22-11-2010 10:06

Pamak: Tağuta tağut demek, bazı Müslümanlarca hor görülür oldu

Pamak bu bölümde, `dini çoğulculuk`, `din ve ideolojiden arındırılmış kamu alanı` gibi hak-bâtıl sentezine dayalı yaklaşımları ve son dönemlerde Türkiye`de gerçekleşen sistem içi değişim ve dönüşümler konusunda Müslümanlar arasında ortaya çıkan farklı yönelimleri ele alıyor ve bu süreçlerde konjonktürel kazanımlar uğruna İslami reflekslerinden uzaklaşma eğilimi gösteren Müslümanlara önemli uyarılarda bulunuyor.

Pamak: Tağuta tağut demek, bazı Müslümanlarca hor görülür oldu

İslam ve Hayat

 

Yazar Mehmet Pamak'la gerçekleştirdiğimiz ve neticede on bölümlük bir yazı dizisi halini alan söyleşimizin beşinci bölümünü dikkatlerinize sunuyoruz. Üzerinde dikkatle durulması gereken önemli tesbitler içeren yazı dizisini on günlük periyodlarla yayınlamaktayız. Lakin Kurban Bayramı sebebiyle bu bölümü bir haftalık gecikmeyle yayınlamış bulunuyoruz.

 

Pamak bu bölümde, "dini çoğulculuk", "din ve ideolojiden arındırılmış kamu alanı" gibi hak-bâtıl sentezine dayalı yaklaşımları ve son dönemlerde Türkiye'de gerçekleşen sistem içi değişim ve dönüşümler konusunda Müslümanlar arasında ortaya çıkan farklı yönelimleri ele alıyor ve bu süreçlerde konjonktürel kazanımlar uğruna İslami reflekslerinden uzaklaşma eğilimi gösteren Müslümanlara önemli uyarılarda bulunuyor.

 

Müslümanların söylem ve eylemlerinin giderek artan oranda sekülerleştiğini kaydeden Pamak, tıpkı Tanzimat'ta gâvura gâvur demenin hor görülmesi gibi, görece özgürlükçü yeni statükoya angaje olan Müslümanlarca, tağuta tağut demenin hor görülür olduğuınu kaydediyor ve "Sistem içi demokratikleşmeyi benimseme ya da aktif desteklemede o kadar ileriye gidilebilmektedir ki, bazı Müslümanlar bu gidişe sessiz kalmayıp, tevhidi ilkeleri, vahyi ölçüleri, Peygamberi örnekliği hatırlatarak “emri bil maruf” sorumluluğunun gereğini yerine getirmeye kalktığında, kimileri bu İslami uyarıları yapanları tahfif edici, karalayıcı, itham ve iftiralarla mahkum edici tutumlar sergilemekten bile çekinmemişlerdir. Hatta “tevhid, şirk, küfür, bâtıl, tagut, cahiliye, cihad” gibi Kur’ani kavramları gündemleştirmeyi küçümseyip alay konusu yapanlar bile çıkabilmektedir. Bunlar, tevhidi mesajı bugünün insanlarına ulaştırmak için, bu kavramların bugünkü toplumdaki karşılıklarını göstermek, tabiri caizse ete kemiğe büründürmek zaruretini bile görmezden gelebilmektedirler. Bunlar, bugün gerçekleştirilmek istenen, rasyonalizme, liberalizme, dini çoğulculuğa ve laik demokratik sistemle uyumlu din algısına dayalı sistem içi görece özgürlükçü değişime zarar vereceği kaygısıyla, İslami kimlik ve kavramları geriye çekmekten, gündeme getirmemekten yana görünmektedirler. İşte bu endişeyle, bu tür Kur’ani kavramları,  günümüzde somut karşılıklarını göstererek kullanmaktan (adeta tarihe gömmek istercesine) imtina ettikleri gibi, bu kavramları gündemleştirenleri de caydırıcı tepkiler verebilmektedirler." tesbitlerinde bulunuyor.

 

İŞTE MEHMET PAMAK'LA SÖYLEŞİ DİZİMİZİN 5. BÖLÜMÜ: 

 

Şedit Zalim Eski Statüko ile Görece Özgürlükçü Yeni Statüko Arasında Müslümanlar

 

Görece özgürlük vaadeden yeni statükoya, statükonun demokratikleşme çabalarının doğrudan içinde yer alıp taraf olan, ılımlı laiklik ve liberal demokrasiyi içselleştirdikleri halde kendini İslam’a nispet eden kesimlerle, bu değişimi Müslümanların maslahatı bakımından olumlu bularak aktif destek kararı alan kimi tevhidi uyanış öbeklerinin tutumlarının analizini yapmak önemli bir sorumluluktur.

 

Bu analiz, gidişatı doğru okuyup tedbirler almak; emri bil maruf bağlamında uyarılarda bulunmamız; İslami toplum oluşturma, ümmeti vahiy ekseninde yeniden inşa etme sorumluluğumuz; gelecek tasavvurumuz ve bu istikametteki tevhidi mücadelemizin istikrar ve sürekliliği ile içinden geçmekte olduğumuz yozlaştırıcı, çözücü, sisteme eklemleyici değişim sürecinden en az kayıpla çıkabilmemiz, gibi başlıklar altında zikredebileceğimiz çok önemli sorumluluklarımız bakımından büyük önem arz etmektedir.

 

Bundan önceki bölümlerde daha çok değişimin doğrudan içinde olan kesimleri ve sistem içi değişim çabalarını dini referanslarla meşrulaştırmaya çalışan farklı kesimlerin yaklaşımlarını ele almaya çalışmıştık. Bu bölümden itibaren ise, daha çok, görece farklı boyutlarda da olsa kendilerini şirk sistemiyle ayrıştırmada ve taguti sisteme karşı tavırlarında daha net olan tevhidi uyanış öbeklerinin, değişimi abartarak, sahiplenip aktif destek vererek ortaya koydukları söylem ve eylemlerini ve bunları İslami referanslara dayandırma çabalarını analiz etmeye çalışacağız.

 

Akılcılık, Hak-Bâtıl Sentezciliği ve Dini Çoğulculuk Gibi Anlayışlarla Türkiye’deki Sistem İçi Değişime Teolojik Meşruiyet Zemini mi Hazırlanıyor?

 

Yaşanan sistem içi değişim ve dönüşüm sürecinde, vahye tabi aklın yerini, kimileri için vahyin üzerinde konum biçilen ve vahyi belirleyerek reel şartlara uyumlu hale getirmeye çalışan akıl, kimileri açısından da vahiyden bağımsız seküler akıl almakta, sonuçta akılcılık/rasyonalizm giderek yaygınlaşmaktadır. Vahyi belirlemeye kalkışan akılcılığın ürünü projelerin de, vahiyden bağımsız aklın ürettiği hukuk sistemlerinin ve seküler temel haklar anlayışının da Allah’ın muradına uygun olabileceği ve insanları kurtuluşa taşıyabileceği iddiaları gündemleştirilmektedir. Bu tür eklektik anlayışların önünü açmak üzere, mevcut cahili toplum şartları, uyum sağlanması gereken doğal durum olarak kabul edilerek, bu cahiliye toplumunu değiştirip vahiyle yeniden inşayı esas alan inkılâbî yöntem terk edilmekte ve verili şartlarda, hak-batıl sentezi yönetimlere ve “birlikte yaşam ve ortak yönetim” adı altında eklektik proje arayışlarına yönelinmektedir.

 

Tevhid dininin mesajı, ister Peygamberler, isterse onların yolunu takip eden muvahhidler aracılığıyla olsun, hep Allah’ın tarihe ve topluma  müdahalesi anlamını taşımış ve köklü bir tevhidi dönüşümü sağlayıp, ahiret-kulluk eksenli bir hayat tasavvurunu inşa ve adaleti ikame etmeye yönelik bir inkılap meydana getirmeyi hedeflemiştir. Bugünün Kur’an davetçileri ise, genelde, tarihe ve topluma, tevhidi inkılap hedefli bir müdahale hedef ve iradesini terk edip, daha çok var olan modern cahiliye modelini ve hayat tarzını, uzlaşılması gereken veri kabul etmektedirler. Sonuçta, var olanı, aynı kodlar içinde kalarak yenilemeye, “sistemin yeniden inşası” adı altında, bu cahiliye değerleriyle İslam’ı uzlaştırarak tarihe ve toplumun cahili değerlerine teslim olmaya yönelmektedirler.

 

Bu tür yaklaşımların sahipleri nazarında, muhtemelen, Ashab-ı Kehf misali onurlu, ilkeli tutumlar; var olanla uzlaşarak, hak-batıl sentezi yaparak, statükoya eklemlenerek saraylarda yaşamak, iktidar ve ranttan payını almak yerine; uzlaşmayı reddedip, batıla itiraz ederek, zalim imparatorların yüzüne hakkı haykırarak, mağaraya sığınmayı tercih eden, güzel örnekler, tarihte kalmış marjinal tutumlar olmaktan öte geçememektedir. İbrahim (as) misali, en büyük tehditlere karşı hakkı haykırmaktan vazgeçmeyen, Nemrud’un ateşinden değil Allah’ın azabından korktuğu için, yakılma tehdidine rağmen tavize, işbirliğine yanaşmayan, baskı, zulüm ve ölüm tehdidi altında tek başına ümmet olmayı, kalabalıklarla uzlaşarak birlikte iktidar ve ranta ortak olmaya tercih eden onurlu marjinallikleri, muhtemelen sadece tarihte kalan bir hatıra olarak okuyup geçmektedirler. Bu örnekler de, bugün kolayca yapıldığı gibi, hak batıl sentezi birlikte yönetimler öneren çoğulculuklara razı olsaydılar ve Hakkı hakim kılmak için batıla karşı tavizsiz bir mücadele sürdürmeseydiler, şüphesiz cahiliye kitlelerini de arkalarına alarak, ya da egemen cahili güç ve sistemlerle hak-batıl karışımı sentezlerde uzlaşarak, kitleleşebilir, iktidar ve ranta ulaşabilirlerdi.

 

Evet bugünün hak-batıl sentezcileri, çoğulcuları, uzlaşmacıları nazarında, bu onurlu örnekler günümüze hitap etmemektedirler; Bu yüzden de, Nuh (as) misali tevhidi daveti 950 yıl sürdürdüğü halde, uzlaşmadığı, tavize yanaşmadığı, hak ile batılı karıştırmadığı, egemen güçlerle işbirliği yapmadığı için, iktidar ve ranta ulaşamayan ve davetine icabet edenlerle bir gemi dolduramayan örnekler de, bugüne ışık tutamayan tarihi hikayeler olmaktan çıkamamaktadırlar. Resulullah (s)’in, “Ya bu Kur’an’ı değiştir, ya da yeni bir Kur’an getir” tekliflerine karşı, “Ben ancak bana vahyolunana uyarım, onu kendi arzuma göre değiştirmem mümkün değildir, Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım”[1] tavizsizliği, uzlaşmazlığı da, büyük işkencelere ve ekonomik-sosyal boykotlara rağmen, iktidar ve rant tekliflerini reddeden onurlu duruşu da, muhtemelen O’na ait ve tarihte kalan, bugünün şartlarında örnek olamayacak bir tercih olarak algılanmaktadır.

 

İşte bu sebeple de, vahyî nasslara bağlılık ve teslimiyet yerine onları verili şartlara uydurmak için eğip-büken, değiştirmeye kalkışan aşırı yorumlarıyla “akılcılık” ve hak ile bâtılı eşdeğer konuma oturtarak birlikteliğe, uzlaşmaya, ülkeyi birlikte yönetmeye yönlendiren “dini çoğulculuk” eksenli düşünceler yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bir önceki bölümde alıntılanan beyanlarda ortaya konduğu üzere, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek” konusu dahi tartışmaya açılarak, Allah’ın emrini saptırıp, hükmü değiştiren yorumlar yapılabilmektedir. Ve böylece laik cahiliye yasalarının ayrım yapılmadan uygulanmasının bile Allah’ın hükmüyle hükmetmek kapsamına girebileceği gibi saptırıcı aşırı yorumlara tevessül, daha doğrusu hükmü değiştirmeye cür’et edilebilmektedir. Buradan kalkarak da, bütün dinlere eşit uzaklıkta devlet ve kamu alanı tasavvuru oluşturulmakta, laik-demokratik olan hak-bâtıl sentezli ortak yönetimlerin de Allah’ın muradına uygun olduğuna dair mesnetsiz düşünceler yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.

