Obama, boşuna mı getirildi; USA emperyalizminin başına?
Selahaddin Eş Çakırgil, tıkanan, krize giren ABD emperyalizminin `son numarası` Obama`yı konu alan etkili bir yazı kaleme aldı.
Selahaddin Eş Çakırgil, tıkanan, krize giren ABD emperyalizminin "son numarası" Obama'yı konu alan etkili bir yazı kaleme aldı.
"Obama’dan, kendisini inkar etmesi ve çıkarlarını korumak için, kaptan köşküne getirildiği ’Amerikan emperyalizmi gemisi'ni batıracak eylemler yapması beklenemez." diye yazan Çakırgil, şu tesbitlerde bulundu:
Çakırgil'in yazısını iktibas ediyoruz:
Obama, boşuna mı getirildi; USA emperyalizminin başına?
Selahaddin E. Çakırgil / Haksöz Haber
Amerikan emperyalizminin kaptan köşkünde, yönetim mekanizmasının başında bulunan Barack Hussein Obama’nın Nisan 09 başında Türkiye’de ve ondan iki ay sonra da Haziran başında Mısır’ın başkenti Kahire’de yaptığı ve bütün müslüman halklara yönelik olduğu açıklanan ve genel olarak öyle olan konuşması üzerine değerlendirmeler, yorumlar sürüyor..
Sahi, bu ’tarihî hadise’ye nasıl bakmalıyız?
’Tarihî hadise’ derken, neyi kasd ediyoruz, önce onu açmak gerekiyor, biraz..
‘Tarihî’ olan, bir Amerikan Başkanı olarak yapılan o konuşma mı?
Obama’nın kendisi mi?
Obama’nın konuşmasının muhtevası mı?
Obama gibi birisinin ’Amerikan Başkanı’ sıfatıyla böyle bir konuşma yapmış olması mı?
Galiba, bu son üç şıkkın herbirisi..
Yoksa, onun sırf, ’Amerikan Başkanı’ olması değil..
Çünkü, daha önce de nice Amerikan başkanları Ortadoğu ülkelerine, -bir ellerinde havuç, bir ellerinde sopayla-, defalarca gelmişler, pek çok diplomatik nutuklar çekmişler, ve dönmüşlerdir..
Obama’nın konuşmasında bu açıdan bir fevkalâdelik veya tarihîlik sözkonusu yok..
Diğer unsurlara, yani Obama’nın şahsına, konuşmasının muhtevasına ve bu konuşmayı, onun Amerikan Başkanı sıfatıyla yapmış olmasına baktığımızda ise..
Bunların üzerinde biraz durmak gerekiyor..
*
Uzuuun tarih dilimleri boyunca ’WASP’ (White/Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) formülünü üstünlük ölçüsü olarak kullanmış olan Amerikan halkının bir gün, bu formülün dışında birisini, hele de, Afrika’da zorla yakalanıp, boyunlarına halkalar geçirilerek Amerika’ya götürülüp, oralarda insana benzeyen kara, siyah yaratıklar - köleler olarak, asırlarca ve nice korkunç zulümler altında istihdam ettikleri, bir ’hayvan’ gibi ahırlarda, izbelerde yaşattıkları ve tek farkları, ’siyah derili’ olarak yaratılmış olan milyonlarca ’kara derili insan’ın, zenci’nin ’Kunta- Kinte’nin içinden birisini, bir gün kendisine ’başkan’ olarak seçeceği, daha birkaç yıl öncesine kadar, hayâl edilemezdi..
Henüz 1968-70’lere kadar, B. Amerika’da, siyah insanlar, ’üstün insan’ kabul edilen beyaz insanlara mahsus lokantalara bile giremezlerdi.. O lokantaların kapısında, ’zenciler ve köpekler giremez..’ yazılı kocaman levhalar bulunurdu.. Hattâ, beyazların bindiği belediye otobüslerine bile binemezlerdi..
