Şükrü HÜSEYİNOĞLU
NEO-MÜRCÎLİK VE NEO-HARİCİLİK ARASINDA
Bilindiği gibi Müslümanların tarihinde ilk ortaya çıkan fırkalardan olan Mürcie, imanla amelin iki ayrı mefhum olduğundan hareketle ve “Küfürle birlikte itaatin nasıl fayda vermiyorsa, imanla birlikte hiçbir günah da imana zeval vermez” gibi bir mantıkla (bâtıl bir kıyasla), bu iki mefhum arasında Âlemlerin Rabbi’nin kurduğu kopmaz bağları tamamen koparmıştır. Üstelik, Mürcie’nin bu anlayışı Mürcie’nin anlayışı olmakla sınırlı kalmamış, başta Ehl-i Sünnet anlayışı olmak üzere Müslümanların tarihinde ortaya çıkan birçok anlayış üzerinde de etkili olmuştur. Bunu anlamak için “Ehl-i Sünnet Akaidi” adıyla kaleme alınmış olan kitaplara başvurmak yeterlidir.
Haricilik’in ise, Mürcie’nin bulunduğu ucun tam karşı ucunda bulunan bir fırka olduğu bilinmektedir. Mü’minlerin Emiri Hz. Ali ile, Mekke’nin Fethi’nde yerle yeksan edilen Ümeyyeoğulları iktidarını yeniden diriltme mücâdelesi veren ve fakat bu mücâdelede suret-i haktan görünerek Hz. Osman’ın kanını kendisine siper eden isyankâr Şam valisi Muaviye arasındaki savaşta meşru İslam ordusunun galebe çalmaya yaklaşması üzerine isyankâr tarafın, Kur’an sayfalarını mızraklara geçirerek “Aramızda Allah’ın Kitabı hakem olsun” hilesine başvurması gündeme gelmiştir. Hz. Ali’nin basiretli bir yaklaşımla “Hak sözle bâtıl kast olunuyor” teşhis ve uyarısına rağmen İslam ordusu saflarında “Allah’ın Kitabı’na çağrı karşısında savaşamayız” itirazlarının yükselmesi sonucu kabul edilmek zorunda kalınan “Hakem” hâdisesinden ötürü “Hüküm ancak Allah’ındır” âyetlerini gerekçe göstererek İslam ordusundan ayrılan ve Hz. Ali’yi tekfir edecek kadar ölçüsüzlüğe yönelen insanların meydana getirdiği Haricilik düşüncesi, o günden bugüne farklı ton ve isimler altında maalesef hep var olagelmiştir.
Evet, imanla amelin bağını koparan Mürcie anlayışı ile imanla amel arasındaki kopmaz bağı korumak iddiasında ölçü tutturamayıp, yanlış olarak algıladığı her amelden tekfir üretecek bir aşırılığa, bir silip süpürücülüğe yönelen Haricilik düşüncesi Müslümanların tarihinde iki uç yaklaşım olarak hep var olagelmiştir ve bugün de bu iki anlayışın tezahürleriyle muhatap olmaktayız.
Bir tarafta, imanla amelin, imanla siyasetin, imanla ekonominin, imanla iktidarın arasını açan, tevhid akidesi gereği bu mefhumlar arasında var olan kopmaz bağları koparıp atan, bu alanları imandan, akideden soyutlayan, egemenlik ilişkileriyle dolayısıyla da akideyle doğrudan bağlantılı olan anayasa, putperest ritüeller gibi konuları bile “yorum” ve “ictihad” alanı ilan edip akideden bağımsızlaştıran bir Neo-Mürcîlik kendisini gösterirken; diğer tarafta ise imanla amel mefhumlarını aynileştiren, dolayısıyla da yorum ve ictihad alanı diye bir şey tanımayıp, bu alanları da akideleştiren ve insanları tekfir etmek için adeta fırsat kollayıp, “zincirleme tekfir” anlayışıyla tıpkı klasik Haricilik gibi önüne geleni İslam dairesinden silip süpüren bir Neo-Haricilik yaygınlaşmaktadır.
Oysa Mürcie’nin ve onun bugünkü tezahürü anlayışların1 yaptığı şekilde imanla amelin arasındaki bağları kopararak İslam dairesini, Rabbimizin Kitab-ı Keriminde rızasına kabul etmediği insanları da içine alacak şekilde genişletmek de yanlıştır, bu daireyi alabildiğine daraltarak ictihadi alanlardaki farklılıkları, bu daireden insan dışlamaya gerekçe kılmak da yanlıştır.
Kısacası, “Önemli olan kalpte olandır”, “Yeter ki gönüller dönmesin” gibi argümanlarla, şirkin pratik tezahürü olmaktan başka bir şekilde izah edilemeyecek fiillerin ve onların faillerinin meşrulaştırılması ve İslam dairesinin bunları da içine alacak şekilde genişletilmesi de yanlıştır, iman edilen Rabbani ilke ve ölçülerin hayat ve mücâdele alanlarında müşahhaslaştırılması ve temsiliyeti konusundaki ictihadi farklılıkların bile tekfir konusu yapılarak İslam dairesinin adeta belli bir siyasal yorum biçiminin tekelindeymiş gibi daraltılması da yanlıştır.
Burada önemli ve belirleyici olan, cahili sistemle ilişkiler ve sistem içi araçların kullanımı konusunda Rabbimizin henüz vahyin başlangıç dönemlerinde Müzzemmil Sûresi’nde (10. âyet) söz konusu ettiği cahili toplumsal/siyasal işleyişten ilkesel kopuş, yalanlayanlara itaat etmeme ve meyletmeme, onların taptıklarına tazime asla yanaşmama gibi akidevi ölçülerin aşındırılmamasıdır. Neo-Mürcîlik işte tam burada başlamaktadır. Neo-Haricilik ise, siyasal/toplumsal mücâdele alanlarında akidevi ölçüleri gözeten ictihadi arayışları bile tekfirin konusu yapan bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bizlere yakışan, her türlü uç yaklaşımdan ve aşırılıklardan uzak olarak, Rabbimizin beyan buyurduğu şekilde “vasat ümmet” vasfına2 lâyık olmayı başarmak, İslam’ın mutedil çizgisini bugünkü şartlarda ete-kemiğe bürüyen şahitler olabilmektir. İnsanlık bizden İslam’ın hayat veren mesajını yükseltmemizi, bu mesajı doğru şekilde temsil ederek yeryüzünde yeni bir Rabbani diriliş hamlesine öncülük etmemizi beklemektedir. Bunun yolu da öncelikle bizlerin İslam’ı doğru kavramamızdan ve bugünü İslam’ın ışığında doğru okumamızdan geçmektedir.