 

Bir daha dikkat çekmek isterim ki, yukarıda ifade edilen hak-batıl sentezli arayışlar, giderek çok yakınımıza kadar ulaşarak ve daha geniş çevreleri kuşatarak yaygınlaşıyor. Türkiye pratiğinde, bir yandan AKP-Gülen öncülüğünde gelişen ve sistemi aynı seküler paradigma içinde kalarak değiştirme/yenileme/batı standartlarında güncelleme ile ülkedeki ve bölgedeki Müslüman halkları dönüştürme, küresel liberal - kapitalist sisteme uyumlulaştırma / ılımlılaştırma projesi sürdürülmektedir. Diğer yandan da, bu projeye bilinçli ve doğrudan ya da birtakım maslahatlar güderek dolaylı destek veren pek çok Müslüman, sistem içi görece özgürleştirici değişime teolojik alt yapı oluşturma, din zaviyesinden de meşruiyet kazandırma anlamına gelebilecek ya da bu gidişe dolaylı da olsa katkı sunacak, ama tevhidi ilkeleri ise zayıflatacak içerikte açıklamalar ve ameller yapmaktan çekinmemektedirler.

 

Halbuki, Türkiye’yi “Ilımlı laiklik” ile “Ilımlı İslam”ı uzlaştırarak, bölge halklarına razı olacakları değişimin istikametini gösterecek bir “model” olarak sunmak isteyen yerel ve küresel güçler, bölgeyi bu model üzerinden dönüştürmeyi hedefliyorlar. Bölgenin Müslüman halklarını dönüştürmeye yönelik olarak, Türkiye’deki AKP modeliyle, siyasi, ekonomik, hukuki iddialarından vazgeçip, daha çok bireysel ibadetler alanına çekilmiş, liberal laik demokratik sistemlere razı olmuş bir din algısı oluşturmak istiyorlar. Bölge halklarını, seküler modern paradigmanın çıkarcı, sömürücü üretim ve tüketim azgınlığına entegre olmuş bir “İslam algısı” etrafında Protestanlaştırıp, küresel kapitalist sisteme eklemlemek istiyorlar. İslam coğrafyasındaki iyi niyetli Müslümanlar, Türkiye’deki bu modeli, kadrolarını ve onların din algılarının ne olduğunu, içinde rol almak zorunda kaldıkları küresel projeleri ve TC sisteminin nereye doğru ve ne kadar değişmeye müsait olduğunu bizim kadar bilemezler. Sonuçta bölge insanlarını nereye sürüklemeye ya da eklemlemeye sebep olabileceğini ve emperyal güçlerin neyi hedeflendiklerini, modelin oluşturulmaya çalışıldığı bu ülkenin Müslümanları kadar bilmeleri ve takip etmeleri de mümkün değildir. Çünkü model burada doğuyor ve bizler bu modelin öncülerini çok daha iyi tanıyoruz, değişimin nereye doğru gittiğini de çok daha yakından gözlemleyebiliyoruz.

 

İşte bu sebeple de, hem bu ülke insanlarını, hem de bölgenin Müslümanlarını bu konuda uyarmak bakımında büyük sorumluluk altındayız. Bundan dolayı, bölgeyi emperyal projelerle paralel bir istikamette dönüştürüp, küresel kapitalist sisteme eklemleme riski taşıyan model bu ülkeden çıktığı için, bu modeli apaçık tanıtıp riskleri konusunda ülke ve bölge halklarını uyaracak, ümmetin vahiyle yeniden inşa edilmesi mücadelesinde uyarıcı şahidlik yapacak alternatif Kur’an toplumu nüvesi  oluşturmak da bu ülke Müslümanlarının önemli ve öncelikli sorumluğudur.

 

Türkiye’de oluşturmamız gereken ve “Kur’an Toplumu Şûrası” misali özgün adlandırmalarla ifade edebileceğimiz bu alternatif model, kuşatıcı yapısı, ilkeli tavizsiz mücadelesi, Kur’an ile büyük cihadı ikame edişi, ezilenlerden yana İslami bir muhalefet oluşturarak tevhidî adaleti ikame mücadelesi vermesiyle mustaz’af halklara örnek ve önder olmalıdır. Bölgeyi küresel laik kapitalist sisteme eklemlenmek üzere dönüştürme hedefli “laik-liberal demokrat-ılımlı Müslüman” Türkiye modeli, süslü kaplarda sunulan bir zehir konumundadır. Bunun panzehiri ise, “Kur’an Toplumu” modelinin örnekliğiyle, bu tuzaktan kurtuluşun doğru istikametini göstermek ve bölge halklarını uyaracak şahidliği yapmaktır. İşte bu önemli sorumluluk da, bu zehrin nasıl karıldığını bizzat müşahede ederek yakından takip eden ve bilen Türkiye Müslümanlarınındır. Yani bütün Müslüman halkları etkileme riski olan bu dönüştürücü zehir Türkiye’de oluşturulduğuna göre, bu tehlikeye karşı uyarıcılık ve şahidlik/örneklik anlamında panzehirini bir an önce hazırlayıp, bütün Müslümanlara sunmak da bu ülke Müslümanları olarak bizim sorumluluğumuzdur.

 

Bu sebeple, bizim, söz konusu Kur’an toplumu modelini oluşturmak ve onun yaşanan örnekliğiyle gerçekleştirilecek vahye şahidlik yanında, bölgeyi dönüştürmeyi hedefleyen “ılımlı laiklik - liberal demokrasi - ılımlı İslam” sentezi modelin tehlikeleri hakkında yapacağımız uyarılarla, hem ülke hem de bölge Müslümanlarına karşı sorumluluğumuzu yerine getirmemiz gerekmektedir. Üstelik bu Kur’an toplumu modeli, yaşanan bu sistem içi değişim sürecinde yapılanıp, bu fonksiyonunu yerine getirmek üzere bir an önce harekete geçmek zorundadır. Ancak ne yazık ki, bu sorumluluğu yerine getirmesi gereken tevhidi birikim, büyük ölçüde sistem içi değişimi hakkıyla değerlendiremeyerek, ya da çok abartıp duygusal bağlar kurarak, cazibesine kapılarak bu değişim sürecinin peşine düşmüş, ona eklemlenme eğilimine girmiş bulunmaktadır. Bu iki yönden vebal getirmektedir. Birincisi, bizatihi Türkiye tevhidi uyanış sürecini yozlaştırmaya sebep olmak, diğeri ise, bölge ve ülke halklarına karşı uyarı ve şahidlik görevini yerine getirmemek, tam tersine tehlikenin büyüyüp yaygınlaşmasına katkıda bulunmak vebalidir.

 

Mesela, daha çok yakındaki referandum sürecinde, İlahi vahyi esas almayan, laik sistemi restore eden sistem içi değişime, sistem içi taraflardan birinde fiilen yer alarak aktif destek vermek, İslami açıdan da doğal bir durummuş gibi benimsenmiş ve meşru sayılmıştır. Taguti anayasanın kısmi değişikliğiyle, İlahi vahyi düşman sayan görevler ifa etmek üzere var olan taguti kurumların, şirke dayalı bu niteliklerini koruyarak yeniden yapılandırılmasına “evet” oyu ile iştirak etmek, kolayca kabullenilmiştir. Ayrıca, birçok tevhidi uyanış süreci öncüsü şahsiyet bile, sistemin değişik laik partilerine üye olmuş ve çeşitli görevler üstlenmiş bulunmaktadırlar.

 

Laik sistemin taguti anayasasında yapılacak, içerik olarak yine vahye aykırı olan değişikliğe aktif destek verme çağrısı gibi gayri İslami bir amel, kimilerince bir “devrim” ve “yenilenen hareket fıkhı” gereği ciddi bir ictihâdi açılım, despotizmi geriletmeye yönelik çok önemli bir adım olarak takdim edilebilmiştir. Kimilerince, “Müslümanların referanduma katılmaları itikâdî değil, tamamen içtihâdî bir konudur” denilip, meşru bir amel olarak gösterilebilmiştir. Kimilerince, “Allah’a teslimiyetin, takvalı olmanın önemli bir gereği ve ibadet”, kimilerince de fıtrat sözleşmesindeki “kâlu belâ” beyanıyla özdeş derecede hakkı ifade eden bir ahidleşme kabul edilebilmiş ve hatta Umre ibâdetinden daha anlamlı ve önemli bir “ibâdet” ve “cihâd” olarak nitelenebilmiştir.

 

 

 

Müslümanların Söylem ve Eylemleri, Giderek Seküler Bir İçerik Kazanmakta Yeni Statükoda, “Taguta, Tagut Denmeyecek” Yaklaşımı Sergilenmektedir

 

Sistem içi demokratikleşmeyi benimseme ya da aktif desteklemede o kadar ileriye gidilebilmektedir ki, bazı Müslümanlar bu gidişe sessiz kalmayıp, tevhidi ilkeleri, vahyi ölçüleri, Peygamberi örnekliği hatırlatarak “emri bil maruf” sorumluluğunun gereğini yerine getirmeye kalktığında, kimileri bu İslami uyarıları yapanları tahfif edici, karalayıcı, itham ve iftiralarla mahkum edici tutumlar sergilemekten bile çekinmemişlerdir. Hatta “tevhid, şirk, küfür, bâtıl, tagut, cahiliye, cihad” gibi Kur’ani kavramları gündemleştirmeyi küçümseyip alay konusu yapanlar bile çıkabilmektedir. Bunlar, tevhidi mesajı bugünün insanlarına ulaştırmak için, bu kavramların bugünkü toplumdaki karşılıklarını göstermek, tabiri caizse ete kemiğe büründürmek zaruretini bile görmezden gelebilmektedirler. Bunlar, bugün gerçekleştirilmek istenen, rasyonalizme, liberalizme, dini çoğulculuğa ve laik demokratik sistemle uyumlu din algısına dayalı sistem içi görece özgürlükçü değişime zarar vereceği kaygısıyla, İslami kimlik ve kavramları geriye çekmekten, gündeme getirmemekten yana görünmektedirler. İşte bu endişeyle, bu tür Kur’ani kavramları,  günümüzde somut karşılıklarını göstererek kullanmaktan (adeta tarihe gömmek istercesine) imtina ettikleri gibi, bu kavramları gündemleştirenleri de caydırıcı tepkiler verebilmektedirler.

 

Bu bağlamda, bazı kardeşlerimiz on yıllarca birlikte tagut dediğimiz sisteme ve anayasasına, kendileri bu taguti anayasada kısmi değişikliğe oy vermeleri ve sistem içi değişime aşırı bağlanmaları sebebiyle, bundan böyle adeta bu taguti sistemin anayasasını "taguti" olarak nitelemekten vazgeçmemizi istercesine bir tutum takınmaktadırlar. Yani mademki bazı kardeşlerimiz anayasa değişikliğine "evet" oyu ile iştirak ediyorlar ve madem ki, darbeci bürokratik vesayeti sona erdirip, bunlar yerine eşleri örtülü, kendileri de namaz kılan, halka ve değerlerine daha yakın kişiler, artık Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı oluyorlar, o halde artık bu laik anayasa için, bu İslam karşıtı laik sistem için, bu sistemin tuğyanı sürdüren kurumları için "taguti" denmemelidir, der gibi tepki gösteriyorlar. Sistem ve kurumları Allah’ın hükümlerine isyanı, itaatsizliği, Allah’ın hükümlerine mugayir heva ürünü hükümlerle hükmetmeyi sürdürdükleri halde, artık onlara “tagut” denmesi bazı Müslümanları rahatsız ediyor. Tıpkı Tanzimat’taki "Bundan böyle artık gâvura gâvur denilmeyecek" dayatması gibi, bundan böyle "taguta tagut denilmeyecek" der gibi davranıyorlar. 

 

Halbuki, kendini İslam’a nispet edip, bazı bireysel ibadetlerini yerine getiren kimi şahsiyetler yönetime geldiler ve bazı kardeşlerimiz de, kendilerince bazı maslahatlarla (bize göre yanlış yaparak) onların sistem içi değişimine oy verip katıldılar ve görece özgürlük umuduna aşırı kapıldılar diye, taguti şirk sistemi ve ilahi vahye dayanmayan anayasası ve aynı nitelikteki kısmi değişikliği ile taguti kurumları bu taguti niteliklerini kaybetmezler. Kanaatimizce, bu kardeşlerimizin konumu ise, ancak niyet, gerekçe ve te'villeri ile güttükleri maslahat vb hususlar sebebiyle "taguti anayasanın kısmi değişikliğine oyla destek vererek" yanlış bir amel işleyen kardeşlerimiz olmaktan ibarettir. En azından Kur'an ve sünnetten bizim çıkardığımız sonuç budur. 

