Şükrü HÜSEYİNOĞLU
PEYGAMBER KISSALARINDA İSLAMİ MÜCÂDELENİN İLKELERİ
Rabbimiz, tarih boyunca insanlar arasından elçiler seçmiş ve hidayet önderleri kıldığı bu elçilerle birlikte insanlara hayat rehberi sahifeler / kitaplar vazetmiştir. Rabbimiz, Kitab-ı Keriminde, elçilerinin misyonu ve onlarla birlikte insanlığa bildirdiği Rabbani beyanların inzal olunma gayesini “hakkı bâtıldan ayırt etmek”1 ve “Allah’a kulluğa dâvet edip, tağuta kulluktan sakındırmak”2 olarak ifade etmektedir.
Kur’an’da anlatılan Peygamber kıssalarından öğreniyoruz ki, Peygamberlerin mücadelelerinin ana eksenini, hakla bâtılın kesin olarak ayrıştırılıp tefrik edilmesi ve insanların hakkı ve bâtılı apaçık görerek tercihlerini buna göre yapmaları çabası oluşturmaktadır. Peygamberlerin mücadele sünnetlerini takip ettiğimizde, öncelikle Âlemlerin Rabbi’nin ölçülerine dayanmayan mevcut cahili toplumsal ve siyasal işleyişten ilkesel hicrete (Seyyid Kutub’un ifadesiyle câhiliyeden bilinçli ve bütüncül ayrışma) yöneldiklerini ve mücâdelelerini bu zeminde inşa ettiklerini görmekteyiz.
Zira, cahili toplumsal ve siyasal algı, kabul ve işleyişten hicret etmek / kopup ayrılmak, Peygamberlerin temel misyonu olan hakla bâtılın arasını ayırmanın olmazsa olmaz şartıdır. Hakla bâtılın tefrik edilip ayrıştırılmadığı bir vasat, doğrudan doğruya şirkin egemenliği anlamına gelmektedir. Tüm Peygamberlerin ortak kelimesi / çağrısı olan “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesi, öncelikle bir reddi gündeme getirmektedir. Bu cümlede ifadesini bulan tevhid akidesi, bâtıla, şirke, tuğyana, fısk ve fücura tahammülü olmayan, bâtılla iç içe, yan yana bulunmayı, uzlaşmayı asla kabullenmeyen Rabbani dünya görüşü ve hayat tarzını ifade etmektedir.
İşte her biri aynı kelimeyi farklı tarih ve coğrafya kesitlerinde farklı insan topluluklarına hatırlatmak üzere görevlendirilmiş olan Peygamberlerin, Rabbimiz tarafından muhatap kılındıkları cahili toplumsal ve siyasal işleyişlerle ilişkileri bu temel akidevi çerçevede gerçekleşmiştir.
Peygamberlerin yanı sıra, onların izinde yürüyen ve Kur’an’da haberleri anlatılan mü’minlerin de bu temel akidevi çizgiden sapmadan, tevhidi eksenden şaşmadan hareket ettiğini görmekteyiz. Kehf Sûresi 9 ile 26. âyetler arasında kıssaları anlatılan Ashab-ı Kehf, Mü’min Sûresi 28 ile 33. âyetlerde haber verilen “Firavun’un sarayındaki imanını gizleyen mü’min” örneklerinde olduğu gibi.
