Şükrü HÜSEYİNOĞLU

12 Ekim 2011

NİÇİN CİDDE VE KAHİRE?

Sistem içi değişim süreçlerine, bir kısım Müslümanlarca “Müslümanların önünün açıldığı” gerekçesiyle aktif destek verildiği bilinmektedir. Aslında bunun yeni bir yaklaşım türü olmadığı, 2. Dünya Savaşı’nın ardından oluşan dünya konjonktürünün zorlaması sonucu sistemin çok partili döneme geçiş yapmasıyla birlikte, o günün dindar çevrelerinin de aynı gerekçeyle demokratikleşme sürecinin tabir yerindeyse hamallığını üstlendikleri bilinmektedir.

Sisteme, ortalama on yıllık periyodlarla kendini yenileme ve memlekette bolca bulunan kurtarıcılar eliyle ölümcül krizlerden çıkış imkânı sağlayan demokrasi oyununun, kitlelerin yanında muhalif çevreleri dahi sistemin çekim alanına yaklaştırdığı en etkili dönemleri olarak Menderes ve Özal dönemleriyle halen devam eden Erdoğan dönemlerini zikredebiliriz.

“Son kurtarıcı”nın sistem adına nasıl hayati bir işlev icra ettiği konusunu biz çok anlatmaya çalıştık. Ne var ki genelde insanlar, gerçekleri olduğu gibi kabul etmek yerine, olmasını istediklerini / hayallerinde olanı gerçek olan gibi görmeyi yeğledikleri için çok kulak asan olmadı. Gelinen noktada, kimi Müslümanların da yazının girişinde belirttiğimiz gerekçeyle aktif destek verdiği “son kurtarıcı”nın “kimi ve neyi kurtardığı” konusu hayal âleminde yaşamakta ısrarcı olanların dışındaki herkes için çok belirgin şekilde görülür oldu.

Habertürk yazarı Serdar Turgut, geçtiğimiz ay kaleme aldığı “Erdoğan sayesinde kendimi çok iyi hissediyorum” (Habertürk, 19 Eylül 2011) başlıklı yazısında bazı Müslümanların halen görmemekte ısrarcı oldukları bu durumu şöyle ifade etmekteydi:

Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet rejimi fena halde tıkanmıştı. Düzen inançlı insanlara nasıl yaklaşması gerektiğini bilemiyordu ve bilemediği için de inançlı insanları düşman olarak görebiliyordu.

Cumhuriyet rejiminin laikliği yeniden tanımlamasına ve inançlı insanlarla uyumlu yaşamaya başlamasına ihtiyacı vardı.

Dünyanın da böyle bir dönüşümü görmesi zamanı gelmişti ve eğer Türkiye bunu kendi içinde başarabilirse dünyada lider ülke olabilirdi.

Türkiye'nin çok ihtiyacı olduğu bu dönüşüm yapılmadığı takdirde artık tıkanmış olan cumhuriyet rejimi kesin çökecekti.Bir "Türk baharı" da yaşanabilirdi.

Rejimin savunucusu olduklarını sanan bazı Ergenekon zihniyetliler ve CHP bu sistemin artık kendilerini de sürükleyerek çökmekte olduğunu göremiyorlardı. Tehlikenin farkında değildiler.

Sistemin kendisini inançlı insanlara acilen açmak ihtiyacı vardı ama buna rağmen sistem hâlâ daha inançlı insanları düşman olarak görüp başı örtülü kadınlarla mücadele ediyordu. Sistemi koruduğunu sananlar yüzünden sistemin çöküşü hızlanıyordu. Sistem bir anlamda intihar etmekteydi.

Eğer AKP iktidara gelmeseydi Türkiye'de büyük bir çöküş yaşanacaktı. Düşmanları tarafından cumhuriyet düşmanı olarak damgalanan AKP aslında cumhuriyetin tek kurtarıcısıydı çünkü AKP sayesinde sistem kesin çöküşten kurtulmuş yeniden hayatiyet kazanmıştı. Sistemi inançlı insanlarla barıştıran AKP büyük bir devrim gerçekleştirmişti…”

Evet, AKP, Serdar Turgut’un dediği gibi gerçekten de büyük bir “devrim” gerçekleştirdi. Sistemin temel akaid prensibi olan laikliği yeniden tanımlayıp “ılımlı laiklik” modelini uygulamaya koydu ve böylece rejimin tıkanmış olan nefes borularını açmış oldu. Fakat AKP’nin “devrimi”, tek taraflı bir değişim ve dönüşümle sınırlı değildi. Şayet böyle olsaydı “Sizin akaidiniz size, bizim akaidimiz bize” der ve geçerdik. AKP, bir taraftan sistemi “ılımlı laiklik” yönünde dönüştürürken, diğer taraftan da İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme misyonunu üstlendi.

Üstelik AKP’nin bu “İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme” misyonu, yalnızca Misak-ı Milli sınırlarıyla kayıtlı değil. AKP lideri Erdoğan’ın son Mısır ziyaretinde yaptığı laiklik açıklaması[1], birçok kişinin, AKP’nin İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme konusunda küresel bir misyon üstlendiği gerçeğini anlamasına vesile olmuştur.

