Neden Müslüman oluyorlar?
`Merhaba, ben David. Fransa`dan arıyorum. Televizyon programcısıyım.` dedi telefondaki ses. `11 Eylül`den sonra Fransa`da Müslüman olanların sayısı arttı. Bunu araştırıyoruz, sizinle röportaj yapmak istedik.` diye devam etti. İlginç bir tespitti bu. Sanki tam tersini bekliyordu insan. 11 Eylül`le birlikte bir taraftan İslamofobi yükseliyor, diğer taraftan Müslüman olanların sayısı artıyordu.
Neden Müslüman oluyorlar?
"Merhaba, ben David. Fransa'dan arıyorum. Televizyon programcısıyım." dedi telefondaki ses. "11 Eylül'den sonra Fransa'da Müslüman olanların sayısı arttı. Bunu araştırıyoruz, sizinle röportaj yapmak istedik." diye devam etti.
İlginç bir tespitti bu. Sanki tam tersini bekliyordu insan. 11 Eylül'le birlikte bir taraftan İslamofobi yükseliyor, diğer taraftan Müslüman olanların sayısı artıyordu. Avrupa basınında yer alan haberler de Fransız televizyoncuyu teyit ediyordu. New York Times, Daily Telegraph, Sunday Times benzer haberler yayınladılar. The Times 11 Eylül'den dört ay kadar sonra 7 Şubat 2002 tarihli nüshasında Hollanda İslam Merkezi'ne Müslüman olmak üzere başvuranların sayısının 10 kat arttığını bildiriyordu. Genellikle genç Batılıların Müslüman olduğunu vurgulayan bu haberlerden çıkan en önemli sonuç şuydu: "Batı'ya kızan, Müslüman oluyor."
Tony Blair'in baldızı Lauren Booth, birkaç gün önce Müslüman olduğunu açıklayınca 11 Eylül sonrasındaki bu gelişmeleri hatırladım. Neydi bu insanları özellikle 11 Eylül'den sonra İslam'a çeken sebep? Tamam, İslam'ın nasıl bir din olduğunu anlamak için kitap okuyanların sayısı artmıştı; İngilizce, Almanca, Fransızca Kur'an mealleri fazla satmaya başlamıştı. Ama İslam aleyhine bu kadar olumsuz havanın oluştuğu bir coğrafyada insanları o taraftan bu tarafa iten başka nedenler olmalıydı. Müslüman olan insanları dinlediğiniz zaman, onların sosyo-politik arka planlarını gördüğünüz zaman meseleyi anlıyordunuz. Bu insanlar 11 Eylül'ü Batı kapitalizmine karşı bir saldırı olarak görüyorlardı. Çünkü bir zamanlar sosyalizme gönül vermişlerdi. Kapitalizme karşı çıkışı sosyalizmden sonra İslam'la dillendiriyorlardı. Kendi toplumlarının olumsuz yönlerine karşı geliştirdikleri tepki, bu insanların bir başka dine yönelmesini kolaylaştırıyordu. Lauren Booth da böyle bir motivasyonla çıkmıştı yola. Filistinlilere yardım götürmüştü. Onların maruz kaldığı zulme karşı çıkmıştı insanlık adına. Mazlumların yanında yer almak istemişti. Mavi Marmara'yla sembolleşen yardımların başlangıcında onun da adı vardı. Manevi zenginlikle tanıştı İslam dünyasında. Ne kadar sekülerleştiğini, kutsaldan ne kadar uzaklaşmış olduğunu hissetti Müslüman diyarlarda. İran'da Fâtıma Mâsûme'nin türbesinde o his doruğa ulaşıp İslam'la müşerref oldu. Şimdi de "En büyük arzularımdan biri Sultanahmet'te namaz kılmak." diyor Lauren Booth kutsalı hissetmek adına.
