Nihat GÜÇ

12 Ağustos 2021

NİYE ANLAŞAMIYORUZ?

Abdullah uzun bir aradan sonra görüştüğü kadim arkadaşı Kadir ile muhabbet ederken kendisi ile anlaşamadığını kısa sürede anlamıştı. Çünkü Abdullah’ın beyaz dediğine Kadir siyah, siyah dediğine de beyaz diyerek itiraz ediyordu. 

Olaylara farklı renkli gözlüklerden bakıyor, farklı tellerden çalıyor olmaları aralarında var olan uçurumu daha da derinleştiriyordu. Hemen her şeye farklı pencerelerden bakıyor olmaları da bu işin cabasıydı. Haftanın sayılı günleri dışında anlaşabildikleri ortak hiçbir konu kalmamıştı ortada. İçinde bulundukları günün Cuma günü olduğundan şimdilik mutabıklardı ancak Cuma namazını kılma konusunda aynı birlikteliği sağladıkları da söylenemezdi. İki arkadaşın bir meseleyi değerlendirme anlayışları daha önce böyle değildi. Fikirsel bazda beslendikleri kaynaklar değişiklik gösterdikçe dışarıya yansıyan bakış açıları da değişiyordu.

Halbuki arkadaşlar arasında ortak noktalar bulmak, ortak dertlerle dertlenmek insan olmanın, vicdan taşımanın bir sonucuydu. Bu yüzden ayrışmaya sebebiyet veren konuların sohbet ortamından tart edilmesi gerekiyordu. Kabuk tutan yaraların deşilmemesi muhabbetin birinci kuralıydı. Konuşmaya değer ortak bir iki konu bulunamadığı zamanlarda sohbete devam etmek Çin işkencesine dönüşürdü. Faydadan çok zarar verirdi iki tarafa. Zaman zaman farklı tellerden çalıyor olmalarından mütevellit ortam aniden gerginleşebiliyor, kara bulutlar kaplıyordu her etrafı. 

Görüşmeyeli epey bir zaman geçmişti. Anlaşabilecekleri konularda konuşmanın ikisi açısından daha iyi olacağını düşünerek birkaç saat boş havanda su döğerek geçirdiler. Harmanı havalandırmaya yanaşamadılar ikisi de. Zaman ilerledikçe oturdukları mekan kasvetli bir ortama dönüşüyor, denizin üstünü kaplayan kara bulutlar misali benliklerine oturuyordu. Nihayet Abdullah:

"Kadirciğim! Burada oturup muhabbet edeli kaç saat oldu. Nasreddin Hoca misali aynı teli, aynı istikameti bir türlü tutturamadık seninle.” diye sitemde bulundu.

Kadir, durgun denizin ufuklarından gözlerini yavaş yavaş ayırarak arkadaşına baktı. Sağ eliyle gözlüğünü düzelttikten sonra; “Farkındayım. Üzerinde o kadar düşünmeme rağmen nedenini de bir türlü çözemedim. Aramıza sıkışıp kalan bu ayrılık, bu gayrılık nereden geliyor? Niye bu kadar farklı düşünüyoruz. Aynı şarkıyı farklı bir seslerle seslendirmek, aynı olayı farklı değerlendirmek zorundaymışız gibi davranıyoruz birbirimize. Halbuki seninle hemen her meselede çok iyi anlaşıyorduk daha önceleri.” dedi. 

“Ne güzel günlerdi o günler. Saatlerce konuşur dertleşirdik.” Dedikten sonra derin bir iç çeken Abdullah konuşmasına şöyle devam etti: “Aslında seninle niye anlaşamadığımızı çok iyi biliyorum. Söyleme konusunda tereddütler yaşıyorum. Şayet kızmazsan söylemek istiyorum."