Oysa Erdoğan’ın Müslümanların zihinsel kodlarını dönüştürme misyonu çerçevesindeki bu yöndeki açıklamaları yeni değildir. Erdoğan, ziyaret ettiği tüm “İslam ülkeleri”nde Türkiye’deki cari sistemi övmüş ve model olarak göstermiş ve bu çerçevede “Türkiye’de kimsenin inancına müdahale edilmemektedir, herkes inandığı gibi yaşayabilmektedir” yalanını defalarca tekrarlamıştır. Ayrıca Erdoğan, her vesileyle İslam’ı Hıristiyanvari bir “bireysel inanç, ahlak ve ibâdet dini” olarak tanımlamaya özen göstermiş, bu anlamda, küresel fesad odaklarında planlanan  “İslam’ın Protestanlaştırılması” projelerine ortaklık etmiştir.

Bu çerçevede Erdoğan’ın 2004 yılı ve son olarak bu yılın (2011) Mart ayında gerçekleştirilen Cidde ekonomi forumlarında yaptığı konuşmalar bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Erdoğan,  daha Türkiye Başbakanlığının 2. yılında, 2004 yılındaki Cidde Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşmada, İslam dünyasından gelen temsilcilere şu “öğüt”leri vermekte bir beis görmemiştir:

“İnsanlığın din, etnisite ve bölge temelli örgütlenmelerden uzak durması gerektiğini söylüyoruz. Kutsal değerlerimizin insanlık için ne büyük bir nimet olduğuna, insanı insan yapan yücelikleri ve güzellikleri barındırdığına inanıyor ve biliyoruz.
   
Lakin bunların, belli örgütlenmelerin malzemesi yapılarak zedelenmesine de karşı çıkıyoruz. Nasıl ki AB'nin 'Hıristiyan Kulubü' olmasına karşı çıkıyorsak, İslam dünyasının da din temelli siyasal ve ekonomik örgütlenmelerden uzak durması gerektiğini belirtiyoruz.
   
Tüm insanlığı çağdaş ahlaki ve insani değerler temelinde kucaklayan bir siyasal söylemi uluslararası düzeyde kademe kademe inşa ediyoruz…

İslam Ortak Pazarı gibi yaklaşımlara karşı tavrı net  ortaya koyuyoruz. Paranın dini, imanı olmadığı gibi ekonominin de dini ve imanı yoktur…

Diktatörlüklerin revaçta olduğu bir dönemde, Atatürk'ün öngörüsü sayesinde yüzyılı kavrayan bir bilinçle Cumhuriyeti inşa eden bu ülke, sadece kendine bir ulusal devlet kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda tüm bölgeye ve bölgenin ötesine mesaj veren güçlü bir model kurmuştur.
   
Demokrasi, laiklik ve hukuk devleti prensipleri sayesinde toplumsal barışını tesis ettiği gibi kendi yakın çevresine çağdaş değerlerin nasıl hayata geçirileceğine dair ciddi yaklaşımlar sunmuştur.” (Erdoğan’ın Cidde Ekonomi Forumu konuşmasından – 20 Ocak 2004)

Erdoğan, “paranın dini, imanı olmadığı” iddiasını bu yıl da sürdürmüş ve yine Cidde’de bu Protestanca iddiayı şu şekilde dile getirmiştir:

“Geçmişte sermayeyi renklere, kutuplara ayırarak yanlışlar yapılmıştır. Para paradır. Para civa gibidir, kendisine neresi uygunsa oraya gider. Sermayenin dini, dili, ırkı olmaz.” (Erdoğan’ın Cidde Ekonomik Forumu konuşmasından, 20 Mart 2011)

Görüldüğü gibi Erdoğan, “İslam ülkeleri”ni ziyaretlerinde İslam dünyasına yönelik olarak yaptığı konuşmalarda “Atatürk’ün laik Türkiyesi”ni model olarak dillendirmekte, “din temelli örgütlenmeler”in yanlış olduğunu öne sürmekte ve “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz”, “Kişi laik olmaz, devlet laik olur” (Türkçesi: Kişinin dini-imanı olur, fakat devletin dini-imanı olmaz.) gibi açıklamalarla, kişisel inanç ve ibâdetlere indirgenmiş, Protestanlaştırılmış bir İslam algısının oluşmasına ön ayak olmaya çalışmaktadır.

Tüm bu gerçekler, sistem içi değişim süreçlerine aktif destek vermekte bir beis görmeyen ve bu yanlış yönelimleri sebebiyle kendilerini Allah için ikaz eden, hakkı ve sabrı tavsiye yükümlülüğü çerçevesinde kendilerine eleştirilerde bulunan Müslümanlara tavır koyan, defterlerinden silen kardeşlerimizi nicedir daldıkları hayal âleminden uyandırmaya yetmeyecek midir? “Müslümanların önünün açılması” rüyasından uyanıp, “Müslümanların zihinsel kodları değiştiriliyor, Protestan İslam algısının önü açılıyor” gerçeğini görmenin vakti gelmiş değil, geçmektedir.

Dipnotlar   

[1] Ben Mısırın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısırda yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir. Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. 

(Not: Bu yazı İktibas Dergisi'nin Ekim ayı sayısında yayınlanmıştır.)