Nihat GÜÇ

18 Haziran 2022

NE OLDU BİZE?

Sıkıntıya ve zorlanmaya gelmiyor insan. Gururuna yediremiyor birçok unsuru. Zira tahammülü ve katlanmayı tedavülden kaldıralı yıllar oldu. Bu vesileyle ortalıkta ne hak kalmış ne de hukuk. Ne kul kalmış ne de kulluk. 

Bilinçli bir şekilde düzenlenen ve belli bir hedefe matuf olan eğitim sayesinde bütün yaşam alanları ‘benim içindir’ anlayışı pompalandı zihinlere. Pohpohlandı sineler. Ben varsam her şey vardır ve dünya ancak benimle güzeldir. Ben yoksam ya da benim için yoksa hiçbir şeye güzel değildir ve behemehal yok olmalıdır. Bu felsefe anlayışı bir ahtapotun acımasız kolları gibi sarıp sarmaladı her kesimden insanı. Perçinledi yürekleri, kararttı gözleri, sağırlaştırdı kulakları. Sarpa sardı yolları. Önünü göremeyen insan robotlaştı. Robotlaşan gözler artık dünyayı farklı görmeye başladı. 

Kalabalıklar içinde kimsesizliği yaşamak zorunda kalan insan; yalnızlığın, biçareliğin farkına dahi varamadı. Teknolojik bazı robotlar icat etmekle insanlık zirveye çıkmadı, bu gidişle de çıkmayacak. İcat edilen her robot insanın robotlaşmasına katkı sağlamaktan öte, kim ne derse desin, bir işe yaramadı. İnsanlığı hunharca harcadı kurt postuna bürünmüş kuzu görünümlü kurtlar. 

Şahsen: “O, (senin yanından) ayrılınca yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeğe çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara/205) Bozguncuları hayatımızdan tart etmekten ve bozguncu olmaktan vaz geçmekten başka bir çıkış kapısı görünmüyor. İnsana, insanlığını geri vermekten başka bir çıkış kapısından da henüz geçmiş değilim.

Nemelazımcılık diz boyu. Kimse kimseye karışamıyor, kimse kimseye dokunamıyor, iyilik ve güzellik adına herhangi bir tavsiyede veya telkinde de bulunamıyor. Her armudu toplayan eller bu konuda hiçbir şey toplamak istemiyor. Her sözü dillendiren dil, ne yazık ki doğru bir söz telaffuz etmek istemiyor.

Sahi ne oldu bize?

“İman edenlerin, Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid/16) 

Kalbimiz mi katılaştı yoksa üzerimizden uzun bir zaman mı geçti? Zaman geçtikçe kalbi katılaşanlardan mı olduk yoksa? Duymayan, hissetmeyen, farkına varmayan, kendi kendine çalan ve oynayan bir kalp…

Tiyatro izleyen zihinler işgal altında. Hayatı oyuna çeviren tiyatro oyunları insanoğlunu; alenen işlenen melanetleri, ulu orta sergilenen pislikleri, ilahi gazabı mucip hareketleri sahnede sergilenen birer oyun olarak görmeye sevk etti. 

Evet! Her şey birer oyun. Oyna ve eğlen. Ne ile oynarsan, nasıl oynarsan oyna kimse karışmaz/karışamaz sana. Özgürsün! O halde özgürlüğün zirvesine ve özgürlüğün zirvesinde oyna. Tekmele her şeyi. Yumrukla önüne konulanları. Ne var ne yok diye içine bakma. Böyle bir gereksinim de duyma. İlahlaş ve ilahlaşanlarla oynaş. Sen bir tiyatrocusun, sahnedesin ve tiyatro oyunu sergiliyorsun. Kim karışabilir ki sana? Kim müdahale edebilir ki sana? Kim bir söz söyleyebilir ki sana? Kim kem gözlerle bakabilir ki sana?

Sanırım: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.” (Al-i İmran/104) ayetinden haberdar olan kalmadı bu dünyada. Ben varım diyenler de diskalifiye edildi bir şekilde. Belki de kötülükler aleni işlensin diye kötülük kavramı bilerek ve isteyerek iç edildi. İçi dışına getirildi. Sular tersine akıyor şimdi. Hatta sürü tersine dönünce uyuz keçinin başa geçmesi gibi bir ahval sergileniyor tiyatro sahnesinde. Bu kavram bir başka tanımlanıyor, bir başka kazınıyor körpe dimağlara. Farklı tanımlamalar sonucunda kötülük kılık değiştirdi, şekil değiştirdi, farklı bir kimliğe büründü ve kimsenin müdahale edemeyeceği bir şekilde korunmaya alındı. Bunun için müzeler bile oluşturuldu. Müdahale olmasın, zarar görmesin diye eli silahlı nöbetçiler gece gündüz nöbet tutuyor çevresinde. Kameralar pür dikkat çevreyi gözetliyor.

