Mescidden mabede savruluşumuz
Mabetler insanları aldatıyor. Sadece içerisinde işlenenleri ibadet sanma saplantısını doğuruyor zihinlerde. Oysa mü’minlerin meşru bütün davranışları ibadet kategorisindedir. Mescit, evet, Allah’a boyun eğilen yerdir.
Mescitten Mabede Savruluşumuz
Buhari, Sahih’inin salat babında Resul-ü Ekrem’in bütün yeryüzünü mescit olarak tanıdığını kaydediyor.. SCD kökünden türeyen arapça mekân ismi olan mescidin anlamı/karşılığı ise dik durmak, eğilmek, baş eğmek, alnı yere koymak şeklinde ifadelendiriliyor. Allah’ın elçisi olduğunu ilan etmesini müteakiben Resul-ü Ekrem’in Mekke’de müstakil bir mescidi yoktu/kurulamamıştı. O çileli yıllarda arkadaşları ile buluşmasını, birleşmesini her vakit Kâbe’de yapmak heveslisi idi. Zira Kâbe hanif olan İbrahim’in emaneti ve Allah’ın evi idi. Lâkin müşriklerin zulmü buna imkan tanımıyordu. Bazan Kâbe’de münferiden Allah’a yöneliyordu. Ama çoğu kere de bundan yasaklanıyor yahut ibadet esnasında kendisine hakaretler ediliyordu. Müslümanlar Mekke döneminde Kâbe’yi toplu halde ibadet edebilecek bir mescit haline bir türlü çeviremiyorlardı. Onların Mekke’deki mescidi genellikle kırlar, sokak araları, sahralar ve gizli gizli buluştukları kimi mü’minlerin evleriydi. Erkam’ın evi gibi mesela.
Bir evi, bir kır parçasını, sahrada bir mıntıkayı, göze çarpmayan sokak aralarını mescit olarak kullanıp toplandıklarında ne yapıyorlardı acaba? Elbette yerine getirdikleri ilk iş, Allah’tan gelen bilgi, belge ve buyrukların tedrisi idi. Müşriklere karşı takınılacak tavır, baskı altındaki mü’minlere destek, Allah’tan gelen haber/bilginin yaygınlaştırılması v.b. Sonuçta müşrik baskı dozunu artırınca mü’minlerin evlerini gizli gizli mescit edinerek biraraya gelmeye başlamışlardı. Doğrudan doğruya fiili baskıya maruz kalan kimi zayıf mü’minlerin ise Habeşistan’a hicret’ine karar vermişlerdi.
Özetlersek Mekke’deki sözü edilen mescitlerde Allah’a karşı kulluk bilincini keskinleştirecek her türlü muamele ve münasebetler geliştiriliyordu. Mü’minler arası velâyet, meveddet, muhabbet kökleştiriliyordu. Bilgi/haber akışı ve aktarımı yerine getiriliyordu.
Pekala Allah’a secde edilen mekân diye de isimlendirilebilecek bu mescitlerde bugünkü anlamda salat (namaz)ın yeri neydi? Mesela genel kültürümüz içinde bize mescit nedir diye sorulsa çoğumuz "içinde namaz kılınan mekân" diye cevaplandırırız. Mevlana Şibli’nin aktardığına göre salat ibadetini Resul-ü Ekrem önceleri yalnız başına ve bugünkü gibi beş vakit olmayarak ve gizli gizli eda ediyordu. Bir süre sonra müslümanlara da geceleri gizli gizli eda etmelerini söylemişti. Bugünkü gibi vakitleri belirlenmemiş salat ibadetinin mescitlerde topluca edası sonraki tarihlerdedir. Hz. Ömer’in müslümanlığı kabulünden sonra Kâbe’de toplu salat eda edildiğine dair bir bilgimiz vardır. Ama bunun devamlı olmadığına dair de bilgimiz mevcut. Demek ki Asr-ı Saadet’in Mekke döneminde bir mekânı mescit diye anmak için ille de onun içinde namaz kılınması gerekmiyordu. Çünkü yalnızca namaz değil, Resul-ü Ekrem’le birlikte yapılan her iş, ama her iş bizatihi Allah’a boyun eğmek, O’na ibadet etmek anlamı taşıyordu. Başka türlü düşünülebilir miydi?