 

Aksi durum ise, bu anayasa değişikliğinin ve sistem içi değişimin İslami olduğu iddiasıdır ki, bunu demeye hiç kimsenin yetkisi de yoktur, haddi de değildir. Hepimiz bilmekteyiz ki, kimi Müslümanların oylarıyla yeniden kurulan/yapılandırılan AYM ve HSYK, “Tevhidi Duyarlılık Çağrısı” bildirisinde de ifade edildiği gibi, Allah'ın hükmüyle hükmetmeyecek ve mevcut anayasadaki taguti ve İslam düşmanı laik hükümlerle hükmetmeye devam edecektir. O halde, kısmi anayasa değişikliği de tagutidir. Taguti kurumları, şirke dayalı aynı niteliklerini koruyarak ve laikliği koruma görevlerini muhafaza ederek yeniden yapılandırmaktan ibarettir. Ne yapalım yani, bazı kardeşlerimizin oy vermesi hatırına, bu ideolojik gerçeği yok mu sayalım, onların oylarıyla yeniden oluşturulan bu taguti kurumları, İslami mi kabul edelim?

 

Halbuki, zulümatın daha baskıcı, daha zalim koyu karanlıklarından, görece özgürlükçü gri tonlarına doğru geçiş, görece bir rahatlama getirse ve zulmü bir miktar geriletse de, en büyük zulüm olan şirk devam etmekte ve Allah’ın hükmüyle, adaletle hükmedilmeyen yeni statüko da taguti olmaya devam etmektedir. Çünkü, Allah’ın hükümlerini, hudutlarını tanımayıp, kendisi mugayir hükümler, hudutlar ihdas edip, Allah’ın kullarına heva ürünü bu hükümlerle hükmetmeye kalkan her tüzel ve gerçek kişi taguttur. Bu yüzden, görece özgürlükçü ılımlı laik, liberal, demokratik sistemde de, taguti olma niteliği sürmekte, şirke dayalı adaletsizlik, haksızlık ve sömürü devam etmektedir. Yönetimdekiler, eşleri örtülü, bireysel ibadetlerini yapan ve kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kişiler olsalar bile,  sistem, anayasası ve kurumları taguti niteliklerini sürdürmektedirler. Bu sebeple, mü’min olabilmek için öncelikle şart olan, “tagutu red sorumluluğu” eski tagutun yerine ikame edilen görece özgürlükçü yeni tagutu da reddetmeyi gerektirmektedir.

         

Ancak maalesef, Müslümanlarca yayınlanan kimi bildiriler ve yazılar, giderek bu tür kavramları, vahyi ölçüleri ve İslami kimliği açıkça ibraz eden bir muhtevadan arınmış, daha seküler bir içerik kazanmaya başlamış bulunmaktadır. “İslami kuruluşlar” adı altında yayınlanan referandumla ilgili son “aktif destek” bildirisi de bunun en bariz örneklerinden birisi olarak henüz göz önünde durmaktadır. Kur’ani kavramların ve vahyi ölçülerin/hükümlerin, tarihte bırakılmayıp günümüze taşınmaları ve günümüzdeki somut karşılıkları gösterilerek güncelleştirilmeleri, konjonktürü/realiteyi aşırı abartarak belirleyici kılanları ve mevcut şartları, uyum sağlanması gereken veriler olarak kabul edenleri rahatsız etmektedir.

 

Bugün egemen olan şedit zalim eski statükonun tasfiyesi sevinciyle gözleri kamaşıp önünü göremez hale gelen tevhidi uyanış süreci bakiyesi çoğu çevre ve şahsiyetler, eskinin yerine ikame edilmek istenen yeni statükoyu ve taşıdığı potansiyel riskleri, gerçekçi bir biçimde okuyamamakta ve yeterince doğru değerlendirememektedirler. Bunun sonucu olarak da, “Ilımlı laik - liberal demokrat - ılımlı Müslüman” olan, bireysel ibadetlerini yapan yöneticilerin yönetiminde oluşturulan, zulmü azalan ama taguti niteliği süren, gönüllü modernleştirme/sekülerleştirme rolü üstlenmiş görece özgürlükçü yeni statükoya eklemlenme ve ondan bağımsız tevhidi kimlik ve istikameti yitirme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar. Bu sebeple, bugün zulümatın gri tonlarındaki bu yeni statükoyu, bu derece abartarak sahiplenenler, aktif destek vererek eklemlenenler, hem kendi çevrelerindeki Müslümanları, hem de tevhidi davetin muhatabı olan kitleleri, yanıltmış olmuyorlar mı?

 

Çevrelerini ve kitleleri, bu sistem içi demokratikleşmeye ve yeni statükoya destek vermeye davet edenler, yarın yeni statükoya karşı tevhidi mücadele sorumlulukları olmayacakmış gibi davranmış olmuyorlar mı? Üstelik, görece özgürlükçü yeni taguti statükoya verilen bu aktif desteği, “takva”, “ibadet” ve “Allah’a teslimiyet” olarak takdim edenler, yarın yeni taguti statükoya karşı tevhid ve adalet mücadelesini nasıl sürdüreceklerdir?  Daha doğrusu böyle bir mücadeleye gerek duyacaklar mıdır? Yoksa iktidar ve ranttan paylarını alıp, İslami mücadele ve daveti, Kur’an’ın siyasal, ekonomik, hukuki hükümlerini tarihe gömüp, namaz platformu misali bireysel ibadetleri yaygınlaştırmaya ve hayır faaliyetlerine mi indirgeyeceklerdir? Böyle yapmayıp, tevhidi ve adaleti ikame etme mücadelesini yeni taguti statükoya karşı da sürdürmeye kalkışsalar, kendilerinde bu ruh, nitelik ve gücü bulabilecekler midir? Bu çabayı gösterebilseler bile, içine düştükleri çelişkiyi, nasıl izah edeceklerdir? Oluşumu için bu derece aktif destek verdikleri, olumluluklarını çok abartıp sahiplendikleri yeni statükonun taguti olduğunu, Allah’ın hükümleriyle hükmedilen adalet sistemine ulaşmak için, bu sisteme ve topyekûn cahiliyeye karşı tevhidi bir toplumsal dönüşüm ve inkılabın gerekliliğini, kendilerine, çevrelerine ve davetin muhataplarına nasıl anlatacaklardır?

 

Tevhidi Uyanış Süreci Öbeklerinin Çoğunu da İçinde Barındıran

Demokratik Laik Platformlar, Demokratikleşmenin Öznesi Durumundalar

 

Verili cahiliye toplumu şartlarına müdahale ederek, onu, kendi özgün kavram ve ölçüleriyle ıslah ve inkılaba uğratmayı hedefleyen uzun soluklu ve zorlu İslami/tevhidi mücadele yerine, kısa vadede birtakım dünyevi sonuçlara ulaştıracak yeni arayışlara giriliyor. Bu sebeple, mevcut şartlarda bir arada yaşama, hak-bâtıl uzlaşmasıyla ülkeyi birlikte yönetme, laiklik ve demokrasiyle İslam’ı sentez etme arayışları ve buna yoğunlaşan eğilimler, giderek daha çok taraftar bulmakta ve bu istikamette hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır. Pek çok “tevhidi grup” ve öncü “İslami şahsiyet” de artık demokratikleşmenin nimetlerini abartarak gündeme taşımakta, İslami referanslarla destek verip demokratikleşmeye taraf olmakta, hatta bir kısmı batı standardındaki “demokratik laikliğin” bile savunucuğunu yapmaktan ve İslam’la uyumlu olduğunu iddia etmekten çekinmemektedirler.

 

Diğer yandan, çok az sayıda istisna haricinde neredeyse bütün tevhidi uyanış süreci öbeklerinin de, sağcı muhafazakâr, “milliyetçi,” dernek ve vakıflar ile birlikte üyesi oldukları TGTV’nin Genel Başkanı, hepsini temsilen yaptığı konuşmada, “Totaliter, yasakçı bir anayasa istemiyoruz. Darbe anayasası istemiyoruz. Demokratik irade ile yapılmış, ayrımcılık yapmayan, yeni demokratik sivil anayasa istiyoruz”[2] diyebilmekte ve açıkça demokratik laikliği ve halk iradesinin mutlak egemenliği anlamında demokrasiyi savunabilmektedir. Cahiliye toplumunun iradesini yansıtacak sivil anayasa da, cahili ve taguti bir anayasa olmaktan kurtulamayacağına göre, demek ki, son referandumdaki gibi kısmi değil de, bu değişiklikten görece daha iyi, daha özgürlükçü bir cahiliye anayasası sivil toplumca yapılsa yine aktif destek verecekleri anlaşılmaktadır.

 

Bileşenleri arasında, tevhidi uyanış süreci bakiyesi öbeklerin büyük ekseriyetinin ve “öncü İslami şahsiyetler”in önemli kısmının da yer aldığı, toplumu ve sistemi demokratikleştirmeye, Müslüman camiayı, ılımlı laiklik ve demokrasi ile bütünleştirmeye, demokratik laikliği tesis etmeye endekslenmiş çalışmaları bütün illerde gerçekleştirmeye çalışan SDP (Sivil Dayanışma Platformu)’nun temel hedefi de kendi sitesinde şöyle vurgulanmaktadır: “Yaşadığımız bu tarihi süreçte, demokrasi ve hukuk ekseninde ülkemizi yeniden yapılandırma sürecine katkı sağlamak, huzur ve barışı, birlik ve beraberliği koruyarak yeni demokratik ve sivil bir anayasa talebini toplumda canlı tutmak”.

 

TGTV’nin başı çektiği ve birçok tevhidi uyanış süreci öbeğinin de açıkça içinde yer alıp desteklediği “Ortak Akıl” hareketinin temel sloganı: Kayıt Yok, Şart Yok, Egemenlik Milletin!”, “Türkiye, Laik, Demokratik, Sosyal, Hukuk Devletidir, Ne Bir Eksik, Ne Bir Fazla” olarak belirlenmiş ve her tarafa bu sloganları taşıyan afişler asılmıştır. Aynı platformun güttüğü amaç ise: ''Türkiye'de yaşanan demokrasi ve özgürlük mücadelesine aktif katılım sağlamak,… yeni bir anayasa talebini diri ve canlı tutmak" şeklinde açıklanmıştır.

 

Referanduma “evet” oyu vererek aktif destek çağrısı yapan “İslami kuruluşlar” adı altındaki platform da (ki bunların da bir ya da iki istisna dışında tamamı, aynı zamanda “TGTV”, “SDP”, “Ortak Akıl” gibi demokratik platformların üyeleri durumundadırlar, ayrıca bunların içinde bizzat genel başkanlarının ağzından açıkça “bizim derneğimizin İslami kimliği yoktur” diyen kuruluşlar bile vardır)[3] yayınladıkları ortak bildiri metninde “Tüm toplum kesimlerinin taleplerini karşılayan, sivil, özgürlükçü ve adaleti tesisi önceleyen toplumsal sözleşme niteliğinde bir anayasa talebimizi tekrarlıyoruz” demişlerdir. Tıpkı daha önce yayınladıkları bir başka bildiride de, aynı kuruluşların “İlahi iradeyi ve vahyi esas alan bir anayasa talep ediyoruz” demek yerine, “Halkın iradesini esas alan yeni bir anayasa hazırlanmasını talep ediyoruz” dedikleri gibi.[4]

 

Diğer taraftan, yine referanduma “evet” çabası içinde yer alan ve şirk anayasasında yapılacak kısmi değişiklikle gerçekleştirilmek istenen sistem içi demokratikleşmeye, “aktif destek” çağrısında bulunan, kendimize çok yakın bulduğumuz tevhidi kesimden bazı kardeşlerimizin de kimi liberallerle birlikte içinde yer aldıkları bir kuruluşun öncüleri ise açıkça şunları söyleyebilmişlerdir: “Tek derdimiz ülkemizin sivilleşmesi, özgürleşmesi ve AB standartlarında bir ülke olması yolunda sivil toplum olarak üzerimize düşeni yapmak!”. Bu Müslümanlar, internet sitelerinde yer verdikleri “Demokratlara çağrı” metninde ise: “Önceliğini hukukun, evrensel insan haklarının, demokrasinin, düşünce ve ifade özgürlüklerinin genişletilmesinden yana koyan, … bu anlamda … demokrasiye olan bağlılıklarından başka hiçbir şeyleri olmayan bağımsız bir sivil toplum örgütüyüz” diyebilmişlerdir.

 

Bu Tür Eklemlenmiş “İslami Kuruluşlar”, Tevhidi Uyanışa,

Demokratik Değişimci AKP’den Daha Fazla Zarar Vermektedirler

 

Şahsen, AKP’yi ve bilinen öncü kadrolarını, onlara ve politikalarına eklemlenen tevhidi uyanış süreci öbek ve öncülerine nazaran, daha tutarlı ve dürüst görenlerdenim. Çünkü AKP öncüleri İslam algıları ve pratikleri bakımından hep bu konumda bulunmakta ve sürekli bu yöntemi takip etmekteydiler. Onlar zaten, sistem içi laik-demokratik çizgide, halkın biraz daha özgürleşmesi, iktidar ve ranttan payını alması amaçlı bir çaba içindeydiler. Bugün pragmatizmle onlara eklemlenen İslami grup ve şahsiyetler ise, eskiden, doğrudan tekfir etmeseler de, bu konuma ve yönteme olumlu bakmayan, bu yaklaşımı İslami ve meşru bulmayan bir düşünceye sahiptiler.