Aslında her Batılı mühtedinin (İslam'a giren) kendisine ait bir serüveni vardır. Psikolojik, sosyolojik nedenleri vardır kendi dinini, kültürünü terk etmek için. Belki travmalar yaşamıştır hayatta. Ama hep bir ortak nokta vardır son adımı attıran, "haydi İslam kapısından gir artık" dedirten. Kutsalla buluşma arzusudur o. Çünkü maneviyatla bağlarını koparmış bir toplumun sızılarını hissederler bilinçaltlarında bir yerlerde. Onun için, sekülerden kutsala uzanan yolculuktur onların hikâyesinin asıl adı.
Neler olur, neler biter Müslüman olmadan önce?
Uzun bir süreç yaşanır İslam'dan önce. Başlangıçta duygusal motifler, bireysel travmalar vardır. Tamamıyla entelektüel motiflerle yaşayarak İslam'a girenlerin sayısı fazla değildir. "Hıristiyan teolojisinin falanca doktrini beni pek açmıyor, iyisi mi ben daha iyi bir teoloji bulayım" gibi bir motivasyonla yola çıkanlar yoktur pek. Duygusal bir başlangıç söz konusudur. Lauren Booth'un hikâyesi de öyledir. Ama bu duygusallığın içinde bir "anlam arayışı", varoluşa anlam yükleme isteği vardır. Travmatik tecrübe yaşayan insanlar varlıklarının anlamlarını sorgulamaya başlarlar. Bu anlamı sunmadığı için kendi toplumlarını eleştirirler. Toplumun dinden, maneviyattan uzak seküler yapısı hedef tahtalarındadır. İnsanlar arası bağların kopması, hayatın makineleşmesi bunaltır onları. Bir Avrupalı şöyle demişti bana bir keresinde: "Ne güzel, siz birbirinizle karşılaştığınızda kucaklaşıyorsunuz, öpüşüyorsunuz, biz ise birbirimize dokunmaktan korkuyoruz."
Bireysel tecrübeleri ne olursa olsun insanlar eski dinlerini sorguluyorlar sonunda. Mesela Kilise'nin eşcinselliği hoş görmesini, eşcinsel papazlara bile sahip çıkmasını, muhafazakâr bir İngiliz kabullenemiyor. Bir mühtedi başından geçen bir olayı anlatmıştı. Alkolik olmuş. İçkiyi bırakmak istemiş. Belki yardımcı olur diye papaza gitmiş. Ama papazın ilk yaptığı şey ona içki ikram etmek olmuş. "Bu papaz bana nasıl yardımcı olabilir ki?" diyerek ayrılmış kiliseden.
Batı'da yaşayan Müslümanların İslam'ı arzulanan düzeyde temsil ettiğini söylemek güç. Ama Müslüman olan Batılıları etkileyenler de yine bu insanlar arasından çıkıyor. Güçlü din duyguları, özde taşıdıkları maneviyat Batılıları etkilemeye yetiyor. Üniversitedeki Müslüman arkadaşlarının aile anlayışından, kadın-erkek ilişkisinde gözettikleri kurallardan etkilenerek Müslüman olan bir üniversite öğrencisiyle tanışmıştım Londra'da. İsmi Mark'tı. Evlilik dışı bir ilişkinin çocuğuydu Mark. Babası annesini terk etmişti. Hayatı acılarla doluydu. "Benim annem babam Müslüman olsaydı, bu kuralları gözetselerdi ben bu acıları yaşamayacaktım" diyordu içinden bir ses. Lauren Booth "Müslüman birisiyle evleneceğim." diyor gazetecilere. Boşanan bir ailenin boşanan kızı olduğunu öğrendiğinizde anlam kazanıyor bu sözleri.