Peygamberler, tevhid akidesinin öncelikli aşaması olan “La ilahe” reddiyesi gereği, tüm sahte ilahları, tağutları ve onların tuğyan düzenlerini kesin olarak redle işe başlamışlar ve bu tertemiz zemin üzerine “illallah” kabulünü inşa etmişlerdir. Nitekim insanlığa son Rabbani çağrı niteliğini taşıyan Kur’an’da Rabbimiz tevhid akidesinin bu gereğini şu şekilde beyan buyurmuştur:
“Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Kim tağutu inkar edip Allah'a iman ederse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 2/256)
Aşağıda, Kur’an kıssalarından pratik örneklerini aktarmaya çalışacağımız bu temel akidevi duruş, Peygamberlerin mücâdele sünnetlerinde değişmeyen esası teşkil etmiştir. Muhatap olunan kitle ve otoritenin durumuna göre, mücâdelede pratiğindeki öncelikler (öğüt vermek veya inzâr etmek, önceliği toplumsal dâvete veya doğrudan doğruya otoritenin inkılâba uğratılmasına vermek gibi), kullanılan araçlar değişebilse de, bu temel akidevi duruş asla değişmemiş, tüm Peygamberler ve takipçilerinin ortak sünneti olmuştur.
Bu çerçevede, Peygamberlerin mücâdele pratiklerinden çıkarılabilecek temel hareket ilkelerini şöyle sıralamamız mümkündür:
1. Tüm cahili inanış, kabul, doktrin ve yaşayış biçiminin kesin olarak reddi ve hem bu kabul ve yaşayış biçimlerinden hem de bunların hâkim olduğu toplumsal ve siyasal işleyişlerden ilkesel düzlemde hicret…3
2. Hakla bâtılın arasını kesin olarak ayıran bu ilkesel kopuşla birlikte hakkı hak olarak, bâtılı da bâtıl olarak kesin ve keskin hatlarıyla ortaya koyan açık toplumsal dâvet. (Dâvette esas olan aleniliktir. Gizli dâvet, bir merhale olmayıp, açık dâvetin yanında insani ilişkilerin doğası gereği zaman zaman ihtiyaç duyulan arizî bir durumdur.)
3. Dâvette, hikmeti gözeten ve güzel öğüt esasına dayanan bir yaklaşım, dil ve üslup sahibi olmak.
4. Cahili değer yargıları ve yaşayış biçimleriyle hiçbir şekilde ilkesel bir uzlaşmaya, müdahaneye dayalı bir ara bulma arayışına yönelmemek. (Hz. Musa’nın dâvet için gittiği Firavun’a Rabbimiizn emri gereği yumuşak söz söylemesi, ancak buna karşılık Allah’ın âyetlerini eğip-bükmeden, tüm netliği ve açıklığı ortaya koyması örneğinde ve diğer tüm Peygamberlerin bu konudaki duruşları örneğinde olduğu gibi, dili yumuşatmak, ancak dini yumuşatmaya asla yanaşmamak.
5. Peygamberler cahiliye karşısında pasif konumda bulunmamışlar, daha ilk günden cahiliyeye cephe açmışlar ve cahiliyeyi doğrudan hedef almışlardır. Bir başka ifadeyle hidayet öncüleri Peygamberlerin, cahili toplumsal ve siyasal işleyişlerle ilişkilerinde defansif değil ofansif bir tutum ve duruş sergiledikleri görülmektedir. Cahili işleyiş içerisinde var olabilme, kendilerine alan açma çabası yerine, cahiliyeyi ortadan kaldırıp yerine hakkı ikame etme perspektif ve mücâdelesini öne çıkarmışlardır.4
6. Peygamberlerin cahili otoritelerle ilişkilerine bakıldığında, onlarla uzlaşma arayan değil, açıkça restleşen bir duruş sergiledikleri görülmektdir.
7. Toplumsal dâvetle bâtıl otoritenin inkılaba uğratılması hedefine yönelik siyasal mücâdelenin birbirinden ayrıştırılmayıp, eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak, bütüncül bir yaklaşımla sürdürülmesi…
8. Toplumsal/siyasal dönüşümün, öncelikle toplumların özünde olanın değişmesine bağlı olduğu bilinciyle, toplumsal dâveti ihmal eden ve bir şekilde siyasi otoriteyi elde etmeye kilitlenen ihtilalci bir yaklaşım yerine, dâvet ve toplumsal ıslah süreci ile siyasal mücâdele eşgüdümüne dayalı bir inkılabi dönüşümü esas almak.