Bunları 30-40 yıl önceleri bilenler hatırlayacaklardır..
Ama, henüz iki yıl öncesinde bile tasavvur edilemiyecek bir büyük sosyal değişimle, -Kenya’lı bir müslüman aileden gelen- Barack Hussein Obama isimli birisi Amerikan Başkanı olarak seçilmiştir..
Bu sosyal değişim, bir gelişme sonucunda ise, bir toplumun olgunluğudur, alkışlanmalıdır.. Ama, bu tablo, sahiden de bir büyük sosyal gelişme ve olgunluktan mıdır; yoksa, emperyalizmin tıkanması ve derinden çatlama emarelerinin görülmesi karşısında, çaresizlikle, ve de ’new colonialism’ / yeni kolonyalizm’ siyaseti anlayışına uygun olarak, derileriyle, dilleriyle başka, ama, düşünce tarzı ve duyuşlarıyla, anlayışlarıyla, yaşayış tarzları ve zevkleriyle, tamamen ’kendileştirilmiş’, bir eski yabancı ve hattâ siyahî kölelerden bir Başkan seçmek taktiği midir? Üzerinde asıl görülmesi gereken noktalardan birisi de budur..
Bu noktayı, bizzat Obama da görmüştür ve kendisinin Afrikalı kökenlerine, müslüman bir aileden gelişine; kendisi hristiyan olmakla birlikte, Barack Hussein Obama gibi daha çok da Kenya’daki müslümanlara mahsus ve Amerikalıların kültürel planda hiç alışık olmadıkları şekilde formüle edilmiş adına, yani Amerikan toplumunun yakın zamana kadar reddettiği biris olmasına ve henüz bir nesil öncesinde bile hiçbir insanî hakları bile tanınmayan bir siyah ırktan gelmesine rağmen, bugün Amerikan Başkanlığı’na getirilmiş- oturtulmuş olmasını sık sık hatırlatmaktadır.. Ama, bunu Amerika’ya imrenilmesi ve onun seçkinlik ve üstünlüğünün farkına varılması için gururla dile getirmektedir..
*
Bu girizgâh bölümünden sonra gelelim, Obama’nın sözlerine, edâsına, muhtemel niyet ve hedeflerine..
*
Obama, kürsü olarak Mısır’ı seçerken, iyi düşünmüş olmalı..
Önce, seçilen mekanı ele alalım..
Mısır, beşeriyet tarihinin en eski yerleşim birimlerinden..
Fir’avunlar ve ehramlar/ piramidler diyarı..
Arab dünyasının en hassas odak noktalarından..
Ve 1956’lardan 1972-73’lere kadar Sovyet Rusya’nın Ortadoğu’daki ana giriş kapısı durumundayken; son 35 yıldır, Amerikan emperyalizmine göre şekillenen bir yönetimin elinde...
Ve bu yönetimin başında, 5 Ekim 1981’de Khâlid İstanbulî isimli bir teğmen tarafından bir askerî tören sırasında müthiş bir şekilde öldürülen -o dönemin diktatörü ve kendisini Fir’avun 2. Ramses olarak niteleyen- Enver Sedat’ın yerine geçen ve o makamda cumhurbaşkanı unvanıyla, göstermelik seçimlerle tekrar tekrar seçilerek, tam 28 senedir oturan bir tuhaf diktatör.. Hava Kuv. eski Kom. General Hüsnü Mübarek..
Ve bu ülkenin başkenti Kahire.. Eski Fustat şehrinin yerine, müslüman fâtihlerin kurduğu ve kuvvetle gelip hâkim olduklarını ifade etmek için, qahren, güç yoluyla alınmış olduğuna işaret eden bir isimle anılan şehir, Kahire/ (Qahire..)
Ve Kahire’de bir üniversite.. Sadece Mısır’ın değil, hemen bütün Arab ülkelerinin ve Afrika’nın dünyaya açılan penceresi..
