Ne kadar yumuşarsanız yumuşayın, olmuyor
Özlem Albayrak, başörtüsüne ve başörtülülere yönelik zulmün geldiği noktaya ilişkin dikkat çekici bir yazı yazdı.
Özlem Albayrak, başörtüsüne ve başörtülülere yönelik zulmün geldiği noktaya ilişkin dikkat çekici bir yazı yazdı.
Hükümet’in, "dindarların", "muhafazakârların" tavsayan hallerini eleştiren Albayrak “Şaka gibi olan şu; Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın eşlerinin örtülü olmasını yeter-şart görmese bile, en azından “denedik, olmadı” sularında yıkanarak gönül felahına çıkan AK Parti camiasının ve aslında tüm muhafazakarların “kapatalım artık bu bahsi” bıkkınlığının, giderek kısılan sesinin; laik-kemalistlerin sesinin daha da yükselmesine sebebiyet vermesi. AK Parti’ye ve hükümete nefretinin faturasını sokakta gördüğü, mahkemede gördüğü, hastanede gördüğü ve “doğal temsilci” addettiği örtülüden çıkaran bu kesimin, ses yükseltme sınırının en temel insan haklarına tecavüz noktasına gelmesi.” diye yazdı.
Yazının sonu da çarpıcı: “Bir düşüncem de şu: Siz ne kadar sütlü tatlı kıvamına gelirseniz gelin, şirinlik muskası takılırsanız takılın, ne kadar yumuşarsanız yumuşayın, olmuyor. Ne kadar ortak yaşam bölgesi açmaya çalışırsanız çalışın, fundamentalizm geliyor, “tehdit” algısını kopyalıyor, çoğaltıyor, büyütüyor, koyultuyor.
Hasta ölüme terk ediliyor, hakim “çarşaflı” kadına hakaret ediyor, öteki sokakta laf atıyor, beriki başörtüye darbe yapmakla övünüyor. Bence, biraz serin durmanın zamanı geldi de geçiyor.”
Yazının tam metni:
Nefes almak senin neyine vesayet?
Özlem Albayrak / Yeni Şafak
Geçen hafta iki haber aldık. İlki; Fatih 1. İcra Mahkemesi’nde bir hakim, salondaki çarşaflı vatandaşa “çarşaflı” olduğu için “terbiyesiz, ahlaksız, ukala” dediği yönündeydi. Hemen hemen aynı günlerde, Çapa Tıp Fakültesi’nin acil servisinde bir hastaya Aynur Tezcan (30), annesi “çarşaflı” olduğu için bakılmadı. Yüksek ateşli olan hasta 6 buçuk saat bekletildiği için beyin ölümü gerçekleşti. Üstüne üstlük ambulans şoförü, çarşaflı hasta yakını ve başörtülü kızı taşıdığı için azarlandı.
Şimdiye dek örtülüler, “dini kimlikle objektif olamayacakları” gerekçesiyle kamu görevi yapamıyorlardı, laik görüntüyü bozdukları için okullara giremiyorlardı. Demek ki bu eşik, “dini kimlikle nefes alıp vermelerine” kadar geriledi.
Hayır, “sizleri CHP’nin engin hoşgörüsüne havale ediyorum” diyecek, latife yapacak halde değilim; çünkü ne kimliği nedeniyle bir hastanın ölüme terk edilmesi, ne de “başı açık” olan devlet memurunun, örtülüler kamuda çalışırsa “ayrımcılık yapma” ihtimalinin olacağı tezini gümbür gümbür çökerttiği, açığın örtülüyü kıyafeti yüzünden aşağıladığı diğer vak’a şaka kaldırır cinsten değil.
Şaka gibi olan şu; Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın eşlerinin örtülü olmasını yeter-şart görmese bile, en azından “denedik, olmadı” sularında yıkanarak gönül felahına çıkan AK Parti camiasının ve aslında tüm muhafazakarların “kapatalım artık bu bahsi” bıkkınlığının, giderek kısılan sesinin; laik-kemalistlerin sesinin daha da yükselmesine sebebiyet vermesi. AK Parti’ye ve hükümete nefretinin faturasını sokakta gördüğü, mahkemede gördüğü, hastanede gördüğü ve “doğal temsilci” addettiği örtülüden çıkaran bu kesimin, ses yükseltme sınırının en temel insan haklarına tecavüz noktasına gelmesi.