9. Şiddeti asla bir temel mücâdele yöntemi ve aracına dönüştürmemek. Gönüllü toplumsal dönüşümü esas alan Allah’ın dinini yüceltmek adına, bu dinin tasvip etmediği bir şiddet körlüğüne yönelmemek. (Şiddet, Yüce Allah’ın belirlediği ölçüler içerisinde ve hikmeti gözetmek kalmak kaydıyla gündeme gelmesi gereken arizî bir durumdur. Şiddet ancak doğru yer ve zamanda ve doğru olarak kullanılan bir araç olarak görüldüğünde meşrudur. Aksi halde araç olmaktan çıkıp, Allah’ın dinini araçlaştıran bir şiddet algısı şiddet körlüğüdür ve bu tür bir algının Peygamberlerin mücâdele sünnetinde yeri yoktur.
Nuh (a.s.), Sâlih (a.s.), Şuayb (a.s.) gibi dâveti yalanlanan Peygamberler de, Yusuf (a.s.), Davud (a.s.), Süleyman (a.s.), Yunus (a.s.), Muhammed (a.s.) gibi iktidar olma imkânına kavuşan Peygamberler de, tuğyan içindeki güçlü siyasal otoritelere karşı amansız bir mücâdeleye giren İbrâhim (a.s.) ve Musa (a.s.) gibi Peygamberler de hep aynı eksende, aynı ilke ve ölçüler üzerinde mücâdele etmişler, bu tevhidi eksenden asla şaşmamışlardır.
Bu genel çerçeveye değindikten sonra Kur’an’daki Peygamber kıssalarından, Peygamberlerin, muhatap kılındıkları cahili toplumsal / siyasal işleyişlere karşı tutumları ve onlarla ilişkilerine dair bazı anlatımlara geçebiliriz. Ayrıca Peygamberlere tâbi olan öncü mü’minlerin mücâdele pratiğiyle ilgili Kur’ani anlatımlardan da birkaç örnek vermeye çalışalım…
Nuh (a.s.) ve dâveti:
“Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar, diye Nuh'u kendi kavmine gönderdik. Ey kavmim dedi, ben sizin için açık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin; O'na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ki Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vadeye kadar tehir etsin. Bilinmeli ki Allah'ın tayin ettiği vade gelince, artık o ertelenmez. Keşke bilseydiniz. (Sonra Nuh:) Rabbim! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim; Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı. Gerçekten de, günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra, ben kendilerine haykırarak davette bulundum. Sonra, onlarla hem açıktan açığa hem de gizli gizli konuştum. Dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır… Nuh: Rabbim! dedi, doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını arttırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular. Büyük hileler, büyük desiseler kurdular. Ve dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suva'dan, Yeğus'tan, Ye'uk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin! (Böylece) onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır!” (Nûh, 71/1-10 ve 22-24)
“Andolsun biz Nuh'u kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım. Kavmimin ileri gelenleri: Gerçekten biz seni açıkça bir dalalet içinde görüyoruz, dediler… Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler.” (A’râf, 7/59, 60 ve 64)
“Kardeşleri Nuh, onlara "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak Alemlerin Rabbine aittir. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin, dedi… Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım. (Buna karşılık) Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın" dediler.” (Şu’arâ, 26/106-110 ve 115-116)