Ayrıca, Osmanlı’nın elinden çıktığı günden bu yana, sürekli dış siyasetini dış güçlerin kontrol ettiği ve yönlendirdiği bir ülke.. Yani, sosyo-politik kültür açısından, emperyalist güçlere fazla tepki veremiyecek bir geleneği de temsil ediyor ve arab diyarlarında bu hususta kendisinden daha ilerde olan da pek yok..
Yani, mekan dikkatlice seçilmiş..
Obama’nın hitab ettiği kitlelerle bir ünsiyet sağlamak için, muhatablarının dilinden birkaç kelime kullanmaya özen gösterdiğini artık iyice biliyoruz.. Türkiye’de, Meclis’deki konuşmasında, ’Bana, Türkiye’den bir mesaj mı vereceksiniz, diye soruyorlar..’ dedikten sonra, buna, türkçe olarak ’Evet!’ deyip, sözlerini yine ingilizce sürdürmesi sırasında, o tek kelimelik türkçe bile onun alkışlanmasına yetmişti..
Obama, daha sonra, Ermenistan’ı memnun etmek için de, 24 Nisan günü yayınladığı bildiride, ’soykırım’ iddiaları için, yine bir ermenice deyimi, ’Meds Yeghern/ Büyük Felâket’ deyimini kullanmıştı..
Yani, o, muhatablarıyla kalbî bir bağ kurabilmek için, onların anadillerinden bir- iki kelime de olsa kullanılmasının ne kadar derin etkisi olacağını iyi kavramış..
Bunun içindir ki, Obama, dünya müslümanlarına hitab edeceği açıklanan konuşmasına da, ’Es’Selâmualeykum.. ’ / (Barış/ selâmet üzerinize olsun..) diye başladı..
Yarınlarda, o, ’hindu’lara hitab ederken, ’Veda’lardan, ’Upanişad’lardan, ’Ramayana’dan sözler aktarırsa hiç şaşılmamalıdır.. Kezâ, budistlere hitab ederken Dalay Lama’lardan ve hattâ Afrika’lı animist ve totemist toplumlara hitab ederken de, onlardan bazı argumanlar kullanacaktır.. Çünkü, inançların, toplumlarla gönül bağı, kalb bağı kurmaktaki derin etkisini iyi biliyor..
Nitekim, müslümanlara hitab edeceğini açıkladığı konuşmasında, sadece bir selamla yetinmedi; Kur’an-ı Kerîm’den bazı âyetleri konuşmasında, bazı görüş ve duruşlarına dayanak yaptı ve aynı şekilde Tevrat ve İncil’den de faydalandı.. Ve bu arada kendisinin bir hristiyan olduğunu bilhassa vurgulamayı da ihmal etmeden, çocukluk yıllarının geçtiği Endonezya’da, akşam ezanlarıyla uyuyup sabah ezanlarıyla uyandığını ve aynı şekilde, Amerika’da da yüzlerce mescidin bulunduğunu, Batı dünyasında genelde, ’eşitsizlik’ sembolü olarak görülen ’hicab’a, örtünmeye kendisinin öyle bakmadığını, asıl eşitsizliğin kadınların eğitimini engellemek olduğunu, geleneksel bir hayatı yaşamak isteyenlerin bu hakkına da saygı gösterilmesi gerektiğini dile getirdi..
Bunlar hele de Türkiye’deki katı ve azgın kemalist /laikleri rahatsız eden, ağır eleştiri mahiyetinde sözlerdi..
Ancak, müslümanlar bu sözler karşısında, Obama’ya nasıl bakacaklarını belirlemekte biraz daha tereddütlere sürüklendiler..
Onun bir hristiyan olduğunu bilhassa vurgulamasına rağmen, ondan âdeta bir müslüman gibi mesajlar bekleyenler bile oldu; babasının ve Kenya’daki aile köklerinin müslüman olması dolayısiyle...
Bu, tabiatiyle, boş bir beklentiydi..
