Şükrü HÜSEYİNOĞLU

22 Mart 2013

“ÖZGÜR SURİYE” Mİ, “İSLAMİ SURİYE” Mİ?

Öncelikle şunu bir kez daha vurgulamak istiyorum ki, Müslümanlar olarak, dünyada her olup-biteni ABD projesi olarak gören komplocu zihin yapısından da, başta ABD olmak üzere küresel şirk odaklarının plan-projelerini görmezden gelen ve her şeyi hayra yoran safdirik yaklaşımlardan da uzak olmamız gerekir. Ki, “Komploculuk?” başlıklı yazıda bu konuya ayrıntılı olarak değinmiştik.

Son yıllarda İslam coğrafyasında ciddi bir değişim-dönüşüm dalgasına tanık oluyoruz. Başta Türkiye olmak üzere bölgede paradigmalar değişiyor, eski paradigmalara dayalı statükolar yerini yeni statükolara bırakıyor. Bölgeye bir asra yakın dayatılan diktacı, militarist niteliğe sahip buyurgan/jakoben laiklik paradigması terk ediliyor, geride bırakılıyor.

Peki bunun yerine ikame edilmekte olan nedir? İşte bugünlerde bizlerin asıl sormamız ve pozisyonumuzu belirleme konusunda mihenk edinmemiz gereken soru budur. Gidenin yerine ne gelmektedir?

Küresel güçlerin bölgeye “model” olarak sunduğu Türkiye üzerinden bu sorunun cevabını aradığımızda gördüğümüz şudur: Jakoben, Kemalist laiklik tasfiye edilmekte, onun yerine hızla ılımlı laiklik – ılımlı İslam uzlaşmasına dayalı muhafazakâr demokrat bir laiklik (Anglosakson modeli temelinde) inşa ve ikame edilmektedir.

Kısacası giden bâtılın bir versiyonu olduğu gibi gelen de bâtılın bir başka versiyonudur. Allah’ın dini açısından, tevhid akidesi açısından bakıldığında aralarında hak-bâtıl temel ayrışması açısından fark bulunmadığını belirtmek gerekir. Zira her iki paradigma açısından da Allah’ın dini temel belirleyici, özne değildir. Biri Allah’ın dinini tamamen dışlamakta ve ona fiilen düşmanlık etmekte, diğeri ise onu ancak bir kişisel referans mesabesine indirgemekte ve o şekliyle sistemin bir parçası kılmaktadır.

Son yıllarda jakoben laiklik mantalitesinin tasfiyesi süreci üzerinden Türkiye’nin gidişatından İslami bir netice vehmedenler var aramızda. Onlara bir süre önce Şahin Alpay’ın Zaman Gazetesinde yayınlanan “Postmodern Türkiye’ye Doğru” başlıklı yazısını okumalarını öneririm.[1]

Evet, ne olup-bittiğini doğru kavramdan ne yapılacağı konusunda doğru bir pozisyon almak mümkün değildir. İşte bugün bölgede yaşanan gelişmeler konusunda Müslümanca bir tutum ve duruş sahibi olmak da, yaşanan gelişmeleri ve trendi doğru okumayı gerektirmektedir. Tabii onun da öncesinde bu ayartıcı, tektipleştirici postmodern çağda hâlâ tevhid akidesinde ısrarcı olmayı, Âlemlerin Rabbi’nden başka yol ve yöntem belirleyici tanımamaya dayalı tevhidi duruşta sabit kadem olmayı gerektirmektedir. Aksi halde, apaçık bâtıl süreçleri dahi “merhale” adı altında takdis edebilecek bir çizgiye gelmişseniz yapabilecek bir şey yoktur.