“Hayır! Hayır! Kesinlikle kızmayacağım.” diyerek gözlerini uzak noktalardan alıkoyamayan Kadir fırtınalı bir günde kıyıya vuran dalgalar misali ardısıra gelip giden düşüncelerle boğuşuyordu. Hatta bir kelimeden onlarca cümle dizerek laf ebeliği yapmakta üstüne adam tanımayan  adam, derin bir iç çektikten sonra sanki zoraki konuşuyor gibi bir ifadeyle; "Ama ben nedenini bilmiyorum" deyiverdi.

Abdullah sağ elinden sol eline, sol elinden de sağ eline tespih çeker gibi aktardığı çakıl taşlarından birkaç tanesini peş peşe durgun ve sessiz suya doğru atarken arkadaşının gözlerinin içine odaklanmaya çalıştı bir süre. Deniz mavisinin yansıdığı gözlüğün camından arkadaşının gözlerinin içini görebilmesi zordu. Bu durumun farkına varan Kadir gözlerini kaçırdı arkadaşının odaklanan bakışlarından. Abdullah ise yitirdiği değerleri bulmaya çalışan bir edayla takip ediyordu bir o tarafa bir bu tarafa dönen bakışları. “Belki bir noktada buluşabiliriz.” diye uzun uzun bakakaldı gözlerine. 

Cuma namazından bu yana deniz kıyısında oturuyorlardı iki kadim dost. Bulundukları yer sahile benzemese de denizin son noktasıydı. Taşlar dizilerek bir sahil şeridi yapılmıştı bu bölgede. Çok az da olsa kumsal bir alan oluşturulmuştu. Sanki kumlar bu bölgeye dışarıdan taşınmıştı. Suyun bittiği noktadan dağlar yükseliyordu gök yüzünü delercesine. Dağların yüksekliğinden dolayı yıl içerisinde güneşin görmediği kör noktalar hemen belli ettiriyordu kendisini. Güneşle tanışan otların rengi farklı, gölgeden bir türlü çıkamayan otların rengi daha farklıydı. Dağların denize paralel ve boyun bükmeyen bir edaya sahip olması bir ürperti, bir korku, bir kaygı veriyordu sinelere. Her an suya düşme korkusu depreşiyordu yüreklerde. Yağmur yüklü bulutlar yaz kış inmezdi dağın tepesinden. Zirve noktanın görüldüğü nadirattandı. Denizin içinden dağın zirvesine sarfı nazar etmek her ne kadar acizliğin, güçsüzlüğün ve bir hiç olmanın ifadesi ise de dağın tırmanılabilen en yüksek tepesinden denizin görülebilen en son noktasına bakmak çaresizliğin ve kimsesizliğin zirvesini yaşamanın ifadesi olarak kabul ediliyordu yürekler tarafından. Bu durum derya içinde bir damla olmanın en bariz göstergesiydi aslında. Burada sabahleyin doğan güneşin berraklığına aldanmıyordu kimseler. Mevsim gün içinde üç beş sefer değişikliğe uğrayabiliyordu. Dibi bilinmeyen deniz, yüksekliği kestirilemeyen dağ heybetiyle yan yana durması en katı yürekleri yumuşatmanın ilacı giydi. İkindi ezanı okunmak üzereydi. Kadim iki arkadaş sessizliği tercih ederek martıların, karabatakların kısmetini bulmak için inip çıktıkları denize odaklandılar uzun bir süre. 

Abdullah, Kadir’in dikkatini celp etmek, en azından bu konuda kendisi ile anlaşmak istiyordu. Bunun için nahif davranmalıydı; 

"Ben, niye anlaşamadığımızı çok iyi biliyorum." diye devam etti konuşmasına. Bunu söylerken kumlara saplanması için bir iki taş daha atmıştı birkaç metre ileriye. Kadir, kadim dostunun yüzüne bakarak;

"Peki seninle niye anlaşamıyoruz?" diye sordu gözlerini fal taşı gibi açarak. Bunu söylerken arada bir eliyle gözlüğünü düzeltmeyi de ihmal etmiyordu.

Abdullah: "Fikirsel ve düşünsel olarak beslendiğimiz kaynak kitaplarımız farklı olduğu için anlaşamadığımızı iddia edebilirim." dedi ince bir ses ve nahif bir ifade tarzıyla.