“Onlara Nuh’un kıssasını oku. Hani kavmine, ey kavmim demişti, aranızda bulunmam ve Allah'ın ayetleriyle öğüt vermem ağır geliyorsa size, ben Allah'a dayandım, siz de, ortaklarınız da toplanın, ne yapacağınızı kararlaştırın, sonradan da yaptığınız şey, sizi kederlendirmesin, sonra kararınızı bildirin bana ve hiç mühlet de vermeyin. Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim. Benim ecrim, yalnızca Allah'a aittir. Ve ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum. Fakat onu yalanladılar; biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Uyarılanların nasıl bir sonuca uğratıldıklarına bir bak.” (Yûnus, 10/71-73)
“Ey Nuh, dediler, bizimle çekişip durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru söylüyorsan, bize vaat ettiğini getir (görelim.) Dedi ki: Eğer dilerse, onu size Allah getirir ve siz (O'nu) aciz bırakacak değilsiniz.” (Hûd, 11/32-33)
Görüldüğü üzere Nuh (a.s.), öncelikle kavminin cahili toplumsal ve siyasal işleyişinden ilkesel olarak ayrışarak / hicret ederek mücâdelesine başlamış ve dâvetini bu hakla bâtılı belirginleştiren zemin üzerine bina etmiştir. Böylece açık ve gizli, gece ve gündüz Allah’ın dinini tebliğ etmiş, kavmini sahte ilahları / putları terk ederek yalnız Âlemlerin Rabbi’ne kulluk etmeye çağırmıştır. Bu yüzden de kavmi, “Bizimle çekişip durdun, bu çekişmede ileri de gittin”, “Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suva'dan, Yeğus'tan, Ye'uk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin” şeklinde savunmaya ve karşı mücâdeleye girişmiştir.
Buna karşılık ise Nuh (a.s.) küfrün öncüleriyle açık şekilde restleşerek “Aranızda bulunmam ve Allah'ın ayetleriyle öğüt vermem ağır geliyorsa size, ben Allah'a dayanmışım, siz de, ortaklarınız da toplanın, ne yapacağınızı kararlaştırın, sonradan da yaptığınız şey, sizi kederlendirmesin, sonra kararınızı bildirin bana ve hiç mühlet de vermeyin” şeklinde onlara meydan okumuş ve Rabbinin emriyle onlardan ve onların cahili toplumsal / siyasal işleyişlerinden hicretin son aşamasını temsil eden gemiyi yapmaya koyulmuştur.
Hûd (a.s.) ve dâveti
“Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). O dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Hala sakınmayacak mısınız? Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz. Ey kavmim! dedi, ben beyinsiz değilim; fakat ben alemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim. Size Rabbimin vahy ettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz. Dediler ki: Sen bize tek ilaha kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir. (Hûd) dedi ki: "Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim! Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve ayetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” (A’râf, 7/65-72)
"Dediler ki: Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle ilahlarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz. Biz, ilahlarımızdan biri seni fena çarpmış!, demekten başka bir söz söylemeyiz! (Hûd) dedi ki: Ben Allah'ı şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım. O'ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki benimle size gönderileni size bildirdim. Rabbim (dilerse) sizden başka bir kavmi yerinize getirir de O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü benim Rabbim her şeyi gözetendir. Emrimiz gelince, Hud'u ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır bir azaptan kurtuluşa erdirdik.” (Hûd, 11/53-58)
Cahili toplumsal ve siyasal işleyişten ayrışma / ilkesel hicret ve doğrudan onların sahte ilahlarını ve zulüm düzenlerini hedef alan ve uzlaşmayı asla kabul etmeyen açık bir dâvet… Yalanlama ve tehdit edilme karşısında ise geri adım atmayan ve restleşen dik bir duruş… Hûd (a.s.)’ın da, aşağıda ilgili âyetlerde göreceğimiz gibi Şuayb (a.s.)’ın da risalet ve mücâdelelerinin özeti budur.
