altı ayetini, gerek yukarıda meallerini verdiğimiz diğer ayet grupları ve benzeri Mekkî ayetleri okuduğumuzda, söz konusu ayetlerin o gün değil de sanki bugün, doğrudan bugünün gündemine inzal olduklarını düşünürüz ve Kur’an’a olan hayranlığımız artar. “Kur’an’ın lafzı bir defa inzal olmuştur, fakat anlamı her an yeniden inzal olmaktadır” sözünü bizatihi müşahede ederiz. Yedinci asırda Mekke’de inzal olan söz konusu ayetler, bugün bize kapitalizmi ve kapitalistleri tanımlayıp tanıtmaktadır.

Mutaffifîn, “mutaffif” kelimesinin çoğuludur. Mutaffif, tatfif yapan kimse anlamına gelmektedir. “Tatfif” ise eksiltmek, değersizleştirmek, ölçü ve tartıda eksiklik yaparak hile yapmak demektir. İsfehanî, kelimeyi şöyle açıklamaktadır: “Tatfif: Önemsiz, az şey. Bu anlamda değersiz şeye ‘Tufâfet’ denir. ‘Taffefe’l keyle’: Kendisine tartılan kişinin payını eksiltti, tam vermedi.”[8]

İnsanların malını, elinde-avucunda olanı değersizleştirmek, ölçü ve tartıda hile yaparak onlardan eksiltip kendi malına katmak, hep kendi tarafına yontmak, Allah’ın, kullarına bahşettiği rızık ve zenginlikleri onlar arasında âdilâne şekilde paylaştırmak yerine, banka, borsa gibi üçkağıt sistemleriyle servet transferleri ve birikimi (kenz) gerçekleştirmeye çalışmak... İşte mutaffifîn, bu işleri yapan topluluk ve kurumların adıdır. Bu anlamda kapitalizm tam anlamıyla bir tatfif düzeni, kapitalist devletler, şirketler, aileler de bugünün mutaffifleridir.

Tabi bu konuda şunu da belirtmek gerekir ki, Rasulullah (a.s.) ve güzide arkadaşlarının (ashabının) nice çilelerle, Rabbimizin de inayetiyle vücuda getirdiği İslam inkılabının mirasına konmuş olmakla birlikte, onun devamı değil, bilakis tam anlamıyla “karşı-devrim” yönetimleri niteliğini taşıyan Emevi ve Abbasi sultanlıkları döneminde, İslam’ın makro bir egemenlik öğretisi olmaktan uzaklaştırılıp, mikro alanlara hitap eden bir mâbed dini, dar anlamda ahlak ve ibâdet öğretisi niteliğine mahkûm edilmesi sebebiyle, Kur’an’ın mesajlarının ictimai, siyasi ve iktisadi boyutları gündemden düşürülmüş, ferdi ahlaki öğretilere indirgenmiştir.

Günümüze kadar taşınmış olan mevcut anlayıştaki “İslam’ın şartları” öğretisi, bu indirgemenin ibretlik bir numunesini teşkil etmektedir. Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil münker, cihad gibi yükümlülüklerden bile arındırılmış bir “İslam’ın şartları” öğretisinin hiçbir bâtıl otoriteyi rahatsız etmeyeceği, açık ve acı bir gerçektir.

Kur’an’ın makro egemenlik öğretilerinin üzerini örtüp, onları salt kişisel ahlaki öğretilere indirgeme saptırmasından, Mutaffifîn sûresi ilk ayetleri de nasibini almıştır. Köklü bir Karunizm, kapitalizm eleştirisi yapan ayetlerin mesajı, bakkal amcanın şeker tartarken 20 gr eksik tartması meselesine indirgenmiştir. Evet, bu da bir tatfiftir, bunu yapan da mutaffiftir. Fakat asıl olan bu değildir. Bakkal amca yapsa yapsa 20 gr, 100 gr hile yapabilir. Yağma, yığma ve üçkağıt ekonomisi olan kapitalizm ise, sadece 0,001 gibi bir rakamsal oynama ile büyük vurgunlar yapabilmekte, büyük servetlerin el değiştirmesine yol açabilmektedir. İşte asıl tatfif budur, asıl mutaffif de bunu mümkün kılan kapitalist düzenlerdir.