"Nasıl yani?" diye sordu Kadir hayretini gizlemeden.  

Abdullah: "Şöyle ki" diyerek elinde bulunan taşlardan birkaç tanesini daha savurmuştu suya. Sağ eliyle topladığı taşları sol elinde tutarken arada bir birkaç tanesini ardı sıra savuruyordu suyun bittiği noktaya. Körelmiş vicdanları diriltmenin en güzel ve pratik yolu vicdanın kilitli kapısını açabilmek olduğunu tekrarladı zihninden. Muhatabıyla zamana bağlı olarak oluşan paslanmayı çözebilmek için de özenle uğraşması gerekiyordu. Acele etmemek bu işin püf noktasıydı. Hiçbir esintinin olmadığı bir ortamda hızla kapatılan bir kapı, idare lambasının yanan cılız ateşini söndürmeye yetebilirdi çoğu zaman. O yüzden çevresindekilere, en sakin vakitlerde bile kapılar usulüne uygun kapatılması gerektiğini usulca fısıldardı. Konuşmayı kaldığı yerden sürdürmek adına biraz bekledi. Gözlerini bir süre uzaklara, sis bulutlarıyla kaplı görünmeyen ufuklara mıhladı. Bulutlarla kaplı dağın görünmeyen zirvesinde takılı kaldı bir süre. Dağın zirvesi yükseldikçe sis eksilmez dedi kendi kendine. Yavaş yavaş görünmeye başlayan dümenden yaklaşan bir geminin olduğunu fark etti. Kim bilir ne umutlar ne hayaller taşıyordu, umutların ve hayallerin tükenmekte olduğu sahile. Yutkundu, boğazını temizlemek için hafiften öksürdü. Maziyi getirdi gözlerinin önüne. Zaman kazanmak için arkasında yükselen dağın zirvesine bir kez daha döndürdü bakışlarını. Denizden aldıklarını bırakmak üzere dağın tepesine çöken bulutlara sabitledi gözlerini. Buluttan düşen damlalar misali bir iki damla yaş süzüldü yanaklarına. Saklamak istedi gözünden akan yaşları, ancak nafile. Duygu selinin ardından yemyeşil ağaçlar arasından esen rüzgar bir ferahlık yaydı ortalığa. Derin bir nefes aldı. 

Abdullah böyle davranmakla Kadir’e kısa bir süre düşünme fırsatı vermek istiyordu. Temkinli davranmakla omuzlarına konmuş uçmasını istemediği bir kuşa göstermesi gereken titizliği sergilemek istiyordu. Eski dostunu kırmamak adına kullanacağı kelimeleri dikkatle seçmeye çalışırken diğer taraftan da istemsizce meydana gelebilecek bir patavatsızlıktan korkuyor, ürperiyor, hatta çekiniyordu. Bazen rastgele kullanılan bir cümlenin, işlenebilen bir cinayetten daha beter olduğunu gözleriyle yazıyordu dümdüz uzanan suyun üstüne. İstemsizce iki dudak arasından serdedilen bazı kelimelerin, ateşlenen bir mermi ya da fırlatılan bir ok misali muhatabın sinesinde onarılmaz yaraların açabileceğini gayet iyi biliyordu. O yüzden seçeceği her kelimenin üzerinde bin düşünür bir kullanırdı. Kullandığı her kelimenin esiri olacağını bildiği kadar, iki dudağı arasından telaffuz edilen her kelimeye tutsak olacağını da iyi biliyordu.

Avına yaklaşmaya çalışan bir aslanın kısmetini ürkütmemek adına uzun bir süre gizlenmesine benziyordu Abdullah’ın bu sessizliği. Etrafını kolaçan ederek durum değerlendirmesi yapması bunun en bariz göstergesiydi. Gözleriyle gidip gelen bulutlara odaklandıktan sonra şöyle konuşmaya başladı Abdullah: "Okuduğumuz kitaplardan, gazetelerden, dergilerden; takip ettiğimiz haber kaynaklarından, televizyon programlarından, sosyal medya hesaplarından; ardı sıra yürüdüğümüz şahıslardan, partilerden, kabilelerden, derneklerden, ideolojilerden kaynaklanıyor." dedi.

