Şükrü HÜSEYİNOĞLU
PARÇALANAN BEDENLERİMİZ VE PARÇALANAN AKİDEMİZ
Komünist blokun çöküşü sonrası, küresel küfür ve sömürü düzenleri karşısında yegane direnç kaynağı gördükleri İslam’ı yeni düşman olarak ilan eden ABD merkezli Batı kampı, o günden bugüne İslam ve Müslümanlara diz çöktürmek, İslam’ı ve Müslümanları akide kaynaklı siyasi iddialarından vazgeçirmek için siyasi, askeri ve kültürel her alanda adımlar atmakta.
Bu gayeye matuf olarak çeşitli raporlar yayınladı, planlar, projeler geliştirdi, doğrudan askeri işgallere girişti, yüz binlerce mazlum ve müslümanı bombardımanlarla katletti, görülmemiş işkence ve çirkefliklere imza attı, tüm bunların yanı sıra İslam’ı siyasi, iktisadi norm ve iddialarından yalıtmak ve küresel küfür ve sömürü düzeniyle çatışmayacak, salt vicdani, ferdi ve dar anlamda ictimai bir güzel ahlak dini haline getirmek, yani Protestanlaştırmak yönünde çalışmalar başlatıldı. Bunun için çeşitli ülkelerdeki İslami eğitim kurumlarının müfredat programlarına doğrudan müdahale edildiğini bile bilmekteyiz.
Gerek fiili işgal ve katliamlarında, gerekse de bunlarla eşzamanlı ve eşgüdümlü sürdürdükleri kültürel işgal ve ifsad çalışmalarında yerel işbirlikçiler bulmakta da maalesef zorlanmadılar. Küresel küfür, en son 1. Dünya Savaşı sonrası (kimi bölgelerde ise 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde) İslam coğrafyasından fiili işgal anlamında çekilirken zaten geride kendi seküler-laik değer yargılarını onlar adına İslam coğrafyasındaki toplumlara dayatacak işbirlikçi diktatörler bırakmış bulunuyordu.
İşte bu küresel küfür artıklarının kurduğu dikta rejimlerinin tüm çabalarına rağmen İslami uyanış, 20. asrın son çeyreğinde güçlü şekilde kendini gösterme trendine girmiş ve küresel küfür ve sömürü düzenine karşı güçlü bir itiraz kaynağı olmaya başlamıştı.
Bâtıl Batı, işte İslam’dan yükselen bu uyanış ve itiraz dalgası karşısında, bugünkü laik-seküler toplumsal/siyasal işleyişini inşa sürecinde Hıristiyanlığa yaptığını, hegemonyası karşısında yeni engel olarak gördüğü İslam’a da uygulamak istedi: İslam’ı protestanlaştırarak ahkâmından, yeryüzünde Allah’ın hükümlerini hâkim kılma iddiasından uzaklaştırmak.
ABD merkezli Batı kampının son 15 yıldır İslam coğrafyasına yönelik askeri işgal ve katliam politikalarının temelinde yatan asıl gaye de budur. Müslümanları, küresel küfrün temel akidesi konumunda bulunan sekülerizm-laiklik küfrüyle uzlaşmış ve dolayısıyla sinirleri alınmış, iddialarından vazgeçmiş bir “İslam’a” razı etmek.
Tıpkı 1. Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi coğrafyamızı bu kıvama getirdiklerinde başımıza adı “Kemal” veya başka yerli bir isim taşıyan vali bırakıp gideceklerdir. Kısacası şu an coğrafyamızda olup biten her şey, bir “küresel terbiye” sürecinin parçasıdır. Küresel küfrün efendileri, çeyrek asır bir süredir biz Müslümanları “terbiye” etmeye, yani bize rablik taslayıp istedikleri kıvamda Müslümanlar olmamız için seferber olmuş durumdadırlar.
Yıllar önce yazdığım bir makalede ifade etmeye çalıştığım gibi, “misvaklı Colgate” diş macunu kullanan cici Müslümanlar olmamızı istiyor, bugünün Firavunları. Hayır! Biz senin istediğin kadar ve kıvamda değil, Rabbimizin istediği kadar ve kıvamda Müslüman olacağız dediğimizde ise çıldırıyor, bizi “özgürleştirmenin”, “demokratlaştırmanın” envai çeşit askeri yolunu deniyor.