*
’Müslüman coğrafya ile Amerikan çıkarları’ dengelemesi ne kadar mantıklı?
Obama, tekrarlanması gereksiz idiyse de, yine de vurgulamak ihtiyacını duymuş olmalı ki, kendisinin, ’Amerikan Başkanı olarak, Amerikan çıkarlarının bekçisi olduğunu’ hatırlatmak gereğini de duydu konuşmasında..
Ve daha da önemlisi, zâhiren bakıldığında bazılarımıza hoş gibi gelen, ama, gerçekte birbirinin dengi ve benzeri olmayanları terazinin iki kefesine koyarak, bir tuhaf denge siyaseti peşinde olduğunu da belirtmiş oldu: ’Amerika İslam’la ve müslümanlarla savaşmıyor ve savaşmıyacaktır..’ dedikten hemen sonra, bunun karşılığında, müslümanlardan da Amerika’yla savaşmamasının beklendiğini ifade etmesi, çok kurnazca hazırlanmış bir tuhaf denge oyunuydu..
Çünkü, o da, tıpkı selefi Bush gibi, ’11Eylûl 2001 Saldırıları’nı, müslümanların üzerine atıp, Afganistan’ı ve sonra da Irak’ı yerle bir eden ve İslam Milleti’nin bedenini hâlâ da kanatan Amerikan emperyalizminin saldırganlığı, Obama’nın gönül çalan sözleriyle geçiştirilemiyecek kadar korkunç bir barbarlık olarak ortadayken..
Nasıl öyle bir denklem kurulabilir?.
Müslümanlar inançlarının gereği olarak, saldırgan olmamak zorundadırlar.. Ama, Amerikan emperyalizmi, ’müslümanlarla savaşmadık ve savaşmıyacağız..’ derken, -haydi Bush’un açıkk beyanlarını unutalım-; müslüman halklara ve coğrafyalarına yöneltilen saldırganlıkların hâlâ da devam ettiğini nasıl gözyumalım?
Kaldı ki, saldırganlık, emperyalizmin tabiatının gereğidir..
Obama, Afganistan’ı terörizme mücade adına ezmeye devam etmenin bir zarûret olduğunu tekrarlıyor, Irak’daki saldırının ise, bir siyasî tercih olduğunu belirtiyor ve kendisinin o tercihe katılmadığını dolaylı olarak ifade ediyor.. Ama, 11 Eylûl Saldırıları’nda can veren 3 binden fazla insanın acısını tekrarlarken ve müslümanların bu saldırılardaki etkisine dair, ortaya en küçük bir delil koyamamış selefi gibi, kendisi de hiçbir mantıkî bağ ve delil gösteremişken; kendisi de o saldırıyı müslümanlara bağlamayı sürdüyor ve o 3 bin kişiye karşılık, -bir milyon kadarı Afganistan’da ve 2 milyon kadarı da Irak’da olmak üzere- kendi saldırıları sırasında ve sonrasında yaklaşık 3 milyon insanın katledildiğini düşünmek bile istemiyor.. Sanki bu milyonlar insan değilmişcesine..
*
’İsrail’le Amerika’nın birbirinden koparılamaz olduğu’nun bir daha itirafı..
Ayrıca, Obama’nın ’İsrail ile Amerikan ilişkilerinin asla kırılamaz ve koparılamaz derecede olduğunu’ bir daha vurgulaması da, İsrail’in barbarlıklarına karşı kendilerini savunan müslümanların, bu direnişleri sırasında, saldırgan siyonist İsrail rejiminin kayıtsız-şartsız savunucusu ve destekçisi olan Amerika’yı da, bir düşman olarak görmesi tabiî değil midir?.
Bir kaatili durdurmak isteyen kimsenin, o kaatili himaye edeni de etkisiz hale getirmek istemesinde şaşılacak ne vardır?