“Yanlış düşünüyorsun. Böyle bir iddianın doğru olabileceğini ne aklım alır ne de havsalam. Söylediğin bu unsurlar birleştirmeye matuftur, ayrıştırmaya değil. Bu unsurların bizi ayrıştırabileceğine inanmıyorum. Sahi bu etmenler farklı düşünmemize yol açar mı” diye bir soru sorma gereğini hissetti pür dikkat dinleyen Kadir.

“Olmaz mı? Saydığımız bu unsurlar insanları ayrıştırmaz mı hiç? İnsanları, durduk yerde ayrıştıklarını mı sanıyorsun. Bunlar ayrılık gayrılık üzere kurgulanmış unsurlar zaten. Ortaya çıkan her türlü plan ve projenin bu minvalde kurgulandığına inanıyorum. Bu insanlar ayetleri ve hadisleri bir tarafa bırakmışlar, savundukları görüşlerin, ileri sürdükleri fikirlerin doğruluğunu ispatlamaya çalışırken bin dereden su taşıyorlar cenderelerine. Hangi ateşin cendereyi ısıttığına aldırmıyorlar bile. Isınan cenderenin hangi ateşin eseri olduğunu bilebilselerdi çok şey değişirdi diye düşünüyorum. Böylesi insanlar, Kur’an’dan habersiz her insanın fikrinden yararlanırlarken, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ismini bile anmazlar, zikretmezler, dile getirmeye bile korkarlar. Hatta hadis dediğiniz vakit kırmızı görmüş boğaya döner kimi mahluk. Kendi tezlerini savunabilmek ve doğru olduklarını iddia edebilmek adına olmadık yalanlar uydurmakla kalmaz, her türlü iftiraya zemin de oluştururlar. Uydurulan yalanların, isnat edilen iftiraların, serdedilen hile ve desiselerin insanların zihinleri üzerinde etkili olmadığını mı düşünüyorsun? İnsanları kendi emelleri uğrunda kullanabilmek için her türlü boyayı kullanmaktan geri kalmazlar.” dedi Abdullah.

Kadir: "Bu bağlamda düşününce bazı iddialarınızın doğru olması ihtimal dahilindedir.” dedi.

Abdullah: “Sadece bir olay bağlamında düşünmek doğru olmaz. İftira, yalan ve dalavere üzere kurgulanan her olay kaya parçasına isabet eden bir su damlası mesabesindedir. Su yapı itibarıyla oldukça yumuşaktır. Kayayı delme ve oyma gücüne sahip değildir. Ancak damla sayısı çoğaldıkça ve hızlandıkça kayanın direnci azalır ve oyuk derinleşir.” dedi.

Kadir: “Evet! Dediğiniz gibi bu konuda denizin dibinden dağın tepesine kadar haklısınız. Olaylara sizin bu bakış açınızla bakınca daha net görülebiliyor bazı şeyler.” dedi. Bunu söylerken yüzünden yansıyan renk tonu görülmeye değerdi.

“Dikkatli düşünmek gerek. Dikkatli düşünmek için olaylara, cereyan eden hadiselere dikkatle bakmak gerek. Doğru görmek doğru anlamanın yarısıdır. İnsanoğlu anladığından mesul olduğu gibi doğru anlamaktan da mesuldür. Zalimler çevrilen oyunların, uydurulan yalanların, dizilen iftiraların üstünü kamuflaj edebilmek için gözlerimizin önüne gerilen perdelerin cafcaflı olmasına da özen göstermişler. Bizler resimlere odaklandıkça ardısıra gösterime giren olayları anlamakta zorlanıyoruz.” dedi Abdullah.