Şu’ayb (a.s.) ve Dâveti:
“Medyen halkına da kardeşleri Şu’ayb’ı gönderdik. O, şöyle dedi: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum… Dediler ki: Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın… Ey Kavmim! Elinizden geleni yapın. Şüphesiz ben de (elimden geleni) yapacağım. Rezil edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Gözleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber gözlüyorum.” (Hûd, 11/84, 87, 93)
İbrâhim (a.s.) ve Dâveti:
“İbrahim, babası Âzer'e: Birtakım putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir dalalet içinde görüyorum, demişti… Ben hanif olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak, Rabbim'in bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hala ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır?" (En’âm, 6/74 ve 79-81)
“O, babasına ve kavmine: Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor? demişti. Dediler ki: Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk. Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir dalalet içindesiniz, dedi. Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin? Hayır, dedi, sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şahitlik edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım! Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerden biridir, dediler. (Bir kısmı:) Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş, dediler. O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şahitlik ederler. Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim? dediler. Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa! dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) Zalimler sizlersiniz, sizler! dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: Sen bunların konuşmadığını pek ala biliyorsun, dediler. İbrahim: Öyleyse, dedi, Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hala tapacak mısınız? Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız? (Bir kısmı:) Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin! dediler.” (Enbiyâ, 21/52-68)
“İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir…” (Mümtehine, 60/4)
Muhatap kılındığı şirke dayalı cahili toplumsal ve siyasal işleyişten ilkesel ayrışma ve bu ayrışmayla birlikte ortaya koyduğu açık tevhidi dâvet, diğer tüm Peygamberler gibi İbrâhim (a.s.)’ın mücâdelesinin de temel eksenini oluşturmuştur. Bunun yanı sıra İbrâhim (a.s.)’ın, muhatap kılındığı cahiliye toplumunun sahte ilahlarına yönelik eleştirinin ötesinde fiili bir müdahalede de bulunduğu görülmektedir. Kaba bir saldırı biçiminde değil, belli bir hikmet çerçevesinde, bir gaye ve netice gözetilerek gerçekleştirilen bu müdahalenin karşılığında da ateşe atılarak cezalandırılmak istendiği görülmektedir. İbrâhim (a.s.)’ın bu ilkesel hicreti ve bu kökten kopuş üzerine bina edilen mücâdelesi, kavminin inkâr ve imhaya yönelik tutumu neticesinde fiili hicret sonucunu doğurmuştur.
Mûsa (a.s.) ve Dâveti:
“Sonra onların ardından Musa'yı mucizelerimizle Firavun ve kavmine gönderdik de o mucizeleri inkâr ettiler; ama, bak ki, fesatçıların sonu ne oldu! Musa dedi ki: Ey Firavun! Ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah hakkında gerçekten başkasını söylememek benim üzerime borçtur. Size Rabbinizden açık bir delil getirdim; artık İsrailoğullarını benimle bırak! (Firavun) dedi ki: Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan onu göster bakalım. Bunun üzerine Musa asasını yere attı. O hemen apaçık bir ejderha oluverdi!” (A’râf, 7/103-107)
“Andolsun biz, Musa'ya açık açık dokuz ayet verdik. Haydi İsrailoğullarına sor. Musa onlara geldiğinde Firavun ona, "Ey Musa! dedi, senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum! (Musa Firavun'a:) Pek ala biliyorsun ki, dedi, bunları, birer ibret olmak üzere, ancak, göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ey Firavun! Ben de senin hakikaten mahvolduğunu sanıyorum! Derken, Firavun onları ülkeden çıkarmak istedi. Bu yüzden biz onu ve maiyyetindekilerin hepsini (denizde) boğduk.” (İsrâ, 17/101-103)
“Andolsun, biz kendilerinden önce, Firavun'un kavmini de denedik. Onlara kerim bir elçi gelmişti.” Allah'ın kullarını bana teslim edin; gerçekten ben, sizin için güvenilir bir elçiyim (demişti). Allah'a karşı büyüklenmeyin; şüphesiz size apaçık, bir delil getiriyorum. Doğrusu beni taşa tutmanızdan benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan (Allah)a sığındım. Eğer bana iman etmiyorsanız, bu durumda benden kopup ayrılın. Sonunda Rabbine: Gerçekten bunlar, suçlu günahkar bir kavimdirler, diye dua etti. (Allah da:) Öyleyse, kullarımı geceleyin yürüyüşe geçir, muhakkak takip edileceksiniz.” (Duhân, 44/17-23)
Görüldüğü üzere Mûsa (a.s.)’ın örnekliğinde karşımıza çıkan da, en başında cahili toplumsal / siyasal statükodan ilkesel hicret ve bu kopuş temelinde, zalim otoriteye yönelik açık dâvetle başlayıp, uzunca dâvet müddeti ardından muhatapların inkârda ısrar etmeleri ve tehdide yönelmeleri karşısında restleşerek dik duran ve nihayetinde fiili hicretle neticelenen mücâdele çizgisidir.