“Sizden kim bir kötülük görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu da, imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman, 78) hadisi bu toplum için artık geçerli değil(!) Bu konuyla alakalı ayetler ve hadisler olsa olsa medeniyetle tanışmayan, Allah’a meydan okumayan, zihinleri işgale uğramamış, bedevi insanlar için geçerlidir(!) Çünkü kötü insanlar, kötülük işlerler. Biz medeni insanlar(!) kötü olmadığımıza göre kötülük de işlemeyiz, böyle bir işe tevessül de etmeyiz. Bu bizim işimiz de aşımız da değil. kötülüğü ancak bedeviler işler. Medeniyetin zirvesine çıkarak yarı tanrılaşmış, hiçbir şeye ihtiyacı kalmamış insanların kötülük işlemeleri söz konusu olabilir mi hiç? 

Paylaşmak, kardeş olmak hak getire. Yolda beraber yürümek, aynı mekanı paylaşmak, ortak iş yapmak bulunmaz hint kumaşı oldu. İsmi konulmamış olsa da insan, ilahlaşma yolunda hızla ilerliyor. İlahlaşan insan, yeni ilahlar bulma telaşında. Edindiği sayısız ilahlar, ne yazık ki derdine derman olmuyor, yarasını sarıp sarmalamıyor modern insanın. Kurtarıcı diyerek dört elle sarıldığı hiçbir şey öğütüldüğü cendereden çıkmasına yardım etmiyor.

İnsanoğlu güllük gülistanlık olmasını istiyor kainatın, ancak yaptığı ne gül ne de gülistan. Sihirli bir el dokunmayınca insan benliğine, sinir uçları birbirine değerek kontak yapıyor. Ateşler fışkırıyor ortalığa. Hep iniş olsun hep iniş olsun derdinde. Ahiretten, hesaptan ve kitaptan fersah fersah uzak bir yaşam alanında top çeviriyor. Bir kaç merdiven dahi tırmanmaya tahammülü kalmadı insanlığın. Az önce tahammülü tedavülden kaldırdığımızı yazdık ya. Bu kadar tahammülsüzlük, bu kadar umutsuzluk içinde mükemmeli aramak aymazlıktan başka ne olabilir ki? Eğreti bir dünyada mutluluğu bulamıyor haliyle, hırçınlaşıyor, saldırganlaşıyor bu yüzden. 

İlahlaşan insan, İlahın tekliğine tahammül eder mi?

Bütün tahammülsüzlüğü buradan başlıyor. Bu vesileyle kendisine, yaşamına, düşüncesine ve çevresindeki iş ve işlemlere kimseyi karıştırmak hatta yaklaştırmak bile istemiyor.

Kaybolan ve her gün biraz daha yok olan insanlık için yeni arayışlara ve yeni maceralara girişmeye hiç gerek yok. Bunun için dünyayı yeniden keşfetmeye lüzum de yok. İnsanı, insanlığı Kur'an ile, Peygamber (s.a.v.) ile, din ile, iman ile tanıştırın yeter. En büyük hedefiniz, en büyük gayretiniz, en büyük arayışınız, sa’yınız bu olsun. Zira nerede bir sorun varsa, nerede insanlık kaybolmuş ise, nerede ahlak, erdem ve üstün meziyetler alt üst olmuşsa iyi bilin ki orada Kur'an ile tanışmayan, Allah’ı bilmeyen, dinden bihaber insanlar vardır. O halde; “Kendileri için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi bulunmaksızın, Rab’lerinin huzurunda toplanmaktan korkanları, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, onunla (Kur’an ile) uyar.” (Enam/51) Bizim için en büyük reçete bu. En geniş kurtuluş kapımız da bu. 

Ancak Kur’an ile uyarabilmek için evvela korku lazım insana. İlahi emirlerden korkmayan bir insan için davul zurna her zaman az kalacaktır. Korkuyu tedavülden kaldırarak bir tas su içen insanlığın üzerinden sanırım yıllar geçti. Bulmak için geri dönmek, kaybettiğimiz bütün değerleri kaybettiğimiz yerde hem de yeniden aramak gerek. 

Arayan bulurlar. Bulanlar da ancak arayanlardır.

Unutmayınız! Yüce Allah bir topluma, bir millete, bir bölgeye, bir kavme, bir insana helak azabını gönderdiğinde üzerine: “Bu Allah’ın bir azabıdır.” diye yazmaz. Herhangi bir etiket, herhangi bir mühür de vurmaz üstüne.

Ordularını seferber etti mi vay o insanların haline.

İşte o vakit ne dönüş kapısı kalır ortada ne kaçış...