Şükrü HÜSEYİNOĞLU

28 Şubat 2011

ÖLÜM, İLKELER, PRAGMATİZM

Zaman zaman geçmişte okunanlara yeniden göz atmak, dergileri, kitapları yeniden karıştırmak faydalı oluyor. Hem bilgilenme, bilgileri tazeleme anlamında, hem de birtakım ölçüsüz, sürpriz değişimlerin izini takip etme anlamında…

Geçtiğimiz Cumartesi günü evime ziyarete gelen bir üniversite öğrencisi kardeşimle çeşitli konular üzerinde hasbihal ediyorduk. Konu futbolizme geldi. Birkaç kelam ettikten sonra, Yusuf Kaplan’ın yayın yönetmeni olduğu dönemde Umran dergisinin bu konuda çok kapsamlı ve perspektif aşılayıcı bir sayı çıkardığını söyledim ve arşivimdeki bu dergiyi okuması için kendisine verebileceğimi söyledim.

Umran’ın söz konusu sayısını ararken, kapak konuları dikkatimi çeken birkaç dergiyi de kendim yeniden göz gezdirmek için aldım. Bunlardan biri de Haksöz dergisinin Ağustos 1996 tarihli sayısıydı. “Geleceği uzlaşan değil, mücadele eden irade kuracaktır!” manşetiyle çıkmış olan derginin soruşturma konusu ise “pragmatizm”di. “Aşılması gereken hastalık: Pragmatizm” başlığı taşıyan dergide konuyla ilgili Mehmet Ballı, Ali Bakaner ve Yılmaz Çakır gibi isimlerin görüşleri yer alıyordu.

Soruşturma dosyası için derginin kaleme aldığı sunuş yazısında şu ifadelere yer veriliyordu: “Ancak 'ilke' yerine 'kazanç' veya 'fayda' etkeni sosyal ilişkilerin belirleyeni olduğunda sorunlar başlar. Bu açıdan gerek İslami oluşumları ve gerekse Müslüman şahsiyetini bekleyen önemli tehlikelerden birisi de 'doğru'dan ziyade 'işe yarayan'a meyleden pragmatik tavırlardır. Müslümanlar için pragmatik tutum önemli bir zaaftır. Pragmatizm başarıyı ve güçlü olmayı hedefleyen yolda dayatan reel şartları aşabilmek için doğru bilinen ilkelerden taviz vermek veya ilkesel tavrı esnetip-bulandırmaktır. Dolayısıyla bireysel ve toplumsal planda İslami kimliğin netleşmesi sürecinde aşılması gereken engellerden birisi de pragmatizmdir…”

Soruşturma dosyasına katkı sağlayan bugünkü İnsan Vakfı çevresinden Ali Bakaner, “Pragmatizm yozlaşmayı doğurur” başlığı altında “Vahyi referans almayan bir topluma karşı, ilkeli bir mücadele tarzı sergilemek birtakım riskler göğüslemeyi beraberinde getirmektedir. Tüm peygamberlerin, hayatları boyunca bilhassa itikadi noktalarda, savundukları izzetli çizgiye zarar verebilcek herhangi bir tavır içerisine girdikleri ve pragmatik yaklaşımlarla sistem içi ilkelerin işleyişine yarayan bir mekanizmaya talip oldukları vaki değildir” görüşlerini savunuyor.

“Pragmatizm sefaleti” başlığıyla dosyaya katkıda bulunan Haksöz yazarlarından Yılmaz Çakır ise, “…İlkeli olmanın maddi karşılıklarının hemen görülmemesi, belki de hiç görülmeyecek olması, 'cenneti satın almaları' istenenler için pek bir şey ifade etmese gerektir. Ne yazık ki bu düşüncemiz bazılarının pragmatizmi kutsamalarının önünü alamamaktadır. Gayba iman etmek sadece bir iddia olarak durmaktadır. Kur’an ve onun vaadleri, ilkeleri ile kimlik bulmaları gerekenlerin somut çıkarlar karşısında tercihlerini gelecekten ve “görünmeyen”den yana değil de şimdiden ve faydası dokunandan yana yaptıkları ortadadır.”