Yûsuf (a.s.) ve Dâveti
“...Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terk ettim. Atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinine uydum. Allah'a hiç bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değildir. Bu, bize ve insanlara Allah'ın lütuf ve ihsanındandır, ancak insanların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı? Sizin Allah'tan başka taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiç bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf, 12/37-49)
“Melik, Onu bana getirin, dedi. Elçi, Yusuf’a geldiği zaman, (Yusuf) dedi ki: Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir. (Melik kadınlara) dedi ki: Yusuf’un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi? Kadınlar, Haşa! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dediler. Azizin karısı da dedi ki: Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir. (Yusuf dedi ki): Bu, azizin yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını (herkesin) bilmesi içindir. (Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir. Melik dedi ki: Onu bana getirin, yanıma alayım. Onunla konuşunca: Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin, dedi. (Yûsuf) Beni bu yerin hazineleri üzerine yönetici kıl! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim, dedi. Ve böylece Yusuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” (Yûsuf, 12/50-56)
Yûsuf (a.s.)’ın mücâdele sürecinin de, cahili toplumsal ve siyasal işleyişten ilkesel hicret temelinde ve hakla bâtılı tefrik edip ayırmaya dayalı bu tevhidi duruştan asla şaşmayan bir dâvet ekseninde geliştiği görülmektedir.
Yûsuf (a.s.)’ın, hikmet ve sabırla sürdürdüğü dâveti ve ortaya koyduğu örnek duruşuyla Mısır’daki hâkim otoriteyi diz çöktürüp teslim aldığı görülmektedir. Onun Mısır’daki konumu, asla cahili bir işleyişin bir parçası olmak, yöneticilerinden bir yönetici olmak değildir. O dilediği gibi hareket edebileceği bir otorite sahibi olarak Mısır’da hükümran ve Allah’ın dinini hâkim kılmıştır. Nitekim Rabbimizin “Ve böylece Yusuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik” beyanı bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
Ashab-ı Kehf’in Dâveti
“O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla, demişlerdi. Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık.) Sonra da iki guruptan (Ashab-ı Kehf ile hasımlarından) hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık. Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini arttırdık. Onların kalplerini metin kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz. Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka ilahlar edindiler. Bu ilahlar konusunda açık bir delil getirseler ya! Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi var mı? (İçlerinden biri şöyle demişti:) Madem ki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın.” (Kehf, 18/10-16)
Peygamberler gibi, onların izlerini takip eden öncü mü’minlerin de, hak bâtıl ayrışması ve uzlaşmazlığını esas alan ve cahili toplumsal ve siyasal işleyişlerle ilişkilerini ve mücâdelelerini bu çerçevede şekillendiren bir duruşa sahip olduğu görülmektedir. İşte Kehf Sûresi’nde Rabbimizin haber verdiği Ashab-ı Kehf’in mücâdelesi, bu gerçeğin somut örneklerdendir.