Medine’nin mescidine bakalım. Tarihler Resul-ü Ekrem’in hicreti sonrasında Kuba köyünde bir mescit inşa edildiğinden söz açarlar. Ama Medine Site Devleti’nin hakimiyeti Allah adına müslümanlara geçince Mescid-i Nebevi’nin inşasına başlandığını biliyoruz. İnşaatta bizzat Resul-ü Ekrem’in de çalıştığı rivayet edilir. Mescidin duvarına bitişik olarak Resullulah’ın eşlerine de birer hâne yapılmıştır. Ayrıca yine mescide bitişik olarak evsiz barksızlar için barınak vazifesi görecek olan Suffa namlı bir mekân da ilave edilmiştir. Öyle ki mescidin avlusu ile sözkonusu hânelerin avlusu müşterekti.
Burası artık mü’minlerin içtima mahalli idi. Cemaat istediği gibi mescitte otururdu. Hatta Buhari’nin İlm Babında kaydedildiğine göre sırtüstü yatarak sohbet de ederlerdi. Yabancıların mescidin bir köşesinde uyudukları da görülürdü. Burada bağış kabul edilir, ticari müzakereler yapılırdı. Birgün bizzat mescidin içinde, Resulullah’tan izin alan Sudanlı ve Habeş gençler mızrak ve kalkanlarla bir gösteri bile yapmışlardı. (Bak. İslam. Ans. Mescit md.)
Burası kutsal bir bina değil tam manasıyla umumi bir karargâhtı. Tüm siyasal, sosyal, ticari işlerin merkezi idi. Elbet bunun yanında Medine’de bulunduğu sağlıklı dönemlerinde Resulullah’ın aynı zamanda ümmete topluca namaz kıldırdığı yer de burasıydı. Bugünkü anlamda kutsal mahiyet taşıyan en ufak bir eşyası bile bulunmayan Mescid-i Nebevi nikâhların kıyıldığı, muhakemelerin görüldüğü, savaş taktiklerinin tartışıldığı, eğlencelerin düzenlendiği, namazların kılındığı ve istirahatların yapıldığı bir mekândı.
Kur’an-ı Kerim’e de baktığımız zaman mü’minlerin topluca bulundukları bu mekânların mabet ve cami diye değil mescit diye adlandırıldığını göreceğiz (9/17-107;72/18 v.b.)
Mü’min topluluklar nasıl oldu da mescitlerden mabet ve camilere savruldular? Bizce meraka değecek kadar önemli bir soru bu. Kasabaların, şehirlerin büyümesi, nüfusun artması, farklı kavimlerin İslâm halkasına dahil oluşu ve İslami fetihlerin yepyeni coğrafyaları haritasına eklemesi gibi faktörlerin rolü üzerinde düşünülebilir. Yönetim biçimlerinin saltanata evrilmesi de belli başlı etmenler arasında sayılabilir. Buna yöneticilerin ihtirasını, adaletin değil zulmün artmasını, halk ile yöneticilerin arasının açılmasını da ilave edelim.
Sözgelimi Resulullah’ın evi mescidin bitişiği idi. Ama yeni sultanların sarayları halkın hiçbir vakit erişemeyeceği yüksek yüksek tepelere, kaleler, koruganlar ortasına inşa edilir olmuştu. Bunları da sayalım.
Böylece devlet mescitlerden elini eteğini çekmişti artık. Belki sadece cuma günleri cuma mescidine bazı sultanlar erkânı ve korumalarıyla lütfen teşrif eder, namazın edasından sonra yine sarayına çekilirdi.