Ancak, Obama’nın Filistin halkının acısını dile getirirken, toprakları, yerlyeri-yurtları işgal edilmiş bir Filistin halkı’ndan söz etmesi, çok büyük bir gelişmedir.. Çünkü, İsrail’in orada, bir işgal neticesinde, bir gasb neticesinde bulunduğunu kabul etmiş oluyor, böylece.. Bu, bu zaman kadar sadece Amerikan liderlerinin değil, onun müttefiklerinden hiç birisinin de diplomatik olarak dile getirmediği bir itiraftır.. Herhangi bir yaptırımı olmasa bile..
Obama bu itirafı yaptıktan sonra, bir Filistin Devleti’nin de kurulması gerektiğini ve İsrail’in, Filistin halkının yoğun olarak yaşadığı yerlerde, ’yeni yerleşim birimleri’ oluşturmasına artık son verilmesi gerektiğini dile getirdi. Yani, bu zamana kadar yapılanlara zımnen ’okey’ denilmiş oldu.. Bu, siyonist İsrail rejiminin bundan sonraki oldu-bittilerine de, sonunda yine ’gözyumulacağı’nın işareti sayılıyor.. Esasen, Amerika’dan yapılan bu gibi ihtarlara, siyonist İsrail rejiminin pek aldırdığı da yok.. Çünkü, Amerika’daki güçlü yahudi lobisi, kendi taleblerini yerine getirmeyen siyaset adamlarına siyasî platformda hayat hakkı tanımamak gücüne sahib..
Nitekim, Filistin Devleti oluşturulması isteğini, hem Amerika’daki yahudi lobisi ileri gelenleri ve hem de siyonist İsrail liderleri ve özellikle yeni başbakan Benjamin Netanyahu reddediyor.. Buna rağmen, Obama, bu konuda İsrail’e baskı yapabilecek midir, bunu gönümüzdeki dönemde göreceğiz..
Bu vesileyle, Ariel Sharoon'un başbakanlığı döneminde onun danışmanlığını yapan Dov Weissglas’ın, Yediot Ahronoth gazetesinde 2 Haziran günü yayınlanan makalesinde, George W. Bush yönetiminin İsrail'e, ‘nüfusun tabiî artışı’na paralel olarak ortaya çıkan ihtiyacı karşılamak için ‘yerleşim birimlerini genişletme’ye gayriresmî olarak izin verdiğinin yazıldığını hatırlayalım..
Obama’nın bu açık beyanlarına rağmen, perde gerisinde, gayriresmî izinlerin yine verileceği bekleniyor ve bu yolda, medyada ciddî iddia ve ihtimaller sözkonusu ediliyor..
Gerçi, USA Dışbakanı Hillary Clinton, işgal altındaki topraklarda, İsrail’in yerleşim birimlerini genişletmesi için gizlice anlaşma yapıldığı iddialarını, 6 Haziran günü yalanlayıp, Obama'nın İslam âlemine hitaben yaptığı konuşmadaki mesajı tekrarlayarak, İsrail'in yerleşim birimlerini genişletmeye son vermesi çağrısında bulunsa da; ‘Amerika’yla İsrail ilişkilerinin kıralamaz ve koparılamaz olduğunu’ tekrar vurgulayan Obama’nın da, geçmişteki Amerikan Başkanları gibi, o ‘kırılamaz ve koparılamaz ilişkiler’ ve hattâ ayniyet hatırına, her cinayete gözyumacağı, şimdiden açık gibi.. Nitekim, siyonist İsrail rejimi başbakanı Benjamin Netanyahu da yaptığı açıklamada, B. Amerika’nın bu taleblerini ‘mantıksız’ olarak niteledi.
Üstelik, Amerikan eski dışbakanlarından ünlü yahudi Henri Kissinger, ‘bizim dışpolitikamızda ahlâk mefhumuna yer yoktur’ dememiş miydi, 35 yıl öncelerde, kendi bakanlığı döneminde..
O zamandan bu güne değişen nedir ki?