Ashab-ı Kehf kıssası, putperest Roma döneminde yaşayan ve tağutu reddedip Allah’a iman etme bilincine ulaşmış olan bir grup gencin hikâyesini anlatmaktadır. Bu gençler de tıpkı Peygamberler gibi, öncelikli hareket noktası olarak cahili toplumsal / siyasal algılardan ve işleyişten ilkesel hicreti gerçekleştirmiş ve pasif durumda kalmayıp, cahili statüko karşısında hakkı tüm açıklığıyla dile getirmişler ve statükonun inkâr ve imha politikasıyla karşılaşınca da fiilen hicret ederek mağaraya sığınmışlardır.
Ashab-ı Kehf örneğinde de görüldüğü üzere, tevhidi mücâdele çizgisi, câhiliye ile uzlaşarak var olmak veya cahiliye ile karşılıklı anlayış ve hoşgörü çerçevesinde aynı düzlemde yan yana yaşamak gibi bir anlayışa kesinlikle tevessül etmemiştir. Hak bâtılı olduğu gibi kabul etmeyi ve onunla sorunsuz olarak yan yana bulunmayı kabullenmez ve tarih boyunca yaşanan tüm tevhidi mücâdele süreçleri de bu uzlaşmazlık çizgisi üzerine inşa olunmuştur. Rabbimizin, Enbiyâ Sûresi 18. âyette “Hayır, biz hakkı bâtılın üstüne atarız da o onun beynini parçalar, derhal (bâtılın) canı çıkar…” ifadeleriyle beyan buyurduğu üzere, hak, bâtılı ortadan kaldırmayı amaçlar ve bunun için de onunla amansız bir çatışmaya, hesaplaşmaya girer.
İşte Ashab-ı Kehf kıssasında da, mücâdele çizgisi olarak bu temel ekseni görmekteyiz.
Firavun’un Sarayında İmanını Gizleyen Mü’min’in Dâveti
“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mü’min adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah'tır" diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin (azabın), bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez. Ey kavmim! Bugün, yeryüzüne hakim kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah'ın azabı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder? Firavun: Ben size kendi görüşümü söylüyorum ve yine size ancak doğru yolu gösteriyorum dedi. İman etmiş olan dedi ki: Ey kavmim! Doğrusu ben üzerinize önceki toplulukların günü gibi, bir günün gelmesinden korkuyorum. Nuh kavminin, Âd, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi, Allah, kullarına bir zulüm dileyecek değildir. Ey kavmim! Gerçekten sizin için o bağrışıp çağrışma gününden, korkuyorum. O gün arkanıza dönüp kaçacaksınız. Fakat sizi Allah'tan (O'nun azabından) kurtaracak kimse yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek de yoktur… Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni, Allah'ı inkâr etmeye ve hiç tanımadığım nesneleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi, aziz ve çok bağışlayan Allah'a davet ediyorum. Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de davete değer bir tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah'adır, aşırı gidenler de ateş ehlinin kendileridir. Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını çok iyi görendir. Nihayet Allah, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden bu zatı korudu, Firavun'un kavmini ise kötü azap kuşatıverdi.” (Mü’min, 40/28-33 ve 41-45)
Bu âyetlerde, Firavun hanedanından ve onun kabine üyelerinden biri olup, Mûsa (a.s.)’ın dâvetine muhatap olarak ona iman eden ve bir süre imanını gizlemiş olan bir zattan söz edilmektedir. Bu mü’min, Firavun’un sarayında görevli iken, Mûsa (a.s.)’ın dâveti sayesinde imanla tanışmış, imanını gizleme imkânı kalmadığını düşündüğü ilk anda da imanını tüm açıklığıyla ortaya koyarak tevhidi dâvetin bir neferi olmuş ve mücâdeleye başlamıştır. Bu andan itibaren İmanını eğip bükmeye, onun gereğini yerine getirmeyi ertelemeye, imanıyla mevcut konumunun ortasında bir tavır aramaya, hakla batılı uzlaştırmaya tevessül etmemiştir.