İlginç olansa şu: Mütedeyyin kesim liberalleştikçe, ortak yaşam alanları bulmaya çalışıp, kendilerine önyargıyla bakan kesimlerle uzlaşmaya çabaladıkça, dindar diye tanınan erkekler bırakın tokalaşmayı -alışkanlıktan olsa gerek- tanışma faslında örtülü kadınlarla yanak yanağa öpüşmeye hamledecek kadar lightlaştıkça, “kötü giyiniyorsunuz” dedikleri için dindar kadınlar, birer Sex and The City karakterine dönüştükçe, muhafakazar kanallarda ilaç niyetine, konuk nevinden olsun başörtülü tek bir kadına yer verilmedikçe, Kemalistler’in gözünde tehdit daha da büyüdü.
Okullara girememekten, kamuda görev alamamaktan çoktan çıktı, iş hakem olması gereken, adil durması beklenen bir hakimin salondaki kadına kıyafet terbiyesi vermesi noktasına, örtülünün tedavi hakkının ihlaline kadar vardı. Gündelik sokak tacizleri zaten vakay-i adiye. Kimse kusura bakmasın ama bu nefret; kimilerince anlaşılabilir bulunabilecek, “bunlara yüz verirsen, Türkiye’yi İran yaparlar” savını da, “yaşam tarzı kaygısı”nı da, “devletin kuralları var” gerekçesini de aşan bir gerçeğe tekabül ediyor: Fundamentalizme.
Fundamentalizmle kozmopolit hoşgörüyü karşıt uçlar olarak niteleyen Giddens, “Bizden farklı düşünen, farklı yaşamlar süren insanlarla ilişki kurduğumuz bir dönemdeyiz. Kozmopolitler bunu memnunlukla karşılarken; fundamentalistler, bu eğilimi rahatsız edici ve tehlikeli buluyor. Yepyeni ve saflaşmış bir geleneğe, genellikle de şiddete başvuruyor” diye açımlıyor bunu.
“Aaa ne alaka” demesin kimse, bugün Kemalizm; ritüelleriyle, litürjisiyle, ruhban sınıfıyla, ibadet mekanıyla, Atatürk’e değen bir inek bile olsa cezalandırma tepkisinin gösterdiği gibi sofularıyla, radikalleriyle, dini fundamentalizmden beklenen her türlü refleksi gösteren bir ideolojinin adı.
Kemal Alemdaroğlu bile, artık yangında ilk terk edileceğin “örtü” olduğunu fark etmiş; örtü düşmanlığının, hükümeti devirmeye, demokrasiyi yoketmeye yönelik tüm girişimleri neredeyse temize çıkaracak kullanışlı bir manivela haline geldiğini içselleştirmiş sanki; mahkemede kendini “Türbana karşı darbe yaptığım için buradayım” diye savunabiliyor. Hakimin, aşağılamak bir yana, “yorulduysanız ara verebiliriz” nezaketine muhatap olarak hem de…
Rektörlüğü döneminde ‘ikna odaları’yla tanıştığım Alemdaroğlu’na, doyana, tatmin olana, çatlayana, tıksırana kadar “darbe” yapacağı, Kenan Evren’e komşu mesafesinde, etrafı dikenli tellerle çevrilmiş şirin bir güney kasabası tahsis etmek ve şahsiyetlerinin orada ömrünce Fazıl Say dinleyip, hergün TSK’nın sitesine girip çıkarak, Cumhuriyet okuyup, gençlik iksiri yeşil otlar ve taze balık yiyerek yaşaması için, insanlık namına ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Bir düşüncem de şu: Siz ne kadar sütlü tatlı kıvamına gelirseniz gelin, şirinlik muskası takılırsanız takılın, ne kadar yumuşarsanız yumuşayın, olmuyor. Ne kadar ortak yaşam bölgesi açmaya çalışırsanız çalışın, fundamentalizm geliyor, “tehdit” algısını kopyalıyor, çoğaltıyor, büyütüyor, koyultuyor.