“Arap Baharı” sürecinin ilk yaşandığı yerler olan Tunus, Mısır ve Libya’da süreç bilindiği gibi statüko değişikliği ile neticelendi. Gidenin yerine neyin geldiği de malum. Alaşağı edilen diktacı, jakoben laik statükoların yerine, bugün küresel istikbarı temsil eden Batıyla ve Batılı değer yargılarıyla çatışmayan, hatta yer yer bu değer yargılarını içselleştiren, üç aşağı beş yukarı “Türkiye modeli”ne benzer şekilde ılımlı İslam – ılımlı laiklik ekseninde yeni statükolar teşkil edildi, edilmekte.

Suriye’de ise, yarım asırlık Baas diktasına karşı iki yıl önce başlayan direniş süreci henüz fiili bir sonuca ulaşabilmiş değil. Baas diktasının kitlesel katliamlarına karşılık Suriye halkının direnişi bir ölüm-kalım mücadelesi şeklinde devam ediyor. Suriye halkının kararlı direnişi karşısında Baas diktasının çok daha fazla tutunabileceğini doğrusu biz pek mümkün görmüyoruz. Suriye’de de bir değişim süreci kaçınılmaz görünüyor.

İşte bu noktada “gidenin yerine neyin geleceği” sorusu Suriye açısından da karşımıza çıkmaktadır. Görebildiğimiz kadarıyla, muhtemel Baas sonrası döneme ait iki yaklaşım öne çıkmaktadır: “Özgür Suriye” vizyonu ve “İslami Suriye” vizyonu.

Bugün, Suriye muhalefetinin diplomatik temsilcisi olarak küresel güçlerce de tanınmış olan Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) gibi oluşumların ileri gelen isimlerinden yükselen sesler, “Türkiye modeli”ne uygun şekilde Batıyla ve Batılı değerlerle uyumlu bir Suriye hedefini (Özgür Suriye) ifade ederken, Suriye içerisinde direnişin yükünü önemli ölçüde omuzlayan çeşitli İslami grupların ise küresel istikbarın vesayet ve himayesini ve Batılı değer yargılarını reddeden bir “İslami Suriye” özlemi içerisinde oldukları görülmektedir.

Muhakkak ki İslami gruplar bu özlemlerini ancak güçleri nisbetinde, Suriye halkından alacakları desteğe dayalı olarak kuvveden fiile geçirebileceklerdir. Aksi halde tepeden inmeci bir yaklaşımla İslam’ı hakim kılmaya kalkışmak doğru da, faydalı da olmayacaktır. Ancak biz Müslümanların her halükârda “İslami Suriye” hedefinden yana tavır takınmamız, bu çizgiye omuz vermemiz, bu çizgiyi öne çıkarmamız gerekir.

Akidenin, duruşun, vizyonun merhalesi olmayacağı ve hiçbir şekilde bâtıldan hakka giden bir yol olamayacağı gerçeklerinden hareketle, “demokrasi ve özgürlük” gibi seküler Batılı kavramları bayraklaştıran ve küresel istikbara karşı bir duruşu olmayan “Özgür Suriye” vizyonuna omuz vermekten titizlikle kaçınmak ve “İslami Suriye” vizyonunun güçlenmesi için taraf olmak durumundayız.

“İnsani yardım”larımızın yanı sıra, bu açıdan yapacağımız “İslami yardım”larımızla da Suriyeli kardeşlerimizin yanında olmalıyız.


[1] Söz konusu yazının son paragrafı şöyle: “Belki Findley’den bir adım ileri gidebilirim: Her ikisi de Batı’nın liberal ilke ve değerlerden etkilenen, laik ve İslami yenilikçi gelenekler arasındaki sentez, post-modern Türkiye’nin doğuşunun temellerini atıyor. Bu çok sancılı, iniş çıkışlı bir süreç, ama farklı dinsel inançlara ve etnik kimliklere saygılı, çok-kültürlü Türkiye’ye doğru gidiş artık gündemde.” (Şahin Alpay, Postmodern Türkiye'ye Doğru, 6 Şubat 2013, Zaman)