Hz. Musa'yı katletmek veya Mısır’dan çıkarmak için kabineden karar çıkarmaya çalışan Firavun'a itiraz edip, kendisinin de Hz. Musa gibi yalnızca âlemlerin Rabbi yüce Allah'ı yegâne rabb olarak kabul ettiğini belirten bir çıkış yapmış, Firavun ve kabinesini açıkça Allah’ın dinine tâbi olmaya dâvet etmiştir. Bunun sonucu olarak da Firavun tarafından cezalandırılmaya çalışılmıştır.
Bu kıssada verilen mesaj, imanı gizlemek değil, aksine imanın gerektirdiği bir tavırla sınanıldığında, kaçınılmadan ve ertelemeden imandan yana net tavır almaktır. “Firavun'un sarayında imanını gizleyen mü’min” kıssası, bizlere temel olarak “imanı gizlemenin” fıkhını anlatmaktadır. İman nereye kadar gizlenebilir, böyle bir tutumun meşruiyeti nereye kadardır? Bu kıssa bize temelde bunun cevabını vermektedir. Kıssanın mesajı ve sosyal ve siyasal işleyişle ilgili Müslümanlar için taşıdığı anlam bu noktada yoğunlaşmaktadır ve bu kıssa temel olarak, bir Müslümanın imanının gereğiyle sınandığında, nerede ve hangi konumda bulunursa bulunsun imanın gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğunun mesajını taşımaktadır.
Sonuç
Rabbimizin Kur’an’da beyan buyurduğu Peygamber kıssaları ve yanı sıra öncü mü’minlerin mücâdelelerine dair beyanları, zamana, mekâna ve konuma göre kullandıkları araçlar ve öncelikleri farklılık gösterebilse de, tüm Peygamberler ve onların izini takip eden öncü mü’minlerin mücâdele ekseninin, hiçbir zaman ve mekânda farklılık göstermediğini ortaya koymaktadır. Bu da, hak bâtıl ayrışmasına ve uzlaşmazlığına dayalı, bâtılla yan yana olmayı asla kabul etmeyip onu inkılaba uğratmayı esas alan ve bunun neticesinde hakkı hâkim kılmayı gaye edinen tevhidi duruş eksenidir.
Muhatap olunan cahili toplumsal / siyasal algı ve işleyişle ilişkilerin biçimi ne olursa olsun, ister dâvet aşamasında olunsun, ister fiili ayrışma ve çatışma aşamasında olunsun, her halükârda cahiliyeden ilkesel hicret öncelikli tutum olmuştur. İnsanlığa bildirilen son Rabbani mesajın elçisi ve Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed (a.s.)’ın mücâdele sürecinin de bu temel eksende şekillendiği bilinmektedir.
1 “Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidayeti, hak ile bâtılı ayırt edip açıklayan Kur'an'ın indirildiği aydır…” (Bakara, 2/185); “Doğru yolu bulasınız diye Musa'ya Kitab'ı ve hak ile batılı ayıran hükümleri verdik.” (Bakara, 2/53)
2 “Andolsun her ümmet içinde, Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının, diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimini Allah hidayete erdirdi kimine de dalalet hak oldu. Şöyle yeryüzünde bir dolaşın da yalanlayanların sonlarının nasıl olduğuna bakın.” (Nahl, 16/36); "Dinde zorlama yoktur. Hak yol, batıl yoldan apaçık ayrılmıştır. Kim tağutu reddedip, Allah'a iman ederse, muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (Bakara, 2/256)
3 “Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzel bir ayrılışla ayrıl.” (Müzzemmil, 73/10)
4 “Hayır, biz hakkı bâtılın üstüne atarız da o onun beynini parçalar, derhal (baâtılın) canı çıkar. Allah'a yakıştırdığınız niteliklerden ötürü de vay size!” (Enbiyâ, 21/18); “De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur.” (İsrâ, 17/81); “De ki: Hak geldi, artık bâtıl ne bir şey ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.” (Sebe’, 34/49)