Bunun üzerine Kadir: “Haklısınız galiba. Dediğiniz pencereden sosyal olaylara baktığımızda tiyatro sahnesi biraz daha net görünüyor. Ancak ayrışmanın ana unsurlarını sayarken zikrettiğiniz; “Okumalardan kaynaklandığını iddia ettiğiniz kısmı pek anlayamadım doğrusu." dedi. 

Derin bir iç çeken ve elindeki taşlardan birkaç tanesini daha suya doğru savuran Abdullah: “Okumak güzeldir. Ancak ne okuduğunu bilmek daha güzeldir. Elimize tutuşturulan kitaplarda, köşe yazılarında uluorta serdedilen yalanların birer hakikat olduğu anlatılıyor her sütununda. Bir de kendilerinden olan insanların sözleriyle delillendirmeye kalkışıyorlar içi kof iddialarını. Çok iyi biliyorsun ki “Kılavuzu karga olanın burnu..." diye bir söz var. Din ile, iman ile, kitap ile, Allah ile ilgisi ve alakası olmayan birçok kitabın peynir ekmek gibi satılıyor olmasını neye bağlayabiliriz? Piyasaya sürülen, elimize tutuşturulan, reklamları yapılan bu türden kitaplar sayesinde okus pokus yapılarak önümüze altın kaplamalı tepsiler içinde sunulan sihirlerin birer gerçek olduğuna inanmaya başlamadık mı? Yıllarca “Sihirli anne” dizisiyle uyumadı mı çocuklarımız? Yalanları, iftiraları okudukça sevmeye, sevdikçe de okumaya başladık. Kalbimizi, beynimizi hatta tüm vücudumuzu esir alan bu sihrin etkisiyle gözümüzü okyanusların dibinde açtık. Henüz boğulmamıştık ama bulunduğumuz nokta itibariyle kurtulma şansımız da pek bulunmuyordu. Bulunduğumuz yeri acil bir şekilde değiştirmemiz lazımdı. Ancak zamanla alıştık cereyan eden hadiselere.” dedi.

“Niye yer değiştirmek gereksin ki?” dediğinde ses tonu bayağı yumuşamıştı Kadir’in.

Bunun üzerine Abdullah: “Hani Yüce Allah Nisa suresi yüz kırkıncı ayetinde; “Şüphesiz ki (Allah), Kitap’ta size (şu hükmü) indirdi: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını duyduğunuz zaman, başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber (aynı mecliste) oturmayın. (İnkâr etmeden ya da konuyu değiştirmedikleri hâlde aynı ortamda oturursanız) şüphesiz ki siz de onlar gibi (kâfir/müşrik) olursunuz. Muhakkak ki Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde toplayacak olandır.” buyuruyor" dedi.

“Sanki bu ayeti şimdiye kadar hiç okumamış gibiyim. Belki de araya zaman girince unutuyor insan. Allah senden razı olsun Abdullah kardeş. Seninle hemen hiçbir konuda anlaşamıyorum. Ancak okuduğun, hatırlattığın ve yolumuzu bulmamız üzere zikrettiğin bu ayetler sayesinde seni niye çok sevdiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Vazgeçemiyorum senden. Allah’ın ayetlerinin inkar edildiği ortamlarda bulunmanın yasak olması, aynı zamanda Allah’ın ayetleriyle dalga geçildiği kitapların okunmamasını da gerektirir. Öyle değil mi?” dedi Kadir.

Abdullah: “Evet! Allah’ın ayetlerini hafife alan, dalga geçen veya inkar eden kitaplardan da uzak durmak gerekiyor. Yoksa okudukça yanlışlara alışkanlık kazanıyor insan. Adapte oluyor her şeye. Bir zaman sonra Allah’ın ayetleri inkara bile kalkışılabiliyor okunan bu kitaplar sebebiyle.” dedi.

Kadir çantasından çıkardığı kitabı Abdullah’a gösterdikten sonra: “En son okuduğum bu kitap Türkiye’de popüler olan bir kitap. Bu kitaba eleştirel bir gözle bakılması gerektiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Bu gözlükle bakıldığında söz konusu kitabın genç dimağlara verebileceği tahribatı tahmin edebiliyor insan.” dedi. 