 

Üstelik, AKP ve öncüleri, İslami bir yapı oldukları iddiasında da değildirler. Ayrıca, bu laik-demokratik konumlarını, en azından eklemlenenler kadar İslami göstermek çabası içinde de değildirler. Halbuki pragmatizmle onlara sonradan eklemlenenler ise, bir yandan İslami kuruluş olduklarını söylüyor ve halkı Kur’an’a çağırma çabası da gösteriyorlar. Diğer yandan da, bir süredir, aynı zamanda Kur’ani davetle asla uyuşmayacak olan, sistem içi demokratikleşmeye de çağırmaktadırlar. Üstelik bu batıl çağrıyı da, İslami ve meşru göstererek, hatta ibadet ve takva olarak tanımlayarak, sistem içi değişime teolojik alt yapı hazırlama vebalini de üstlenerek bunu yapmaktadırlar.

 

Tevhidi uyanış süreci öbeklerinin önemli bir kısmı, nedense halkın geleneksel bid’at ve hurafelerine gösterdikleri eleştirel, dışlayıcı yaklaşımı, kesinlikle (demokrasi, liberalizm ve laikliği İslam ile sentez eden düşünceler dahil olmak üzere), modern hurafelere karşı göstermemektedirler. İşte modern hurafelere bulaşmış ya da bu hurafeleri kanıksama ve meşru görme yaklaşımı içindeki “tevhidi”(!) kesimlerin bu önemli zaafı, kendilerinin de zamanla demokratikleşme riskini arttıran ve onları meşru gördükleri tarafa doğru savuran bir rol oynayabilmektedir

 

İşte bu sebeple, bu eklemlenen grupların, bu ikili çağrı ve hak-batıl karışımı davetle zihinleri karıştırarak, İslami mücadeleye, tevhidi bilincin oluşumuna ve İslami dönüşüme verecekleri zarar, AKP ile mukayese bile edilemeyecek kadar büyük olmaktadır. Halbuki bunlar, ilkeli bir duruşla, sistem içi değişim politikalarına eklemlenmeden, sadece Kur’an’a davet fonksiyonu görmekte ısrar etselerdi, sistemi AB ölçüleriyle yeniden inşa etmek yerine, toplumu ve ümmeti vahiyle inşa etmeye yoğunlaşıp, sadece bu sorumluluğu yerine getirmeye yoğunlaşsalardı, AKP politikaları ve emperyal dönüştürme projeleri, Müslümanlara ve İslami mücadeleye, kesinlikle bu kadar büyük bir zararı veremezdi.

 

 “Ne Şeriat, Ne Darbe” Sloganını Laikler Söylüyor

“Müslümanlar” ise, Gereğini Yerine Getiriyor

 

Bir daha özetleyerek ifade edelim, herkes bilmekte ve açıkça gözlemlemektedir ki, liberal kesim ile Batının da desteğini alan AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde ve “Ortak Akıl”, “TGTV”, SDP” ve en son da bu üç kuruluşun içinde yer aldıkları halde, hâlen ilkelerini belli ölçüde korumaya çalışan gruplardan bir iki ilaveyle oluşan “İslami Kuruluşlar” adlı platformun da aktif desteğiyle, bir demokratik değişim gerçekleşmektedir. İşte yaşanan bu sistem içi değişimle, Türkiye’de muhtemel bir “sivil demokratik laik anayasa” yapılarak, başta İslami kimlik ve Kürt kimliğine yönelik baskı ve yasaklar alanında yaşananlar olmak üzere, egemen zulmü geriletilmek arzu edilmektedir.

 

Böylece, hem genel anlamda temel haklar alanında görece bir iyileşme, hem de bireysel ibâdetler alanında görece bir özgürleşme gerçekleştirilmek hedeflenirken, aslında AB kriterlerine uyumlu, liberal, ılımlı laik, demokratik bir sistem ortaya çıkarılmak istenmektedir. Yani Kemalist resmi ideolojisiyle Batının faşist dönemine takılı kalan, kendini batıdaki gelişmelere paralel olarak yenileyemeyen batıcı laik sistem, Avrupa’nın son ulaştığı AB kriterlerine göre güncellenmeye ve başta Müslümanlar olmak üzere farklı tüm toplumsal kesimler de, bu sürece eklemlenmeye, bu düzenlemelerden razı edilip uzlaştırılmaya çalışılmaktadır.

 

Bir yandan sistem, darbeci despotizmin vesayetinden kurtarılırken, diğer yandan ülkenin bir gün İslam ahkâmının hükmü altına girmesini de engelleyecek, kapitalizme uyumlu “ılımlı İslam” algısı yaygınlaştırılmaya ve ılımlı laik demokratik sistem Müslümanlara kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Anlaşılan odur ki, “ne şeriat, ne darbe” sloganını laikler söylüyorken, Müslümanlar ise, bunun gereğini yerine getirmektedirler. Maalesef, bu sonucu sağlamak isteyen sistem içi ılımlı laik demokratikleşmeye öncü ve destek olmak üzere, pek çok Müslüman grup ve şahsiyet seferber olmuş bulunmaktadırlar.

 

Böylece, sistem içi değişimle sağlanacak görece özgürleşmeden istifade edecek, iktidar ve ranttan pay alma imkânına sahip olacak kimi “İslami gruplar” ve öncüleri, bu sistem içi gelişmeyi abartarak, bu değişimin sonucunda teşekkül edecek demokratik sistemin sağlayacağı görece olumlu hukuki vasatı sahiplenip destekleyerek, bütün Müslümanlar nezdinde meşrulaştırmaya katkı sunacaklardır. İşte bu süreç işlemekte ve sistem içi zulmün azalışını, sanki Allah’ın muradı olan adaletin tecellisi gibi takdim ederek demokrasiyle İslam’ı sentez etmeye kalkışanlar; yazdıkları makaleler, yaptıkları faaliyet, açıklama ve yayınlarla, yeni oluşacak görece özgürlükçü statükoya teolojik meşruiyet kazandırmak ister gibi davranmaktadırlar.



[1] 10/Yunus 15

[2] Sivil Dayanışma Platformunun, 11 Mayıs 2010’da Pendik’te düzenlediği, Sivil ve Demokratik Anayasa Forumunda birçok tevhidi grubun da üyesi olduğu TGTV Başkanının hepsi adına yaptığı konuşmadan.  

[3] TGTV, SDP ve Ortak Akıl platformlarının internet sitelerine girerek, tevhidi kesim ve bu kesimlerin öncüleri olarak bilinen kuruluş ve şahsiyetlerin, neredeyse tamamına yakın kısmının bu demokratik platformların üyeleri konumunda olduklarını ibretle göreceksiniz. Yine bu çevrelerin görevli temsilcilerinin, aynı zamanda AKP, HAS Parti, Saadet Partisi vb sistem partilerinde de kolayca yer aldıklarını ve üye, kurucu, milletvekili, belediye başkanı ya da meclis üyesi konumlarında bulunduklarını da göreceksiniz.

[4] http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=10655. “Halkın iradesini esas alan yeni bir anayasa talebi” hakkında, “... anayasayı yapacak Kur'an toplumu değilse, Anayasa hangi ölçülere göre yapılacaktır ve sonucunda oligarşinin despotluğundan, çoğunluğun despotluğuna adım atılmayacak mıdır? Çoğunluğun tevhidi ilkelerden kopukluğunu görüp bu hali meşrulaştırmamak gerekir” diyerek haklı tepki gösteren kardeşlerimiz bile sonraki süreçte, şirk anayasasında yapılacak kısmi değişikliğe aktif destek çağrısı yapanların safında yer alıp, bu çağrıyı bizzat dillendirerek öncülük yapabilmişlerdir. 

 

SÖYLEŞİMİZİN 4. BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

YORUMLAR
  • hasant   20-08-2011 23:55

    GEÇMİŞTE VE GÜNÜMÜZDE Bulunan, değişik guruplara mensup olan kimselerin ortaya sürdükleri deliller, karşıt gurupları ikna etmek, irşad etmek ve doğru yolu göstermek için değildi. Hiç bir faydası olmayan fikir kavgası, kalplerdeki düşmanlığın alevlenmesi ve İslam Milletinin dağılmasından başka bir fayda sağlamadı. Nihayet müslümanlar, değişik gurup ve partilere ayrıldılar- ve her gurup kendi fikirleriyle öğünüp sevindi 9 saat önce · Gizlilik: · Beğenmekten Vazgeç · Sen, Yücel Özmercan, Cengiz Sarsmazelsoy, Yasin Karagöz ve 4 kişi daha bunu beğendiniz.. Can Dost ‎" Bu acı tabloyu bütün renkliliğiyle" Bu gibi sığ bakışlardan doğma görüş ayrılıkları sırf çağımıza özgü bir olaymıydı acaba? meseleye bu açıdan baktığımızda bunun sırf bugünün sıkıntısı olmadığı, geçmiştede buna benzer sığ yaklaşımların ve fikir ayrılıklarına yol açtığı görülmektedir. Formül şudur: Kur'an-ı Ker'im'de buyurduğu gibi ". Kur'an'da müslüman adını Allah vermiştir..." : Hacc,78: " ... Ve onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz." : Al-i İmran, 103: İslam'a İnandığımıza göre doğru yöntemi seçip onu dosdoğru öğrenmeliyiz. Allah'u Teala'nın bahşettiği müslüman ferasetiyle meselelere bakmalıyız. İslam, herşeyden önce bir nizamdır - üstün özellikleri bulunan hayat nizamı- Allah'ın Kitab-ı ve Peygamberimizin sünnetinde belirttiği gibi hayatın bütün yönlerine sadece Allah'ın kanunlarını hakim kılma esasına dayalı bir nizam. Bazı Müslümanların sandıkları gibi, biz etiket eklemeyi kabul etmiyoruz. Çünkü her şeyden önce İslam, kendi halinde tam ve eksiksiz dir. Müslüman kafasında ve gönlünde ise bu bilgi ve anlayış, bir istikamet duygusu oluşturacaktır. Doğru bir düşünce sistemine bağlı olunmaktan ve doğru hareket etmekten doğan, doğru bir istikamet... Her zaman belirttiğimiz gibi, adımız yalnızca müslüman tek kimliğe bürünürüz, bu kimlikle hareket ederiz. Bu kimliğin yanında başka etiket kabullenmeyiz. Çünkü Yüce Rabbimiz bize müslüman adını bahşetmiştir. Müslümanlığın yanında başka kimlik ismi hiç bir alanda kabul etmeyiz... Netice itibariyle şunu söylemek isterim. Bu şu veya bu ayırım yapmaktan öteye tüm müslümanım diyenlerin islam olmalarının ve islam kalmalarının olmazsa olmaz cinsinden zorunlu bir gereğidir. Bu sebepledirki herkes müslümanlığına bakmaya bakmalı, ve daha iyi müslüman olmanın yolunu tutmalıdır 9 saat önce · Beğenmekten Vazgeç · 4 kişi. Can Dost Doğru düşünce olmadan doğru bilgi, doğru bilgi olmadan da inanç olmaz.Eğer ortaya atılan fikirler,İslam inanç esaslarına ters düşüyorsa veya İslami nassları reddediyorsa bu fikir batıldır,ve savunucusu batıl bir görüşün temsilcisidir. ".Nasıl islami bir hareketi gayr-ı islami olarak tanıtmak, karalamak büyük bir zülümse, gayri islami olan bir hareketi de islami olarak tanıtmak, lanse etmek, o derece büyük ve korkunç bir zülümdür." Dilden daha fasih olan fiil, idoloji em...rine göre hareket ederken, dille islam veya iman davasını ortaya atmanın ne kıymeti olur.? Eğer İslam'la uzaktan yakından alakası bulunmayan, ( İslam dairesinin içinde olmayan) fikirlerimizi atmaz, tavırlarımızı yeniden gözden geçirerek terk etmez, kendimize İslam'la hayatiyet kazandırmaz, isek; bilelim ki, bizde mevcut fikirleri...n, başka ideolojilerin esiri olmaktan kurtulamayız. Müslümanın hayatında tek başına hakim olan güç Allah'ın birliğine dayalı güçtür. Allah'ın seçtiği nizamdan başka nizamlar arayan insandan daha zavallı ve daha ahmak kim vardır? Şurası kesinlikle bilinmelidirki; Akaid sahih olmadan, hiç bir amel makbul olmaz. Bir kimse; ALLAH`u teala (cc) nin indirdiği hükümleri tastik edecek, Resul-i ekrem (sav) ın din hususundaki her emrine boyun eğecek ve tağuti güçlerle cihad edecek ki;diğer amelleri sahih olsun! Yoksa hem ALLAH`u teala (cc) ya hem tağuta inanırsa; ne kadar amel ederse etsin, boştur. Çünkü akaid sahih olmayınca, hiç bir amelin kıymeti yoktur. Amelsiz ilim, meyvesiz ağaç gibidir." Burada amelden kasıt, kalbin ameli, yani (kalbin) ALLAH`a teslim olması ve ondan korkmasıdır ki, böylelikle kalp ALLAH`a ibadet eder hale gelir. İslam ile şereflenen başka şereflere iltifat etmeyecektir, zira bir sisteme inanırken, başka sisteme hizmet etmek en kötü bir harekettir. Akıl böyle bir hareketin sahibini doğru bir insan olarak kabul etmez, keza inandığı, sistemi başka bir sisteme adapte etmek onu istismar etmektir. böyle bir mahluk Hakkın nurundan uzaklaşmış olur. Bizim için kurtuluşun tek yolu islam dır. İslam nizamını kabul etmek, bizim için en büyük mutluluktur. İslam ` ın hem din hemde nizam olduğuna iman etmişizdir. Müslümanların yolu kuran ve sünet, saadet devrine bakış ve ehli sünet yolunda bulunmaktır. Resulü Ekrem (S.A.V.) ve Hulafa-i Raşidinin yolunu dosdoğru takip edenlere (ehl-i sünet ve cemaat)ismi verilmiştir. Müslümanların kaynaşması ve ida...eleri, tek bir yol, yanlız bir hedefe doğru yol alır. Yol ise şüphesiz o (sırat-ı müstakim) dir . İslamla şereflenen başka şereflere iltifat etmeyecektir.. Tağut'un çizgisinde olan tüm parlamenter demokrasi ilkelerini ve beşeri ideolojileri reddediyorum. Beşeri Sistemlere Uşaklık etmekden, cahiliyeye yama olmakdan Allah'a sığnırım. Ancak bunlara inanıyoruz diyorsanız size sadece şunu söyleye bilirim: "Lekun Dinukum Veliyediyn". İşte doğru yol, İslam'ın gösterdiği yoldur. Bu kısa cümle iyi anlaşılması gereken büyük bir gerçeği ifade etmektedir. Müminlerin tutumu budur, ötesini var sen düşün. Düşüncelerimi ve Araştırmalarımı sizinle paylaştım.Nacizane dilimizin döndüğünce Gerçekleri Müslüman kardeşlerime ulaştıramaya çalıştım.Bir Hatam ,yanlışım Varsa Allah'ın Rahmetine Sığınırım.Yazımı Yazmaya Başladıgmı süre Zarfında Düşüncele...rimi takip eden Bay Bayan Tüm Dostlarıma Teşekkürlerimi İletirim." ," Düşünceleriyle ufkumu genişleten rahmetli "Cemalettin kablan" hocam ve "Hüsnü Aktaş" Hocama sonsuz teşekkürlerimi ve dualarımı iletirim. " Kardeşlerime herşeyin en güzeli sizlerin olsun der Allah (c.c)'den Saglık,Sihat ,afiyet Niyaz eyler imanınızın Halis, Amelinizin güzel, Gönlünüzün Huzurlu olmasını Dilerim.. Saygı Ve Hürmetlerimi Yollar iki Cihanda saddetler dilerim.Hakkınızı Helal edin.Can Dost HASAN TAYGAR ..Selam ve Dua ile 9 saat önce · Beğenmekten Vazgeç · 3 kişi.