Son resulün mesajının başlangıcından beri mescit esas itibariyle "her yer"di. Bütün yeryüzü mescitti. Değil mi ki mülkün sahibi Allah’tı. Öyleyse O’nun mülkü O’na boyun eğilecek mekândı. Mescitler yukarıdan beri sözünü ettiğimiz işlevini giderek iyice yitirdi. Öyle ki mescitlerden devletin eli, ayağı, kulağı, gözü çekilince onlarla başbaşa kalan halk, derdini anlatacak, hâcetini aktaracak bir yetkili bulamayınca, başladı derdini mescitlerin duvarlarına aktarmaya. Zanaatkârlar gösterişli yapılara imza attı. Sanatkârlar da iç mimariyi tezyin ettiler. Böylece dertlerini, meramlarını sağır duvarlara aktardılar. Muhteşem selâtin yapılar doğdu. Ama bu yapılar artık mütekâmil anlamda mescitler değildi. Bunlar kelimenin tam anlamıyla birer mabetti. Mescit "her yer" demek iken mabet "tahsis edilmiş yer" anlamı taşıyordu. Neye tahsis edilmiş diye sorulursa, denilecektir ki, elbette yalnızca namaza tahsis edilmiş... Resulullah zamanında yalnızca namaz kılmak maksadına matuf bir mescit yoktu. Ama artık müslümanların mabetleri vardı. Orada sadece ve sadece namaz kılıyorlardı. Bundan başka iş görmek zımnen yasaktı. Bir ara Osmanoğullarının Anadolu’da bilhassa Bursa’da inşa ettirdikleri mescitlerde Asr-ı Saadeti hatırlatan sadelik ve işlevsellik gözlendi. Ama Osmanlılar imparatorluk boyutunda büyüyünce o da unutuldu. Tarihi birer hatıra olarak kaldı.
"Evlerinizi tezyinatlı, mescitlerinizi sade yapınız" ifadesini resul sözü diye kitaplarında aktarıp duran müslümanlar önderlerinin bu nasihatına da kulak asmıyorlardı.
Öyle ileri gidiyorlardı ki mabetlerin tezyinatı niyetiyle tevhidi zedeleyen bir takım ifadeleri duvarlara yazmaktan sakınmıyorlardı. "Camide dünya kelamı konuşulmaz" diye korkunç bir hurafeyi de zihniyetlerine ekleyince sanki müslümanlar kendi elleriyle kendi mescitlerini neredeyse birer Mescid-i Dırar’a dönüştürüyorlardı.
Belki de bizim için karanlık dönemlerin birisinden başlayarak, siyasal irade, mescitlerin işlevselliğini bilinçli bir biçimde böylesine ciddi bir yön değişimine doğru savurdu, kim bilir?
Nitekim günümüzde artık tayin edilen memurlara yarı resmi bir hüviyet kazandırılmış hali hazırdaki mabetler, ruhu kaçırılmış, muhtevası boşaltılmış, tören niteliği kazandırılmış ritüellerin mekânına dönmüştür. Namaz ile birlikte, kutsal gece mevlidleri ötesinde hiçbir sosyal içeriğe sahip değildir. Resulün mescitleriyle bu mabetlerin arası nasıl da açılmış?
Bizce şimdiki mabetlerin özellikle de birer mimari şaheser olanları ancak Yahya Kemal gibi alnı secde görmemiş bohemlerin yüreğini hoplatır. "Süleymaniye’de Bayram Sabahı" gibi sahiden dokunaklı ve güzel şiir, içerisinde hiçbir uhrevi kaygı taşımayan, tamamiyle seküler bir hazzın terennümüdür.
Mescitlerin şiiri ise Mehmed Akif’in Safahat’ında mündemiçtir. O, mescitlerdeki ilahi, inkılabi ruhun yitip gittiğinin farkındadır. Bu yüzden mabetlerin yeniden mescide inkılabı için çırpınmıştır.
Mabetler insanları aldatıyor. Sadece içerisinde işlenenleri ibadet sanma saplantısını doğuruyor zihinlerde. Oysa mü’minlerin meşru bütün davranışları ibadet kategorisindedir. Mescit, evet, Allah’a boyun eğilen yerdir. Ama tüm yeryüzü bu hüviyete sahiptir. Üstelik Allah’a boyun eğme biçimi, yalnızca namaz değil, marufu emreden, münkerden nehyeden bütün iş ve davranışlarımızdır.
(Metin Önal Mengüşoğlu / İktibas - Sayı 277)
-
mozgulnar 27-02-2010 19:41
evet doğru insanlar cuma günü camiler doluşurlar,diğer günlar bir saf bile bulunmazken cuma günü cami nerdeyse dolar bazende taşar. Ancak camide ne yapılıyor soruna gelince insanlar boş,anlamsızca beklerken yada yapacağı işi,ticareti düşünürken yada gündelik işlerin derdinden birde bakmış ki namaz kılınmış ve millet çıkıyor ,ne namazda haz duyulmuş nede kalpler tatmin olmuş öylesine sıradanlaşmış hayat...