Çakır, bu ifadelerinin yanı sıra, dönemin Başbakanı Erkakan ve partisi RP’nin Çekiç Güç, Gümrük Birliği, OHAL gibi konulardaki “U” dönüşünü ele alıyor ve şu eleştiriyi getiriyor: “Bütün bunlarla birlikte pragmatizmin başarılı (!) uygulayıcıları arasında T. Özal’ın ve N. Erbakan’ın ayrı bir yeri vardır… Özal’ın en temel felsefesi olan pragmatizm, Erbakan’da biraz daha farklı olsa da devam etmektedir.”[1]

Dergide, pragmatizme karşı ilke merkezli tutum çağrısı yapılıyor, “Gerek İslami oluşumları, gerekse Müslüman şahsiyetini bekleyen önemli tehlikelerden birisi de ‘doğru’dan ziyade ‘işe yarayan’a meyleden pragmatik tavırlardır” hakikati dillendiriliyor, yine aynı sayıda “İslami tavır bu mu olmalı?” başlıklı bir yazıda, RP ve RP’ye yakın medyanın cezaevleri sorununa yaklaşımdaki sağcı-devletçi tutumu eleştiriliyordu. Yine RP’nin devletçi refleksi sebebiyle eleştirildiği “Cezaevleri direndi, düzeni kurtarmaya soyunanlar kaybetti” başlıklı yazının sonunda ise ilkesel harekete vurgu yapan şu ifadelere yer veriliyordu: “Müslümanlar şunu çok iyi bilmelidirler ki, zalimlerin açtığı karanlık kanallarda yürüyerek İslam’ın aydınlığını insanlara götüremeyiz!”

Evet, 1996’dan 2011’e ne kadar çok şey değişmiş öyle değil mi dostlar? Ne yazık ki o gün için “aşılması gereken hastalık” olarak görülen pragmatizm, bugünün en geçerli akçesi haline gelmiş. Üstelik bu durum her karşılaşılan virajda daha da belirginlik ve yaygınlık kazanarak geri dönülmez bir hal alıyor. İlkeleri dillendirenler artık “çatlak ses” muamelesi görüyor, bir çırpıda sayılıveren onca “kazanım”ların pragmatizmi ile susturulmaya çalışılıyor.

Aslında kalkıp 96’lara gitmeye de gerek yok, pragmatizmin yol açtığı ölçüsüzlüğü, ilkesizliği anlamak için. Daha düne kadar, devletçiliğini, kendisine de darbe yapmalarına rağmen darbeci generallere bir türlü bitmeyen sevdasını, 28 Şubat konusundaki suskunluğunu, 28 Şubat’ın baş aktörlerinden Demirel’e olan yakınlığını ve Ergenekon’a yakınlığı bilinen bazı partilerle ittifak arayışını gündeme getirdikleri bir siyasetçi vefat edince, ardından, övgü kuyruğuna girenler, onun şahsında “bağımsız İslami siyasi kimlik” ve “özgün İslamcı siyaset” vehmedenler gözümüzün önünde iken…

[1] Sözün burasında, söz konusu yazarın, Erbakan’ın vefatı sonrasında Haksöz Haber sitesine yazdığı yorumda şu ifadeleri kullandığını hatırlatalım: “İslam'ın ve Müslümanların aşağılandığı, horlandığı bu tarihsel ve siyasal süreçte; bugün vefatını derin bir teessürle öğrendiğim merhum Erbakan, en başta Müslümanlara kazandırdığı siyasal ve sosyal özgüven ile bütün vefalı yüreklerde şükranla anılmayı haketmektedir. İnşallah ahirette de çok sevdiği ve sevdirmeye çalıştığı "mücahid" sıfatına layık bir muamele bulur. Güle, güle mücahid, güle, güle....”