*
Obama da, ‘Amerikan sistemi’nin dışına çıkamıyacaktır!
Bütün bu durumlara rağmen, Obama’dan, kendisini inkar etmesi ve çıkarlarını korumak için, kaptan köşküne getirildiği ’Amerikan emperyalizmi gemisi'ni batıracak eylemler yapması beklenemez..
Ve yine de, Obama’nın bu konuşmasındaki muhteva, bu zamana kadar hiçbir Amerikan Başkanı’nca dile getirilememiştir ve bundan sonra da, başka bir başkan tarafından böyle bir konuşma yapılabileceği de kuşkuludur..
Bu durum, sadece Obama’nın düşünce yapısından kaynaklanıyor değil..
Amerikan emperyalizmi, İslam’a ve müslümanlara karşı hele de Bush zamanında açtığı savaşla çok büyük bir bataklığa saplandığını ve müslüman toplumlarda kendisine karşı nefretin giderek daha bir arttığını ve bu nefretin, radikal grupları da beslediğini gördüğünden; dünlerin dizgin vurulamaz sanılan o güçlü emperyalist gücü, bu kez, mütekebbir bir edâ takınmaksızın, Obama’nın ağzından, ‘müslüman coğrafyaları’na ‘es-selamualeykum..’ (Üzerinize barış/ selam olsun..) diyerek yaklaşmanın taktiklerini kullanıyor..
Bu arada, 30 yıldır İran İslam Cumhuriyeti ile boğuşan bir Amerikan emperyalizmin, bugün Obama’nın ağzından, ’nükleer teknolojiden barışçı yolda faydalanmak, İran da dâhil, bütün ülkelerin hakkıdır..’ denilebilmesi ve nükleer silahların hiç kimsede bulunmamasının hedeflenmesi gerektiğinin dile getirilebilmesi, çok ciddî ve bir mâkul adım atıştır..
Yoksa, Amerikan siyasetinde temel bir strateji değişikli mi sözkonusudur?
Bunu doğrulamak için, henüz vakit çok erken.. Ayrıca, Obama da, dile getirdiği mes’elelerin ‘bir konuşmayla halledilemiyeceğini bildiğini’ bizzat söylüyor ve ‘ama, bir yerden başlamak gerekir..’ diyor..
Kur’an-ı Kerîm’den, ‘Rabbini bil, doğruyu konuş..’ mealindeki bir âyeti zikrederek söylediği bu sözlerin gerçekten de doğru olmasını temenni ederiz..
Ama, hele de dünkü mütekebbir, yukardan bakan havasını terkederek, ‘barış’ yapmak isteğiyle uzanan düşman elini, -ihtiyatı, temkini de elden bırakmadan- reddetmemek, müslümanların genel tavrı ve mükellefiyetidir.
Çünkü, biz müslümanlar, savaş istememek ve kendisine tekebbürle ve güç gösterisiyle davranmaksızın barış çağrısında bulunanlara, ihtiyatı elden bırakmadan, barışçı bir mukabelede bulunmakla mükelleftirler.. Ama, barış isteyen bir düşmanın, önce müslüman coğrafyalarındaki işgal, saldırganlık ve cinayetlerinden de elçekmesi şartıyle..
Bu arada, müslümanlar, kendilerinin oyuna getirilip getirilmediği gibi bir konudaki dikkati de, bunu bir paranoyaya dönüştürmeden, daima korumalı ve düşmandan insaf dilenen bir noktaya düşmeden, her an, müteyakkız, tetikte bulunmalıyız..
Evet, hileleri- tuzakları asla unutmadan..
Ziyâ Paşa da, 130 yıl gerilerden ikaz ediyor:
Pek rengine aldanma felek eski felektir,
Zira feleğin meşreb-i nâ-sâzı (hırçın mizacı) dönektir..
Nice canlar yaktı, o telezzüzle tebessüm,
Şîr’in (aslanın) dahi kasdetmesi, cana gülerektir..