  • polat   25-12-2010 15:35

    BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM (en başta pamak'ın yaşlılığı değil sorun olan.yaşına uygun davranmaması.) Anlaşılan psikolojik sorunlarınız var,Mehmet pamak horanmı tepiyor,yoksa çayda çıramı oynuyor be kardeşim.İnsan tevhidi hakikatleri anladıkça,yaşadıkça olgunlaşır gençleşir,siz nasıl vardınız bu kanıya.Eğer yazılanlar sizi rahatsız ettiyse, vardır sizde bunun bir karşılığı herhalde.Bir kardeşimizde şirkten ve tağuttan devamlı bahsetmesi neden rahatsız ediyor.Osmanlıda olduğu gibi gavura gavur demeyin anlayışının yerleştirilmeğe çalışıldığı gibi,bugünde,tağuta tağut demeyinki zülmünü devam ettirsin,zalimlikleri,sömürüsü,insanları öğütmesi yanına kar kalsın.Tevhdin gerçek anlamına vakıf olmadan,tağutun hillelerini ifşa etmeden,Kuranın yeryüzüne hakimiyeti mümkün değildir.Ku'ran'ı anlayarak okumağa devam edelim hep birlikte inşaallah.

  • hüseyin alan   05-12-2010 14:53

    EDEP YA HUU! Risaletin ilk yılları, henüz gelen vahiy fazla değil, on, onbeş kısa süre, bel ki yüz ayet. Badiyeden bir Arap gelir, bedevidir, dışardandır. Muhammed diye bir adamın yeni bir din getirdiğini duymuş, işin aslını öğrenmek istemektedir. Şehirli olmadığına göre, hayatı standart, ilgi dünyası sınırlı, uğraşı alanı ve meşguliyeti sabittir. Bir kaç arkadaşı ile oturan Peygamberi bulur, ondan, yeni getirdiği dini kendisine anlatmasını ister. Kim olduğunu, nereden geldiğini öğrendikten sonra Muhammed (s)anlatır ona. Muhtemel bir kaç ayet okudu, biraz da açıklama yaptı. Görüşme kısa sürdü... Şimdi mesele adamın verdiği tepki de: "Vallahi muhammed, senin anlattıklarından, krallar asla hoşlanmayacak"!!! Biraz tefekkür edelim, kimilerimizin yıllardır okumaya hatta gruplar halinde ders yapmaya devam ettiği kuran okumalarından, habire okuyup durduğumuz onca ayetlerden sonra, kısa bir görüşme ile şu adamın verdiği tepkiyi anlayabildik, benzer kavrayışı gösterebildik mi? Evet diyenlerimiz, o halde nerede durduklarını, kimden yana taraf olduklarını kendilerine sorsunlar yahut bir gözden geçirsinler! Söyleşiye yorum yapan arkadaşların bir kısmının yazdıklarına, söyleşide dikkat çekilen hususlara bakıyorum da, acaba diyorum, acaba biz neden bu kadar sığ, tefekkürsüz ve "uydum kalabalıklara" dercesine değişken, tutarsız olabildik? Nedir bu başımıza gelen hastalık? Bir insanı Müslüman kılan temel ilkeler vardır, o ilkelerdir ki bizi başka bir dinli olmaktan ayırır. İslam ise o ilkelerle İslam'dır, onlarsız İslam olmaz yani. Bu ilkeleri biz belirlemiyoruz, içeriğini de bizler doldurmuyoruz, Şari'i koyuyor. Bizden önceki salihler de o ilkelerle salihleştiler, örneklik ve rehberlik yapıp gittiler. Bizler de aynı yola baş koymadık mıydı? Beğenmeyebilir, o ilkelere tutunmayabilir, o salihlerin yolunu da takip etmeyebilirsiniz, hatta bu işler " bizlerden sorulabilir ancak" havalarına da girebilirsiniz! Ama, ondan sonra kalkıp da o din hakkında, o dini sana bana ulaştıran salihler hakkında, yahut o dinin ilkeleri hakkında "ucuza" kaçan, belden aşağı vuruşlar yapamazsınız! bunun adı başka bir şey olur o zaman! Birileri de çıkar, "hop hemşerim, ne oluyor, bu din bu değil" diye cevabını verir, dinin ilkelerini hatırlatır. Bunda garip bir şey yok da, o tepkinin altında yatan ne öyle? Açığa mı düştün, nedir? Hani, çağ dışı kalmış, dünyayı yüzyıl geriden takip eden pozitivist, Kemalist laiklerin yaptıkları gibi, dine ve dindarlaradair "tanımlayıcı", "aşağılayıcı" yorum yapan geri zekalılar vardır ya, bir de o gibilerle karşılaşınca, Allah'dan çok kullarından korktuklarını hemen açık edenler, iki dakikada inancını pazarlayan ve "dut yemiş bülbüle" dönüp aşağılaşanlar vardır ya... Kendini Müslüman hisseden birisi, yaptıklarının hesabını bir gün mutlak vereceği korkusu ile ya edebini takınır ve içerden konuşur, bu durumda sınırlar bellidir, yahut laikçilerin ve yardakçılarının düştüğü pozisyona düşmez, bu bir ahlaki tutumdur, öyle değil mi? Söyleşide anlatılanlara bir cevabın varsa, edebin de yeterli ise, delilli ve açıklayıcı tarzda yazarsın, yanlışlığı düzeltirsin, bizler de bir ders çıkartırız. Yok söyleyeceklerin bitti, tıkandı isen kendine bak, söylem ve duruşlarını bir daha gözden geçir. Bundan iyi fırsat mı olur? Ola ki, uyarılar seni beni düşebileceğimiz büyük yanlışlardan sakındırır da, ahiretten önce hayır buluruz. Bir dokunma ile yıkılacak hayallere daldınsa, uyanmaya bak! Başka ne diyelim ki?

  • OKYUCU   03-12-2010 19:39

    YÜREGİNE SAGLIK ABİ ALLAH RAZI OLSUN

  • MÜCAHİT S   03-12-2010 19:29

    SAYIN AHMETBEY BUNAMIŞ DEDE OLARAK GÖSTERDİGİN O İNSANIN KALEMİNDEN ÇIKANELEŞTİRİSİ BİLE ALLAH RIZASINI GÖZETİRKEN SAYGINLIKTA YAPARKEN SENİN GİBİ GENÇ OLAN ARKADAŞIMIZIN KALEMİNDEN ÇIKAN ELEŞTRİNİN HANGİ SATIRI ALLAH RIZASINI GÖZETMEKTEDİR HEM BİLMEZMİSİN BU DİNİN İNSANA HAYAT VEREN BİR DİN OLDUGUNU ALLAHA KARŞI SORUMLUGUNU LAYIKIYLA YERİNE GETİRENİN YAŞI İLERLEDİKÇE FİZİKSEL OLARAK DEGİŞİME UGRASADA BUAKİDENİN İNSANIN AKLINI VEKALBİNİ DİPDİRİ TUTDUGUNU

  • ahmet haksever   02-12-2010 13:13

    şartları daha fazla zorlamamak lazım herhalde.gizliliği gizemliği benden daha iyi bilir bazıları.anlayan anlamıştır. "rum ordusuna asker yazılmayı reddedenlere" ve zeki bey'e ve tepeyurt'a selamlar.

  • zeki   01-12-2010 16:18

    Acayip bir durum, konunun içeriğinin, tespitlerin haklılığı ya da haksızlığının, ilmi ölçü ve delillerle tartışılması yerine, bu sefer de yazarın yaşı sorun edilmiş. Merak ediyorum doğrusu, bu söyleşi dizsinin sonuna kadar daha neler olacak. Acaba bir kere de hiç değilse aynı üslupla ve ilmi ölçülerle meselenin aslını tartışan ve bizim de konu hakkında ufkumuzu açacak karşıt görüşler serdedilebilecek mi? Türkiye'deki değişim ve Müslümanların tutumu hakkında fıkhetme çabasını bereketlendirecek kardeşçe bir tartışma yapılabilecek mi? Sonra şu yaş takıntısı ve yaşına uygun davranmanın ölçüsü nedir ve kim belirlemektedir? Resulullah (s) ve yanındaki yaşlılar, taviz mi veriyorlardı, yoksa taviz verenlerin, uzlaşanların, temel ilkeleri ve istikameti korumada zaaf gösterenlerin yaptıklarını hoş görüp, "o da öyle yapsın" mı diyorlardı? Yoksa Allah onları böyle bir ihtmale karşı "dosdoğru olun" ikazıyla uyarıyor muydu? Allah ve Resulullah da "emri bil maruf yapmay"ı emredip yapmayanları tehdit mi ediyorlardı? Böyle gizli gizemli mesajlar verip, şahsyetlere yönelip esas konuyu ilmi olarak tartışmaktan uzak durmak yakışmıyor doğrusu?

  • ahmet haksever   01-12-2010 13:44

    en başta pamak'ın yaşlılığı değil sorun olan.yaşına uygun davranmaması. ikinci olarak şirk tarihte kalsın diyen falan da yokçkonuyu istediğiniz tarafa çekmeyin. üçüncü olarak pamak mazlumderi kurduğunda onu ilk ziyarete gidenlerdeniz.seneyi siz daha iyi bilirsiniz.