İslam'ın tek bir nüvesi bile Batılıları etkileyebiliyor. Ama bu etkinin gerçekleşmesi için Müslümanların Batılılara karşı kompleksten sıyrılmaları gerekiyor. Fas'tan Endonezya'ya kadar birçok İslam ülkesi Batı'nın sömürgesi olmuş. Batı hep medeniyet taşıyıcısı, hep efendi olarak algılanmış. Batı'da yaşayan Müslümanların çoğu bu psikolojiden sıyrılabilmiş değil. Kendilerini hiçbir alanda Batılılardan üstün göremiyorlar. Üstün gördükleri tek alan var, o da din. En önemli araçları bu... Ve bu aracı doğru kullananlar Batılıları etkiliyor.Bu aracı iyi kullanmanın yollarından biri "güvenilir" olmak. "El-emin" olmak. Güvensizlik ne yazık ki çağın hastalığı. Bu çağdaş zaafı kendi hanelerinde bir erdeme dönüştüren Müslümanlar Batılıları etkileyebiliyor. Bunun en güzel örneğini bir İngiliz mühtedinin hikâyesinde buldum. Bu İngiliz, İslam'la 1955 yılında asker olarak gittiği Süveyş Kanalı'nda tanışmış: "Bizim kışlada Mısırlı bir müstahdem vardı. Adı Abdullah'tı. Bir gün beni çok etkileyen bir olay oldu. Saatimi komodinin üzerinde unutmuştum. Geri geldiğimde saatin yerinde yeller esiyordu. Bana tembihlenen "Mısırlılara asla güvenme!" sözünü hatırladım. Biraz sonra Abdullah geldi. Odayı temizlerken saati görmüş ve çekmeceye koymuş. Saatimi çekmeceden çıkarıp bana verdi ve şöyle dedi: "İslâm'da hem hırsızlık yapmak hem de hırsızlığa teşvik edecek şekilde kıymetli eşyayı ortalığa koymak yasaktır." Hırsız zannettiğim bu insan bana çok farklı bir ahlâk dersi vermişti."
Artık orduların değil, imajların savaştığı bir çağda yaşıyoruz. Bu savaşı en fazla kaybedenler arasında ise maalesef biz Müslümanlar varız. Küreselliği her geçen gün daha fazla hissettiğimiz bir dünyada, başkalarının bizleri daha gerçek halimizle tanıyacağını hayal ederken, negatif imajlar bir heyûlâ gibi bırakmıyor peşimizi. O bildik görüntüler Batı medyasında anında aleyhimize dönüştürülebiliyor. 1990'lardan bugüne, giderek olumsuz hale gelen bu imaj 11 Eylül'le birlikte perçinlendi. Fakat bu imajdan hiç de etkilenmeyen bir hazinemiz var. Allah Teala bu hazine için "O'nu Biz indirdik, Biz koruyacağız." buyuruyor. O hazinenin adı Kur'an-ı Kerim...
Batı ve Kur'an. Bugün yan yana gelmesi pek muhtemel görünmeyen iki kavram gibi. Ama gerçekte durum farklı. Tüm olumsuzluklara, tüm negatif yüklemelere rağmen, İslam yolunda mühtedilere son adımı attıran aracı Kur'an.
Kur'an'ın ne kadar etkili olduğunu bir başka mühtedinin hikâyesinde görmek mümkün. Bu mühtedi önceki hayatında uyuşturucu ve içki müptelasıymış, toplumsal normlara hep karşı çıkmış. Kendi ifadesiyle, epey günah işlemiş. Bir gün eline Kur'an tercümesi geçmiş: "Kur'an'da söylenenlerin bana yönelik uyarılar olduğunu hissettim. 'Şunu yapma, bunu yapma!' diyordu Kur'an. Kendi kendime, 'Bunu kim yazdıysa beni gözetlemiş olmalı' dedim. Sanki birisi benim yaptığım yanlış işleri kaydetmişti. Bu benim için bir şoktu. Gizli yaptığımı zannettiğim şeylerin hepsi burada anlatılıyordu."
(Prof. Dr. Ali Köse / Zaman)