Kâfir Batı kampının yürüttüğü bu küresel “28 Şubat”ın, tıpkı onun bir parçası ve Türkiye uzantısı yerel 28 Şubat gibi acı, zehirli meyvelerini vermeye başladığını görmekteyiz, son dönemde. Nasıl ki yerel 28 Şubat sopa politikalarıyla muhafazakâr çevreleri daha fazla laik-seküler “merkeze” yaklaştırdı ve onlar üzerinden de birçok İslami çevrenin bu laik-seküler merkezle ilgili akidevi duruşunun sarsılmasına, bozulmasına yol açtı ise, bugün küresel 28 Şubat’ın da İslam coğrafyasının sair bölgelerinde benzer bir acı neticeyi doğurmakta olduğunu görmekteyiz.
En son Tunus Nahda Hareketi lideri Raşid Gannuşi’nin gerek parti kongresindeki konuşması ve gerekse Fransız gazetesi Le Monde’a verdiği mülakatta tanıklık ettik bu acı ve zehirli meyvelere. Gannuşi, dini ve siyasi faaliyetleri birbirinden ayıracaklarını ve artık dini alanda faaliyet göstermeyeceklerini ifade ediyor, Arap Baharı sonrası Tunus’ta siyasi İslam’a yer kalmadığını söyleyor ve ekliyordu: “2014 Anayasası seküler ve dini aşırıcılığa limit koydu. Siyasal İslam’ı bırakıp, demokratik İslam’a geçiyoruz.”
Gannuşi’nin bu sözleri, Türkiye’de TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın laiklik çıkışı sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan ve o günkü Başbakan Davutoğlu’nun “özgürlükçü laikliğe” bağlılıklarını tazeledikleri açıklamalarının hemen sonrasına denk gelmişti.
Ne var ki tüm bu olup bitenler, Türkiye’deki İslami çevrelerde ciddi bir tepki doğurmadı. Maalesef Müslümanların çoğu, gerek Erdoğan ve Davutoğlu'nun, gerekse Gannuşi'nin açıklamaları karşısında kör, sağır ve dilsiz kaldı. Kendilerini samimi duygularla İslam’a nisbet eden kitlelerin, yerel muhafazakâr siyasi kadrolar eliyle Batının küresel küfrünün başat değer yargılarına ısındırıldığı bu ifsad süreçlerine tepkisiz kalmayı, İslam akidesinden boşaltılan siyasal alanın bâtıl Batının bâtıl kabulleriyle doldurulması karşısında susmayı tercih etti.
Filistin’de, Suriye’de, Afganistan’da, Yemen’de mazlum ve Müslüman bedenlerini parçalayan zalimler ve işbirlikçilerine tepki göstermek ve onlara “Lâ” demekle, Türkiye’de, Mısır’da, Tunus’ta, Müslüman mahallesinde Batının laiklik küfrünü pazarlamaya kalkışanlara gerekli tepkiyi gösterip “Lâ” demenin aynı imani yükümlülük olduğunu kavrayamadılar.
Bedenlerimizi bombalarla, füzelerle parçalayanları haklı olarak lanetlediği halde, akidemizi parçalayıp, hayatı “dini alan”, “siyasi alan” diye şirkin neşvü nema bulacağı kompartımanlara ayırmaya kalkışan ve “siyasi alanı” Âlemlerin Rabbi’nin ölçülerinden, hükümlerinden bağımsızlaştırma küfrünü ifade eden laikliğe Truva atı olmayı kabullenen siyasetçiler konusunda sessiz kalanlar, ne yazık ki ancak “embedded Müslüman” vasfını hak edebilirler.
Biz, küresel 28 Şubat’ın bedenlerimizi hedef alan saldırılarına da, akidemize yönelik tahrif ve tağyir girişimlerine de hep karşı çıktık ve imanımız gereği karşı çıkmaya devam edeceğiz. Akidemizi savunmak, onun küresel küfrün jakoben veya özgürlükçü laiklik tezgahlarında operasyona maruz kılınıp parçalanmasına karşı koymak için canlarımızı feda etmemiz gerekirse onu da yapacak bir bilinçte olarak, inşallah.
Zira biz biliriz ki bedenlerimizi ve hayatlarımızı anlamlı kılan akidemizdir. Bu sebeple bedenlerimizi zalimlerin hışmından kurtarmak için akidemizi feda etmeyiz. Bu sebeple küresel küfrün Müslümanlara yönelik çeyrek yüzyıldır alenen sürdürdüğü "Ver akideni, al canını" politikasına asla pirim vermeyiz.