  • Ahmet Tepeyurt   01-12-2010 01:00

    Pamak artık yaşlandı. dolayısıyla bence de, genç gibi tevhid-şirk merkezli bakış açısı ona yakışmıyor. artık bunları aşmalı. hala tevhide takılı kalması, taguta tagut demesi sivri kaçıyor. bence de isim taklidi yaparak ortaya çıkan sahte haksever haklı, tevhid, tagut, şirk tarihte kalmalı. Pamak sentezci müslümanlara eleştiri yapacağına, böyle ilke ve tutarlılık peşinde koşacağına, artık yaşlı biri olarak ılımlı İslam yolunda yumuşamalı. Müslümanları samimiyet testine falan tabi tuttuğu yok ama,Allah'ın dini babasının malı mı bıraksın isteyen istediği tarafa çeksin, ona da ne oluyor? Yaşına başına baksın, otursun yerinde. ona mı kalmış "emri bil maruf" görevi yapmak. Bak yahudiler emri bil maruf görevini nasıl da savsaklamışlardı. ne olur yani o da yapmasa. Abdulmuttalip ne güzel söylemişti. éKabe Allah'ın Allah kabesini korur, develer benim ben develerimi korurum" diye. Pamak da, "Din Allah'ın Allah dinini korur, ben dünyevi çıkarlarımı korurum" desin ve ahir ömründe kendisini bu kadar üzüp yıpratacağına, rehavete yönelsin, gitsin tatil beldelerinde yaşasın ve emekliliğin tadını çıkarsın. Allah dinini korur, ona mı kalmış Allah'ın dini adına batılla sentezlere sürüklenenlere, sisteme eklemlenenlere karşı çıkmak. ona mı kalmış yeni statükonun Müslümanları kuşatacak tehlikelerini anlatıp uyarmak. Pamak dede, İslami mücadelede ilke ve tevhidi duyarlılık çağrısı yapmaktan vazgeç ve torunlarınla oyna sana yeter. Mutedil kavramının, vasat ümmet olmak, insanlara emri bil maruf yapmak, istikamet üzere olmak ve istikameti bozanlara yoldaki işaretleri hatırlatmak yerine, ılımlılık anlamında kullanılmaya başlandığını anla ve ılımlı ol. Selametle kal Pamak dede.

  • ahmet haksever   30-11-2010 15:46

    Pamak yaşından beklenmeyen tepkilerle müslümanların karşısına çıkan Pamak bence daha mutedil yerlerde olmalı. Samimiyet testinin tokmağı kimsenin elinde olmamalı.