Hasta ölüme terk ediliyor, hakim “çarşaflı” kadına hakaret ediyor, öteki sokakta laf atıyor, beriki başörtüye darbe yapmakla övünüyor. Bence, biraz serin durmanın zamanı geldi de geçiyor.
-
HUSEYIN SASMAZ 03-06-2009 23:26
TOPLUMDA MEYDANA GELEN ŞİDDETLİ İÇ SARSINTILAR Toplumda meydana gelen şiddetli iç sarsıntılar, doğal olarak ümmette bir canlılığın doğmasını sağlar. Sonuçta ümmetin fertleri arasında ortak bir duyarlılık ve anlayış doğar. Bu uyanış, kurtuluşa götürecek bir çözümü doğuracağı gibi sarsıntının sebeplerinin derinlemesine tefekkürünü ve sebeplere ilişkin fikri incelemeyi de doğuracaktır. Sonuçta karşılaştırmalar ve üstünlük mukayesesi ile birlikte, ümmetin geçmişini, bu gününü ve geleceğini, halk ve ümmetlerin tarihini ve kalkınma yollarını kapsayacak olan fikri çalışma; aklın doğruyu bulmasına yol açacak ve yapılan incelemelerden çare ve çözümler türeyecektir. Müslümanlar; yüzyılın başında tüm varlıklarını derinden sarsan, ülkelerini paramparça eden, toplumları fırkalara ayıran, Hilâfet Devletini ortadan kaldıran çok şiddetli bir sarsıntı geçirdiler. Bu sarsıntı sonucu İslâm; hayat, devlet ve toplumda uygulama sahasından uzaklaştırıldı, Müslümanlar ruhlarını kaybederek adeta ceset haline geldiler. Hilâfet devleti yıkıldıktan sonra İslâm devleti çeşitli yeni oluşumlarla küçük devletçiklere bölündü. Bu devletçikler önce doğrudan doğruya küfür devletlerinin boyunduruğuna girdiler. Daha sonra kâfir devletlerle işbirliği halindeki Müslüman kökenli ajanların yönetimine geçtiler. Sonuçta bütün İslâm beldelerinde küfür rejimleri eliyle küfür hükümleri uygulanmaya başlandı. Bu şiddetli sarsıntıyı bir başkası takip etti. Küfür devletleri ve işbirlikçileri Arap idarecilerle bir araya gelip Filistin aleyhine çevirdikleri entrika ve hilelerle İslâm toprakları üzerine İsrail Devletini kurdular. Bu iki büyük sarsıntı Müslümanların nefislerinde büyük tesirler bıraktı ve her biri kendi dertlerine düştüler. Kurtulmak amacı ile İslâmi, hatta gayri İslâmi hareketlere giriştiler Ancak bu iki büyük beladan kurtulamadılar. İkinci sarsıntıyı takiben Hizb-ut Tahrir teşkilatı kuruldu. Müslümanların içine düştüğü felaketlerin önemini hisseden bir kısım Müslümanlar İslâm ümmetinin bu gününü ve geçmişini gerçekçi bir şekilde ele alarak Müslümanların uğradığı felaketleri, komploları, yenilgileri ve bunların nedenlerini incelediler. Bunlara ilaveten Müslümanların ve İslâm beldelerinde yaşayan toplumların durumunu, bu beldelerde yaşayan ümmetin idarecileri ile ve idarecilerin ümmetle olan ilişkilerini, bu coğrafyalarda uygulanan hükümleri, rejimleri, ve Müslüman toplumlarda hakim fikir ve duyguları tafsilatlı bir şekilde ele alıp incelediler. Bütün bu hususları inceden inceye araştırdıktan ve Müslümanların kurtuluşu için girişilen İslâmi ve gayri İslâmi tüm hareketleri de gözden geçirip inceledikten sonra elde ettikleri tüm bilgileri İslâm'ın hükümleri ile karşılaştırdılar. Tüm bu yoğun araştırma ve incelemeler sonucunda sınırları belli, açık ve anlaşılır