Son kur krizinde de gördüğümüz üzere, oluşturulan manipülatif algı ortamı ile birkaç haftada rakamlar yerlerinden oynatılmış ve neticede büyük vurgunlar yapılarak, ölçüde ve tartıda hilenin makro plandaki en acımasız bir örneği gerçekleştirilmiştir. Kapitalizm, üç kağıt enstrümanlarıyla servet transferini ve bu yolla servetin belli ellerde toplanmasını (kenz/tekelleşme) esas aldığı için, bugün dünyada ve küresel kapitalist düzenin maalesef bir parçası olan Türkiye’de, çok büyük bir gelir adaletsizliği, tam anlamıyla bir uçurum söz konudur. Şairin “Dokuz kişiye bir pul, bir kişiye dokuz pul. Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa” diyerek zemmettiği durum küre ölçeğinde birebir yaşanmaktadır.

Sadece, içinde bulunduğumuz yıla dair şu rakamlar, kapitalizmin nasıl vahşi bir mutaffifîn düzeni olduğunu anlamaya yeterlidir: 2021 yılında dünyadaki nüfusun en zengin yüzde 10'luk kısmı tüm servetin yüzde 76'sına sahip iken, en yoksul yüzde 50’lik kesim ise servetin sadece yüzde 2'sine sahip durumda. Türkiye’de de benzer bir durum söz konusu. En yoksul yüzde 50 ülke gelirinin yüzde 4’üne, orta sınıfta yer alan yüzde 40 yüzde 29’una, en üstteki yüzde 10 ise yüzde 67'sine sahip durumda.

Evet, her şey apaçık ortada. Bir tatfif, kenz, haram, talan düzeni olan kapitalizm, Rabbimizin biz kulları için var ettiği nimet ve zenginlikleri, Karunlaşmış bir “mutlu ve putlu” azınlığın tekeline hasretmekte, bu yetmezmiş gibi çarkları her daim yoksullardan o zenginlere servet transferini devam ettirecek şekilde döndürmeyi sürdürmektedir. İki yıldır yaşanan salgın sürecinde yoksulların çok daha yoksullaştığı, buna karşılık Karunların servetlerini yüzde 75 düzeyinde artırmış olması, tatfif düzeni kapitalizmin çarklarının artık daha da hızlı döndüğünü gösteriyor.

İnsanlık her konu ve alanda olduğu gibi, ekonomi konusunda da Rabbimizin yegâne hak hayat nizamı olan İslam’a muhtaçtır. Tatfif değil mizan ve adalet, kenz değil paylaşım, haram değil helal, üçkağıt değil emek ekonomisini öğreten, reel ekonomiyi öngören ve emreden İslam’dan başka yerde izzet ve saadet yoktur.


[1]  Orhan Türkdoğan’ın “Endüstri Sosyolojisi, Türkiye'nin Endüstrileşmesi: Dün-Bugün-Yarın” (Töre Devlet Yayınevi) kitabından aktaran: İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk”, Cumhuriyet Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002

[2]   Bkz: Kasas, 28/76-82

[3]  “Yakına, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Bu Allah'ın rızasını isteyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Rum, 30/38; ayrıca bkz: En’am, 6/141; İsra, 17/26; Meâric, 70/24)

[4] “Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Rasûlü'ne verdiği fey, Allah'a, Rasûl'e, yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki bu mallar, sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Rasûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah cezalandırması pek şiddetli olandır.” (Haşr, 59/7)

[5] “Birbirinizin mallarını (faiz gibi) bâtıl yollarla yemeyin ve insanların mallarından bir bölümünü bile bile günahla yemek için onları hakimlere aktarmayın.” (Bakara, 2/188); “Ey iman edenler! Mallarınızı bâtıl yollarla yemeyin. Ancak aranızda karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaret müstesna. Ve birbirinizi öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.” (Nisa, 4/29)

[6] “Kulu, namazından men edeni gördün mü? Ya o kul hidâyet üzere ise ve takvayı emrediyorsa? Diğeri ise yalanlıyor ve haktan yüz çeviriyorsa? O, Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?” (Alâk, 96/9-13)

[7]  “Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın.” (Hûd, 11/87)

[8]    Müfredât, Rağıb el-İsfehanî, Sh: 637, Çıra Yayınları

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Ocak 2022 sayısında yayınlanmıştır)