  • HUSEYIN SASMAZ   29-11-2010 20:58

    19- De ki; "En büyük şahitlik kiminkidir?" De ki; "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an, gerek sizi gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahadet ediyorsunuz?" De ki; "Ben buna şahadet etmem; 'De ki; "O tek bir ilahtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım " Bu tek ayette bu kadar kesitin ve imajın birbirini izlemesi, ardarda sıralanması şaşırtıcı bir şey! Bu izleme ve sıralanma an-be-an, tablo tablo bu sahneyi canlandırıyor. Öyle ki, neredeyse sahnede yer alan insanların mimikleri dile gelecek ve nefes alıp vermelerinin sesi duyulacak. Meselâ işte şu Peygamberimiz! Rabbinden bu emri alıyor. Arkasından müşriklerin karşısına dikiliyor. Yüce Allah'ın dışında başka ilâhlar edinen, ilâhlığın bazı vazgeçilmez karakteristiklerini bu düzmece ilâhlarına yakıştıran ve Peygamberimizin getirip kendilerine tanıttığı İslâm'a girmelerinin karşılığında O'ndan bu tutumlarını onaylamasını isteyen müşrikler ile yüzyüze geliyor. Sanki onların istedikleri olabilirmiş gibi! Sanki onların düşündüğü tarzda müslümanlık ile müşriklik birbirleri ile bağdaşabilir, aynı kalbde buluşabilirmiş gibi! Gerçi şimdi de böyle düşünenler, müşriklerin o günkü zihniyetini devam ettirenler var! Böylelerine göre hayatın yönlendirmesine ilişkin konularda yabancı kaynaklardan mesajlar alınırken, yüce Allah'tan başkasına boyun eğilirken, yüce Allah'dan başkası dost ve dayanak edinilirken, bütün bunlar yapılırken bir yandan da müslüman olmak mümkündür! İşte Peygamber Efendimiz, şu müşriklerin karşılarına dikilerek onlara tanıtımını üstlendiği kendi dini ile dinleri arasında, kendi inandığı Allah'ın birliği ile onların müşrikliği arasında, kendi İslâmı ile onların cahiliye zihniyeti arasında yol ayrımı olduğunu açıklıyor. Onlar sapık dinlerinden çıkıp kendi dinine girmedikçe aralarında hiç ortak nokta bulunamayacağını anlatıyor, bu konuda uzlaşmanın söz konusu olamayacağını belirtiyor. Çünkü daha işin başında yolları birbirinden ayrılıyor. Aha işte, Peygamberimiz ile müşrikler arasındaki "tanık getirme" sahnesinin herkese açık perdesi gözler önüne geliyor: "De ki; `En büyük şahitlik' kimindir?" Yani şu evren bütününde tanıklığı en büyük olan şahit kimdir? Tanıklığı bütün tanıklıklara baskın gelen şahitlik kiminkidir? Kimin tanıklığı meseleyi köklü çözüme bağlar ve başkasının tanıklığına yer bırakmaz? Tüm evrende şahitliğinin ağırlığı olabilecek başka hiçbir "şey" olmadığını vurgulamak, mutlaklığın yaygınlığını ifade edebilmek için böylesine bir soru üslubuna başvuruluyor: "En büyük şahitlik kiminkidir?" Peygamberimize nasıl bu soruyu sorması emrediliyorsa cevabını kendisinin vermesi emrediliyor. Çünkü bu sorunun başka bir cevabı yoktur. Bu hem sorunun muhataplarının Hirafı ile hem de aslında böyledir: "De ki; `Allah'ınkidir." Evet. En büyük şahitlik Allah'ınkidir. Gerçeği O açıklar, meseleyi en iyi o çözüme bağlar. O'nun şahitliğinden sonra başka bir şahitliğe, O'nun sözünden sonra başka bir söze yer yoktur. O bir şey söyleyince söylenecek başka bir şey kalmaz, mesele bitmiş olur. Bu gerçek, yani yüce Allah'ın şahitliğinin en ağırlıklı şahitlik olduğu gerçeği açıklanır-açıklanmaz hemen arkasından kendilerine bildiriliyor ki, Peygamberimiz ile aralarında bizzat yüce Allah şahittir: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir." Yani "Aramızdaki davada şahidimiz Allah'dır." İbarede gördüğümüz bu kesiklik, bazı sözlerin düşmüşlüğü sahnenin heyecanlı havasına son derece uygun düşüyor. Bu ifade tarzı gizli kelimeleri açığa çıkarmak sureti ile "Allah sizinle benim aramda şahittir." şeklinde bir cümle kurmaktan çok daha etkileyicidir. Peygamberimiz temel ilkeyi, yani bu meselede yüce Allah'ın karar mercii olduğu ilkesini ortaya koyduktan sonra müşriklere açıklıyor ki, yüce Allah'ın şahitliğini şu Kur'an içeriyor, yüce Allah ona kendisine müşrikleri uyarsın diye indirdi, gerek Peygamber'in sağlığında ve gerekse ölümünden sonra bu Kur'an ulaşabildiği herkes için bir uyarıcı görevi yapacaktır. O gerek o günkü müşrikler ve gerekse bilgisine ulaşabildiği diğer herkes aleyhine kanıttır. Çünkü yüce Allah'ın bu temel konuya ilişkin şahitliğini içeriyor. Gerek dünya ve Ahiret, gerekse evrenin ve insanın varoluşu bu temel meseleye dayanır. Okuyoruz: "Bu Kur'an gerek sizi ve gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi." O halde şu Kur'an, kime anlayabileceği bir dille anlatılır da adam onun içeriğini anlayabilirse artık o aleyhine delil olmaya başlar, uyarı mesajını almış olur, eğer bu mesajı aldıktan sonra gerçeği yalanlarsa azaba çarpılmayı hakkeder. (Fakat eğer bir kimse Arapça bilmediği için Kur'an'ı anlayamıyorsa, araya giren dil yabancılığı engeli yüzünden Kur'an'ın içeriğinden haberdar olamıyorsa Kur'an o kimsenin aleyhinde tanık olma işlevini yüklenmez. Bu durumda bu şahitliğin içeriğini, yani Kur'an'ın anlamını o kimseye anlayabileceği bir dil aracılığı ile tanıtmamış olan müslümanlar sorumludur. Tabii ki, eğer Kur'an-ı Kerim adamın ana diline çevrilmemiş ise bu böyledir.) Peygamberimiz müşriklere Kur'an'ın ilâhi tanıklığı içerdiğini açıkladıktan sonra bu şahitliğin içeriğinin ne olduğunu açıklıyor. Bu açıklamayı yaparken meydan okuyucu ve onların ters doğrultudaki şahitliklerini, yüce Allah'ın şahitliğine taban tabana zıt nitelikteki şahitliklerini kökten reddedici bir dil kullanıyor. Onlara açık açık söylüyor ki, karşıt şahitliklerini reddediyor, olduğu gibi geri çeviriyor, onun tersini ilân ediyor, zıddını açıklıyor, açıkça Rabbinin mutlak birliğine ve ortaksız-rakipsiz ilâhlığına şahitlik ediyor, bu yol ayrımında onlarla arasındaki bütün ipleri koparıyor, vurgulamalı ve pekiştirici bir dille onların müşrikliklerinden uzak olduğunu, bu ağır günahlarının sorumluluğuna katılmaktan kaçındığını haykırıyor. Okuyoruz: "Yoksa siz Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı tanıklık ediyorsunuz?" De ki; `Ben buna şahitlik etmem.' De ki; `O tek bir ilâhtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım." Kur'an'ın ayetleri bu canlı kesitleri ile ve bu imajları ile kalblere öylesine dehşetli bir ürperti salıyor ki, insan sözünün bunu yapabilmesi söz konusu değildir. Bu yüzden herhangi bir yorumla araya girerek bu ayetlerin kalblere akıyı, fışkırışını durdurmak istemiyorum. Yalnız bu ayetler kesitin içerdiği ve bu dalganın köpüklerinde somutlaşan meseleden söz etmek istiyorum. Bu ayetlerin dikkatlerimize sunduğu mesele dost edinme, Allah'ı birleme ve müşrikler ile ilişki kesme meselesidir. Bu mesele bu inanç sisteminin temel meselesi, onun içerdiği en büyük gerçektir. Günümüzün müslüman camiası bu ilâhi dersin üzerinde uzun uzun durmak zorundadır. Çünkü bu ayetlerin inişine muhatap olan o günün müslüman camiası ne tür bir cahiliye zihniyeti ile karşı karşıya idi ise bu günün müslüman camiası da aynı tür cahiliye zihniyeti, aynı cinsten olan bir cahiliye tutumu ile karşı karşıyadır. Bu yüzden günümüzün müslümanları tutumlarını bu ayetlerin ışığında belirlemekle, bu ayetlerin gösterdiği yoldan gitmekle yükümlüdürler. Bu gerekçe ile bu ayetler üzerinde uzun uzun durup rotalarını onların kılavuzluğu altında çizmelidirler. Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa geldiği ilk günkü noktaya geldi. İnsanlık, şu Kur'an'ın Peygamberimize indiği günlerdeki durumunun bir benzerine döndü. İslâmiyet'in, en büyük temel kuralı olan "lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini yerleştirmek üzere geldiği günlerin ve sosyal şartların benzerlerini yaşıyoruz neredeyse. Yalnız bu şahadet cümlesinin anlamını İslâm orduları başkomutanının elçisi Rebii b. Amir'in anladığı ve anlattığı gibi anlamak gerekir. Bilindiği gibi Rebii b. Amir, Pers orduları başkomutanı Rüstem ile görüşmesi sırasında komutanın "Sizi buralara getiren sebep nedir?" şeklindeki sorusuna şu cevabı veriyordu; "Bizi buralara gönderen yüce Allah'dır. İsteyenleri kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah' a kul olma düzeyine, dünyanın dar kalıpları içinde tutsak olmaktan kurtarıp dünya ve Ahiret enginliğine ve çarpık dinlerin baskısından kurtarıp İslâm'ın adaletine kavuşturmak için geldik." Rebii b. Amir bu sözleri söylerken Rüstem ile soydaşlarının imparator Kisra'ya tapmadıklarını, onu evrenin yaratıcısı ve ilâhı olarak görmediklerini, bilenin ibadet amaçlı davranışları kendisine sunmadıklarını biliyordu. Yalnız imparatorun yasa koyma yetkisin. onaylıyorlar, bu anlamda ona tapıyorlardı ki. bu tutum İslâm'a aykırı idi, hatta onunla çelişiyordu. Bu yüzden Rüstem'e bildirdi ki, yüce Allah kendilerini insanları kulun kula kulluk ettiği, rejimlerin ve sosyal düzenlerin pençesinden kurtarıp ortaksız Allah'a kul olma düzeyine ve İslâm adaletinin dirliğine çıkarmaya göndermişti. Bu rejimlerin ve düzenlerin savunucuları ilâhlığın belli-başlı özelliklerini oluşturan egemenliği, yasa koymayı, söz konusu ayrıcalıklı kullara yakıştırıyor ve halktan bu egemenliğe boyun eğmesini ve bu yasalara uymasını istiyorlardı ki, bunlar çarpık dinlerin sözcüleri idiler. Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa "lailâhe illellah" ilkesini getirdiği günkü noktaya geldi. İnsanlık tekrar kulun kula kul olduğu döneme geri döndü, tekrar çarpık dinlerin baskısı altına düştü, "lailâhe illellah" (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini çiğnedi. Gerçi bazı kimseler minarelerden "lailâhe illellah" cümlelerini seslendirmekte devam ediyorlar. Fakat bu seslendirmeyi söz konusu cümlenin anlamını kavramadan ve ağızlarından dökülen bu kelimelerin bilincinde olmadan ve birtakım ayrıcalıklı kulların kendilerine yakıştırdıkları "egemenliğin" meşruluğunu reddetmeden yapıyorlar. Oysa egemenlik, ilâhlıkla eş-anlamlıdır. Buna göre gerek bazı ayrıcalıklı fertlerin gerek yasa koymakla görevlendirilmiş kurumların ve gerekse hakların bu yetkiyi kendilerine yakıştırmaları gayri meşrudur. Çünkü ne bu imtiyazlı fertler ne yasama kurumları ve ne de halklar ilâh değildirler ve buna göre egemenlik yetkisini kullanma hakları yoktur. Ne var ki, insanlık tekrar cahiliye dönemine döndü, "lailâhe illellah" ilkesine sırt çevirdi ve bunun sonucu olarak sözü geçen kimselere ilâhlık özelliklerini yakıştırdı, artık yüce Allah'ın birliğini unutuverdi, sırf O'nu dost edinme, sırf O'na dayanma ilkesinden uzaklaşıverdi. İnsanlık tümü ile böyle oldu. Bu hüküm, yeryüzünün doğusunun ve batısının minarelerine çıkıp oralarda "lailâhe illellah" cümlelerini haykıranlar için, bu kelimeleri anlamsız ve pratik uygulamasız olarak seslendirmekle yetinenler için de geçerlidir. Aslında bunların günahı daha büyüktür ve Kıyamet günü çarpılacakları azap daha ağırdır. Çünkü onlar doğru yolu tanıdıktan ve uzun bir süre müslüman olarak yaşadıktan sonra kula kul olma sapıklığına geri döndüler. İşte bu yüzden günümüzün müslüman topluluğu bu açık anlamlı ayetler üzerinde uzun uzun durmaya ne kadar çok muhtaçtır! Meselâ bu kitle, bağlılık ve dost edinme ilkesini belirten şu ayet üzerinde durmaya ne kadar çok muhtaçtır!: "De ki; `Allah'dan başkasını mı dost edineyim ki, o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir, fakat yedireni yoktur." De ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' denildi." Günümüzün müslümanları bu ayet üzerinde uzun uzun durup düşünmelidirler ki, şu gerçekler kafalarına iyice yerleşebilsin: İster boyun eğme ve itaat etme, ister yardım isteme ve medet umma anlamında olsun, yüce Allah'dan başkasını dost ve dayanak edinmek İslâm'a taban tabana zıddır. Çünkü bu tutum İslâm'ın insanları pençesinden kurtarmaya geldiği müşrikliğin ta kendisidir. Yüce Allah'dan başkasını dost edinmenin ilk somut uygulaması, ilk açık belirtisi gerek vicdanda ve gerekse pratik hayatta yüce Allah'dan başkasının egemenliğini kabul etmektir. Oysa günümüzün insanlığı istisnasız olarak tümü ile bu tutumu benimsemiştir. Günümüzde müslümanın ana amacı tüm insanlığı kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah'a kul olma özgürlüğüne kavuşturmaktır. Günümüzün müslümanı bu uğurda mücadele ederken tıpkı Peygamberimizin ve bu ayetlere muhatap olan ilk müslüman cemaatın karşı karşıya bulunduğu cahiliye zihniyetinin aynısı ile karşı karşıyadır. Günümüzün müslümanları cahiliye zihniyetine karşı mücadele verirken aşağıdaki ayetlerin mümin kalblere kazandıracakları gerçeklere ve duygulara sahip olmaya ne kadar çok muhtaçtırlar! "De ki; `Eğer Rabbimin buyruklarına karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.' `O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış olur. İşte kesin kurtuluş budur. Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O'ndan başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik verirse, kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter. O kulları üzerinde kesin egemendir. O'nun yaptığı her şey yerindedir ve O her şeyden haberdardır." Günümüzün müslümanı cahiliyeye karşı vereceği savaşta bu zihniyetin acımasızlığını, zorbalığını, baskısını, sırt çevirmesini, inatçılığını, bozulmuşluğunu, kokuşmuşluğunu tümü ile karşısında bulur. Müslüman bütün bu iğrençliklere karşı dururken bu gerçeklerin ve bu duyguların kalbinde yerleşmiş bulunmasına ne kadar çok muhtaçtır! Bu gerçekleri ve bu duyguları bir kere daha hatırlayalım: Yüce Allah'ın buyruklarını çiğnemekten ve O'ndan başkasını dost-dayanak edinmekten korkmak. Yüce Allah'ın buyruklarını çiğneyenleri bekleyen korkunç azaptan çekinmek. Zarar ve fayda dokunduranın sadece Allah olduğuna kesinlikle inanmak. Yüce Allah'ın kulları üzerinde kesinkes egemen olduğunun, O'nun hükmünü hiç kimsenin geriye atamayacağının, kararını hiç kimsenin önleyemeyeceğinin her zaman bilincinde olmak. Bu duyguları ve bu gerçekleri içinde barındırmayan kalb, şu azgın cahiliye zihniyeti karşısında İslâmı yeniden "kurma"nın gerektireceği yükümlülükleri omuzlarında taşıyamaz. Bu yükümlülükler dağların bile taşıyamayacağı kadar ağırdır! Bu günün müslümanı önce yeryüzündeki görevini gerçek anlamı ile ve kesin olarak bilecek, insanlara benimsetmeye çalıştığı inanç sisteminin mahiyetini kavrayacak, yüce Allah'ı -dostluğun her anlamı ile- yalnız başına dost edinmeyi inancının gereği bilecek ve bu zor görevi sırasında hangi gerçekleri ve duyguları kalbinde taşıması gerektiğinin bilincinde olacaktır. Bütün bunlardan sonra şiddetle muhtaç olduğu bir tutum vardır ki, o da şudur. Eski zamanların cahiliye zihniyeti gibi günümüzün cahiliye zihniyetinin de pençesinde kıvrandığı müşriklik hastalığı ile aradaki bütün bağları koparacak, bütün ipleri kesecek, onunla hiçbir anlamda ilişiği kalmayacak, ona karşı yüce Allah'ın şahidliğine sığınacaktır. Bunların yanısıra Peygamberimizin söylemekle emredildiği sözün aynısını söyleyecek, bu sözü tıpkı Peygamberimizin yaptığı gibi cahiliye zihniyetinin suratına çarpacak ve böylece Peygamberimizi izleyerek yüce Allah'ın bu konudaki buyruğunu yerine getirecektir. Tekrarlıyoruz: "De ki; `En büyük şahidlik kiminkidir?' De ki; `Benimle sizin aranızda Allah şahiddir, bu Kur'an gerek sizi ve gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahidlik ediyorsunuz?' De ki; `Ben buna şahidlik etmem' De ki; `O tek bir ilâhtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım." Günümüzün müslüman camiası yeryüzünü çepeçevre saran cahiliye zihniyetine karşı bu tutumu takınmak zorundadır. Bu gerçek sözleri bu zihniyetin yüzüne karşı mertçe, erkekçe, dobra dobra, kesin, hiçbir pazarlık beklentisine yer bırakmayan, yüksek frekanslı, titretici ve ürkütücü bir ses tonu ile haykırmalıdır. Sonra yüce Allah'a sığınmalıdırlar. O'nun her şeye gücünün yettiğini, kulları üzerinde kesinkes egemen olduğunu, zorba ve diktatör taslakları da dahil olmak üzere şu insanların sineklerden bile güçsüz olduklarını, sinek üzerlerinden bir parça koparacak olsa o parçayı ondan geri alamayacaklarını, onların yüce Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremeyeceklerini ve Allah'dan izinsiz olarak hiç kimseye fayda sağlayamayacaklarını, yüce Allah'ın dilediğini üstün iradesi ile önünde-sonunda yürüteceğini, fakat çoğu kimsenin bunun farkında olmadığını bilmenin rahatlığında huzur bulmalıdırlar. Yine günümüzün müslümanları kesinlikle bilmelidirler ki, bu yol ayrımı noktasında cahiliye zihniyetinden tamamen ayrılıp hakka sarılmadıkça; doğru sözü tağutların, zorbaların yüzüne karşı açıkça haykırmadıkça, cahiliye zihniyetine karşı yukardaki ayetin öğrettiği gibi yüce Allah'ı şahit tutmadıkça, cahiliye savunucularına burada dile gelen uyarıyı yöneltmedikçe, onlara bu gerçekleri açık açık söylemedikçe, onlarla bu derece kesin bir biçimde ilişkiyi kesmedikçe ve bu oranda onların tutumundan uzaklaşmadıkça müslümanların zafere ulaşmaları, yeryüzünde egemen olacaklarına ilişkin ilâhi vaadin ellerinde gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu Kur'an, tarihe karışmış belirli bir durumun şartlarına cevap olsun diye gelmedi. Tersine o zaman ve yer kayıtlarından bağımsız, sürekli geçerliğe sahip bir sistem olarak geldi. Herhangi bir dönemin müslüman toplumu Kur'an'ın indiği şartların benzeri olan şartlarla karşılaşınca bu sisteme başvuracak, bu yöntemi kullanacaktır. Günümüzde tamamen Kur'an'ın indiği günlerin şartları ile karşı karşıyayız. Zaman döndü, dolaştı ve şu Kur'an'ın yepyeni bir İslâm toplumu kurmak için indiği günlerdeki noktaya döndü. O halde bu dinin gerçek olduğuna ilişkin kesin inanç, yüce Allah'ın takdirinin ve üstün iradesinin geçerliğine' ilişkin derin bilinç, eğri yol ve eğri yol tarafları ile araya konmuş kesin mesafe bu savaşta müslüman cemaatin cephane birikimi olmalıdır. Hiç kuşkusuz yüce Allah en etkili koruyucudur ve merhametlilerin en merhametlisidir. Aşağıda okuyacağımız ayetler grubu -ya bu surede kullanmayı uygun gördüğümüz deyimle ayetler dalgası- Kur'an-ı Kerim'i yalan sayan, öldükten sonraki dirilişi ve Ahireti inkâr eden müşriklerle yeni bir karşılaşmaya girişiyor. Fakat bu defa daha önceki ayetler grubunda olduğu gibi onların şımarıklıkları, kör inatçılıkları tasvir edilmiyor, eski yoldaşları olan yalanlayıcıların başlarına gelen toplu kırım sahneleri gündeme getirilmiyor. Bu karşılaşmada müşrikler yalanladıkları yeniden diriliş günü kendilerini bekleyen akıbetle, inkâr ettikleri Ahirette çarpılacakları ceza ile yüzyüze getiriliyorlar. Bu akıbet ve bu ceza elle tutulur, canlı sahneler halinde karşılarına getiriliyor. Bu sahnelerde kendilerini hep biraraya toplanmış; susturucu, azarlayıcı, teşhir edici ve hayrete düşürücü sorular karşısında ter dökerlerken görülüyor: "Hani nerede Allah'ın ortakları olduklarını sandıklarınız?" Müşrikler büyük bir korku, dehşet, eziklik ve yaltaklanma içinde yüce Allah'a yemin ederek ortaksız ilâhlığını itiraf ediyorlar: "Vallahi, ey Rabbimiz, biz müşrik değildik." Yine bu sahnelerde onları cehennem ateşi başında durdurulmuş, başka tarafa doğru adım atamamanın çaresizliği içinde korku, dehşet, pişmanlık ve hayıflanma dolu bir ifade ile şöyle dediklerini izliyoruz: "Ah, ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak." Yine bu sahnelerde onları yüce Allah'ın karşısına dikilmiş olarak seyrediyoruz. Adamlar duydukları utanç, pişmanlık, korku ve dehşet karşısında eriye eriye ufalırlarken yüce Allah kendilerine "Yeniden dirilmek gerçek değil miymiş!" diye soruyor, onlar da büyük zavallılık ve yerin dibine geçmişlik için de bu soruya "Rabbimiz hakkı için, evet" diye cevap verirler. Fakat bu itiraf onlara hiçbir şey kazandırmaz. "O halde inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz." Yine bu sahnelerde onlar öz benliklerine kıymış ve bu yüzden sahip oldukları her şeyi kaybetmiş olarak kendilerini gözlüyorlar. Adamlar günahlarını sırtlamışlar, bu ağır yükleri altında sendeleye sendeleye ilerlemeye çalışırlarken Ahirete boş vermiş, bu konuda zararlı bir değiş-tokuşa girişmiş olmalarından dolayı hayıflanarak inliyorlar! Ardarda gelen sahneler karşısındayız. Sahnelerin hepsi de kalbleri ürpertici, vücudun eklemlerini yuvalarından dışarıya uğratıcı, insan varlığını sarsıcı, yüce Allah'ın dilediği kimseler hesabına gözleri ve kalbi açıcı, Peygamberimizin tanıttığı gerçekleri ve müşriklerin yalanladıkları kutsal kitabı benimsetici bir nitelik taşır. Zaten bu müşriklerden önceki kitap ehli, bu kutsal kitabı çocuklarını tanıdıkları kadar kesin bir berraklıkla tanıyorlar.