bir fikre ulaştılar ve sonuçta Hizb-ut Tahrir hareketini oluşturdular. Bu araştırma ve incelemelerden sonra Hizb-ut Tahrir; İslâm Ümmetinin ölüm kalım meselesinin; İslâm'ı hayata, topluma ve devlete tatbik etmek, davet ve cihad yolu ile İslâm risaletini tüm dünyaya taşımak olduğu sonucuna ulaştı. Bu temelden hareketle Hizb-ut Tahrir amacını; İslâmi hayatı yeniden başlatmak ve İslâmi daveti yüklenme ilkesi ile sınırlandırdı. Ümmet içerisinde de bu amaca ulaşmak için çalışmalarına başladı. İslâmi hayata yeniden başlamakla kastedilen, Müslümanların; tekrar akide ibadet, ahlak, muamelat, yönetim, ekonomi, eğitim, diğer halk, ümmet ve devletlere karşı takip edilecek olan dış politikada İslâm'ın tüm hükümlerin uygulanması, Müslümanların yaşadığı ülkelerin Daru'l İslâm'a, buralarda yaşayan toplumların da İslâmi toplumlara dönüştürülmesidir. İslâmi hayata yeniden başlamak ancak, Allah'ın kitabı ve Rasulullah (SAV)'in sünneti üzerine itaat edilmek üzere biat edilen Müslümanların Halifesinin seçilerek Hilâfetin yeniden kurulması ile gerçekleşebilir. İncelemeleri sonucunda Müslümanların ölüm-kalım meselesini belirleyen Hizb-ut Tahrir, Müslümanların bütün güçlerini harcayacakları hedefi ve bu hedefi gerçekleştirmelerindeki amacı da belirledi. Aynı şekilde, amacını gerçekleştirmek ve hedefe ulaşabilmek için takip etmeleri gereken metodu da belirledi. Bu metod; Allahu Teâla'nın kendisini elçi olarak göndermesinden, Medine'de İslâm devletini kurmasına kadar Rasulullah (SAV)'in izlediği ve titizlikle üzerinde hareket ettiği yoldur. İslâmi hayatı yeniden başlatmak amacıyla başlatılacak bir hareketin verimliliği için bu hareketin ferdi bir hareket olarak kalması caiz değildir. Aksine kitlesel bir çalışma olmalıdır. Zira ferdi çalışma İslâmi hayatı yeniden başlatma hedefini gerçekleştirme gücünden yoksundur. Ayrıca akli ve düşünsel kabiliyetleri ne kadar yüksek olsa da ferdin tek başına böyle bir hedefi gerçekleştirmesi mümkün değildir. İşte bu sebeplerden hareketle amacın bir cemaatle gerçekleştirilmesi gerekir. Hilâfetin kurulup yönetimin tekrar Allah'ın indirdikleri ile olması için yapılacak çalışmanın bir kitle, parti ya da cemaat içinde kitlesel ve siyasi bir çalışma şeklinde yapılması gerekir. Siyasi olmaması caiz değildir. Zira Hilâfetin kurulması ve Halifenin seçilip atanması siyasi bir çalışmadır. Aynı şekilde Allah'ın indirdikleri ile hükmetmek de bir siyasi çalışmadır. Bu nedenle siyasi çalışma dışında bir çalışma ile bu amacın gerçekleşmesi mümkün değildir. Hizb-ut Tahrir İdeolojisi İslâm olan siyasî bir partidir. Siyaset onun amelidir. Ümmet arasında ve ümmetle birlikte, İslâm'ı kendilerine dâvâ edinmeleri ve Hilâfet'in yeryüzünde tekrar ikamesi için; Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyi gerçekleştirmek gayesiyle ümmete önderlik etmeye çalışır. Hizb-ut Tahrir; ne ruhaniyetçi, ne ilmî, ne akademik ne de hayır işleriyle uğraşan bir kitle olmayıp siyasî bir kitledir. İslâm düşüncesi, onun cisminin ruhu, nüvesi ve hayatının sırrıdır.