Abdullah bunun üzerine: “Bu kitabı iyi biliyorum. Geçen yıl Kur’an ve Sünnet gözlüğüyle okumuştum. Birçok ayeti, ayet olduğunu söylemeden eleştiriyor yazar. Ayeti olduğu gibi almış, ancak ayet olduğunu söylemiyor ve verip veriştiriyor. Kendi kitabını okumadan, içeriğinden habersiz bir insan bu kitabı okuduğunda, kendi dinine karşı çıktığını dahi bilemeyecektir. Yazarı Hristiyan olan bu kitabın içine serpiştirilen fikirlerin neredeyse tamamı ateist kesimin savunduğu fikirler. Ancak bu kitabı elinden düşürmeyenler de Müslüman kesim. Bu kitabı okuyan kaç Müslüman ile konuştuysam olumsuz tek bir kelime dahi söylemediler.” dedi. Bu sözler üzerine uzun bir sessizlik kapladı ortalığı. 

“Evet Kadir kardeş! Bu kitabı okuyan bir Müslümana ayetleri anlatmak, hadislerden dem vurmak ne mümkün. Okuduklarımız farklı olunca, düşüncelerimiz farklılaşıyor, bakış açımız farklılaşıyor, gördüklerimiz farklılaşıyor, kabullerimiz ve ret ettiklerimiz bile farklılaşıyor. Hatta iman ettiğimiz konuların bile farklı olduğunu iddia edebilirim. Müslümanlar olarak sahip olduğumuz düşüncelerimize odaklandığımızda, sanki farklı ilahlara inanıyor, farklı dini kitaplara sahip, farklı Peygamberlere ittiba etmiş gibiyiz. Aramızda ortak değer dediğimiz bir unsur kalmadı gibi. Bu yüzden anlaşamıyoruz." dedi Abdullah:

"Size hak vermiyor değilim. Düşüncelerimiz okuduklarımıza bağlı olarak şekilleniyor, farklılaşıyor. Öyle ise dini açıdan sorunlu kitaplara dikkat etmek kaçınılmaz bir görev. Öyle değil mi?" diye sordu Kadir. 

"Evet! Düşünceleri şekillendiren, biçimlendiren; kabul ve retleri düzenleyen, imana sirayet eden ana unsurlar okumalarımızdır. Okuduklarımız farklılaştıkça düşüncelerimiz; düşüncelerimiz farklılaştıkça anlayışımız; anlayışımız farklılaştıkça da olayları algılama ve yorumlama kabiliyetimiz farklılaşıyor. Hatta inancımız bile farklılaşıyor. Olayları yorumlama anlayışımız farklılaşınca davranışlarımız hiçbir şekilde benzemiyor birbirine. Cuma günü Cuma namazı vaktinde aynı dine inanan iki insanın farklı tepkimeler vermesinin temelinde bu farklılığın yattığını iddia edebilirim.” dediğinde, Kadir kafasını sallayıp:

“Evet! Haklısınız. Seni şimdi daha iyi anlıyorum.” dedi.

 Abdullah: “Senin adına, böyle düşünüyor olmandan dolayı seviniyorum. Unutmamak gerekir ki; Kur'an-ı Kerimi okuyan insanlar Müslümanlaşacaktır, İncil okuyan insanlar Hristiyanlaşacaktır, Tevrat okuyan insanlar Yahudileşecektir, Ateizm veya diğer dini akımları pohpohlayan kitapları okuyan insanlar da farklı dini akımlara yöneleceklerdir." dedi.

"Ne demek istediğinizi şimdi daha iyi anlıyorum." dediğinde Kadir’in yüzünden yansıyan sevinç görülmeye değerdi. Okunan ikindi ezanıyla beraber saatlerdir oturdukları yerlerinden kalktılar ve yolun karşı tarafında bulunan camide ikindi namazını kılmak üzere yola revan oldular.