  • hikmet erturk   27-11-2010 14:57

    Böylece, sistem içi değişimle sağlanacak görece özgürleşmeden istifade edecek, iktidar ve ranttan pay alma imkânına sahip olacak kimi “İslami gruplar” ve öncüleri, bu sistem içi gelişmeyi abartarak, bu değişimin sonucunda teşekkül edecek demokratik sistemin sağlayacağı görece olumlu hukuki vasatı sahiplenip destekleyerek, bütün Müslümanlar nezdinde meşrulaştırmaya katkı sunacaklardır.Bu cümlelere aynen katılıyorum.Süreçte öyle devam ediyor zaten.İnşallah tekrar tekrar aynı hatalara düşmeyiz.yazılarınızı ilgi ile takip ediyoruz abi.Allah razı olsun.İnşallah bu yazı dizileri kitaplaştırılırsa kalıcı olur.

  • hattab   26-11-2010 14:47

    allah razı olsun.bizleri bukonuda aydınlattınız.bizlere ışık oldunuz.

  • cetin   26-11-2010 10:18

    Bu asra gelse ,İbrahim(a.s) Kur'an da geçen haliyle ne yapmışsa aynısını yine yapardı.Çünkü Kur'an her asra hitab eder. ''beşerin böyle dalaleti var, Putunu kendi yapar kendi tapar''

  • ADEMOĞLU   25-11-2010 19:08

    Rabbim sizin gibi muvahitlrin eksikliğini vermesin. amin. kymetli mehmet ağabey sizin pencerenizden yüm kardeşlere seslenmek istiyorum. değerli müslümanlar: anlatılan konular yaşanılan hayatın vazgeçilmezleri fakat ümmet bilinci ve kazanım noktasında genel bir eksiklik var ilki müslüman kardeşlik boyutu onların hakları sorunları içinde bulundukları durum sorma öğrenme yardımcı olam algılama ve yaşam noktasında neredeyiz onlar nasıl durumda onları içinde bulundukları durumdan ellerinden tutup kaldırmaya çalışmak arayışlarına yardımcı olma nktası onların nasıl ayakta tutarız ,onlara nasıl destek oluruz maddi manevi destek yanı sıcak ve dayimi ilşkiler omazsa sözler yeri geldiğinde içriğini kaybeder . Allah arayıp soran ve candan ilişkilri ön plana alan yaşamların olduğu hayatlara.

  • ilyas metin   25-11-2010 17:44

    bize bu güne kadar ulaşan emevi ve kültür islamı,imanın şartlarının başına ilk olarak Allaha imanı koydular,halbuki kuran önce tagutun reddini önceler tagutu retdetmeden iman edilemiyecegini söyler.Lailaheillallah da önce reddi sonra kabulü söyler.tagutu ret ederek iman edilmiş olunsaydı mehmet abinin bölüm bölüm bu yazıları yazmasına gerek olmayacaktı. yazınızla baglantılı olşarak mustafa çelik yazısının birinde şöyle söylüyor.müslümana kafir demek tevhidi bozdugu gibi,kafire kafir dememekte tevhidi bozar. Allah emeginin ecrini versin abi,selamlar

  • İbrahim Sediyani   24-11-2010 22:14

    Allâh razı olsun, Mehmet ağabey. Allâh çabalarınızı bereketli kılsın.

  • yusuf   23-11-2010 18:43

    yazılarını ilgi ve saygıyla takip ettiğimiz mehmet ağabeyden allah razı olsun

  • fikret   23-11-2010 17:25

    sizlerin Allah yolundaki dik duruşlarınız,birleri heyacanlandırıyor.şayet bu tür söylemler sık sık gündeme gelmez ise nefsimde bazı gevşeklikler oluyor.Rabbim inşallah sizin gibileri bizlere önder kılar.öne çıkamasak bile o yolda ölürüz inşallah.Allah razı olsun.yazılarınızın takipçiyiz,olmayada devem edeceğiz.inşallah.

  • nuri   23-11-2010 17:06

    Adını demokrasi ve laiklik gibi, kendince yasal dayanaklara sığdırıp siyaset yapanlar,okyanus ötesindeki şahsın; 'mavi marmarada 'bu mevcut otoriteye saygısızlıktır'sözüne ülke yönetimi içinde de şu sözlerle destek bulmuştur 'hoca her zamanki gibi doğruları söylüyor'. Aynı yönetim içinde bir baş çıkıyor israil cumhur başkanına van münit çıkışı ile orta doğuda liderlik vasfına oturu veriyor. Ve aynı baş, her tür ticari ilişkiyi ilginçtir israille devam ediyor.İşin garibi bunların Kur'an bilgileri bayağı iyi.Örneğin kabineden bir bakan Devlet Bahçelinin Cuma namazında ki açılımına;Kalkıp MAUN Suresini hatırlatıveriyor.Dahada ilginci Bahçelinin yardımcısı öyle bir ayet buluyor ki sanırsınız Alim oda şu: ''Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin''.Kendimden utandım desem olur, bakıyorum ayetleri yerli yerine kullanıyorlar.Anlaşılan şu, bunlar her şeyi bizden iyi olmasada en az bizim kadar biliyorlar.Diyecek tekşey madem okadar bilginiz var MAİDE SURESİ 44....ALLAH razı olsun abi iyi bir noktaya değindin.

  • mehmet maksut   23-11-2010 16:09

    islam ve hayat sitesinden bu söyleşileri ve mehmet agabeyin çeşitli zamanlarda yaptıgı söyleşileri kitaplaştırmasının müslümanlara faydalı olacagını düşünüyor, kendisini ve kendisi gibi dogru bildiği yolda sebat edenleri selamlıyorum.Allah razı olsun hocam Sabah yakın değil mi?( Hud 81) Hüzne kapılma Allah bizimle beraberdir( Tevbe 40) Bizden hüznü gideren Allaha hamd olsun( Fatır 34) Selam-Sebat-Umut ile…

  • ABDÜL CABBAR   23-11-2010 15:07

    Allah razı olsun...

  • hüseyin alan   22-11-2010 13:45

    BİR PROJENİN PARÇASI OLMAK Ağzına sağlık abi, tevhidi uyanış sürecine katkı sağlamayı ana hedef edinenlerin düştükleri durumlara getirdiğin açıklıktan dolayı. Sürece katkı sağlamak mı yoksa işin kendisini ortaya koyup ona davet etmek mi konusunda bazen kafalar karışıyor da! Bir süredir cari olan şu "tevhidi süreç duyarlılığı", "kendilerini islama nispet eden" kişi ya da gruplar nitelemesi, ne hikmetse İslam adına yapılan ciddi hataların örtülmesinde mazarete dönüştü de batıla dalanların tevhidi bulandırması ameliyesine anlayışla yaklaşılması gerektiği dillendirilir oldu! İnzal edilene teslimiyeti getiren zihin kodlayıcı temel islami kavramları kullanmak, kişiyi müslüman kılan tutum ve davranışları disipline eden yönlendirmeler, bu nedenle olsa gerek rahatsızlığı beslemekte, kendini bilmem nereye nispet edenleri komplekse sokmaktadır. "İnanıyorsanız üstünsünüz" buyruğu günümüz "müslümanını" o kadar rahatsız ediyor olmalı ki; İslam dininin inanç temelli olarak kategorize ettiği insanlık hallleri olan, kafir-müşrik-münafık-mürted gibi tasnifleri söyleyemiyor, bundan utanıyorlar! Allah'ın tasnif ettiği ölçüler, onlarla kurulacak ilişkileri esastan belirleyeceği ve müslümanları sınırlayacağı için olsa gerek, bu konuda Allah'a teslimiyet yerine batıla dalanlarla birlikte dalmak daha ehven geliyor sanki. Nedir bu rahatsızlık? Niyedir bu fesada ortak olmak? Müslüman olmak utanılacak bir şey midir? Kendi hallerinin sorgulanacağı, hakkın dolayısı ile ortaya çıkacağı ve batılla ayrışacağı bu tasnifler yapıldığında, hatalarının esiri olanlar hep birlikte basıyorlar cazırtyı; sizi gidi "tekfirci"ler! Vay be, kendilerini rahatlatmış mı oldular şimdi? Böyle yapınca millet ha babam elde kılıç kafir öldürmeye çıktı sanki! Güldürmesinler insanları, tekfircilik başka bir şey, batılla hakkı ayırmak başka bir şeydir. Küreselliğin dayattığı evrensel projelere alet olanlar, sermayenin hükümranlığında yürütülen sömüürü ve zulme Türkiye'de ortak olduklarını görmeden öyle "tevhid", diye, "adalet" diye önemli sloganların altını hakkıyla doldurmadan kendilerini rahatlatmasınlar! Duymak istiyoruz doğrusu bu tür sloganları dillerine pelesenk edenlerden; tevhidin korunması, yayılması ve adaletin ikamesi için lazım şart olan araç nedir, güç nedir? Söylene söylene tüketilmeye çalışılan şu "tevhid" inanç ve ilkesi, başında ve sonunda ne gibi bir düzen talep ediyor, hangi tür düzenlere karşı çıkıyor, bu duruş deklare edilmeden, en azından yürekte taşınmadan nasıl bir adalet ve tevhid oluyormuş, bir duyalım hele! Tevhidi duyarlılıktan bir türlü kurtulamayan şu bireysel çabalar, ha babam görüş ayrılığı üreten kültürel faliyetler, gönüllü kuruluşlar, sosyal dayanışma hareketleri ya da islami hareketlerin yerine ikame edilen STK'lar la mı olacaktır nedir? Sosyal sistemden ayrışmayı, bunun yolunu yordamını, dine has özgün bir duruşu ve örgütlenmeyi nasıl yapacağız, öğrenmek istiyoruz? Yoksa süreç herkesi değiştirmeye devam ediyor. Özellikle de şehri dönüştürme iddiasını yitirenleri, şehir kendisine benzetiyor, görüp duruyoruz işte. Evrensel mesajın tüm insanlara ulaştırılması bakımından ve ebedi hayatın kazanılması için gereken asıl çabaların en azından sürekli gündemde tutulması bakımından söylenmesi ve yapılması gerekenler ne zaman gün yüzüne çıkacak, doğrusu öğrenmek istiyoruz? Ola ki bu sayede bizler de öğrenmiş oluruz msülüman kim, kafir-müşrik-münafık kimdir? Öğrenelim ki biz ve onlar yaşam tarzı olarak ayrışabilelim ve hukuki ilişkilerimizi de buna göre tayin edip kurabilelim. Yoksa bizler de onlara benzeyip duruyoruz, öyle değil midir? Bu özgünlüğü gösteremiyor, kendimizi yaşam biçimi olarak ayrıştıramıyor, "insanlar arasından seçilmiş bir ümmet" olamıyorsak, kime neyin davetini ulaştıracağız ki? Bu ülkede herkes kendisini, bir biçimde islama nispet ediyorken, hak budur diye kime neyi söyleyebilecek, batıl budur diye kimi neyden uyaracağız ki? Hak olan ne ise onu söyleyebilen, batıl da neyse onu ayrıştırıp hatırlatan söyleşinizdeki uyarılar için teşekkür ediyorum abi, ağzınıza sağlık.