Şükrü HÜSEYİNOĞLU

16 Haziran 2013

PEYGAMBERLERE İMAN, ALLAH'IN HAYATA MÜDAHİL OLUŞUNA İMANDIR

Öncelikle imanın, kesin bilgiye dayanarak tasdik etmek, şek ve şüphe olmaksızın bağlanmak, tam olarak yönelmek, mutlak olarak taraf olmak, tasdik edilenin gereğini yapmak demek olduğunu hatırlatalım. İman salt teoride tasdik etmek değil, pratikte de tasdik etmek demektir. Pratikte tasdik, imanın gereğini yapmaktır.

Tüm iman konularını olduğu gibi Peygamberlere iman konusunu da bu çerçevede algılamak ve değerlendirmek gerekir. Yani Peygamberlere iman, pratik sonuçları olan bir tercihtir. Peygamberlerin peygamberliklerini kabul etmenin ötesinde, onların izini takip etmek, onları “en güzel örnek” bilmek, onların yolunu yol edinmektir.

Hiçbir pratik zorunluluk doğurmayan, hayatta karşılığı olmayan bir iman iddiası, ancak iddia olmakla kalır. İmanın isbatı onun gereğini yapmak, akde riayet etmektir. Kısacası iş “Peygamberlere iman ediyorum” demekle bitmemekte, başlamaktadır. Asıl olan, iman iddiasının gereğini yapmak, Peygamberleri pratikte örnek ve önder edinmektir.  Nisa Suresi 136. ayetteki “Ey iman edenler! Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba iman edin…” emr-i İlahisi de, iman iddiasıyla iman arasındaki farkı ortaya koymaktadır.

Peygamberler en güzel örnektir

Rabbimiz, Kur’an kıssalarının tamamında olduğu gibi, hassaten Ahzab Suresi 21. ayette ve Mümtehine Suresi 4. ayette Peygamberleri bizler için en güzel örnek olarak takdim etmektedir. Evet, Peygamberler (s) bizler için örnek şahsiyetler, model insanlardır. Bu örneklik, bizler açısından bağlayıcı bir niteliğe sahiptir. Peygamberlerin izini takip etmek, iman eden insanlar için tercih meselesi değil zorunluluktur.

Peygamberlerin iman edenler için bağlayıcı örnekliği konusunda tarih boyu iki temel sapma yaşandığı bilinmektedir. Birincisi; Peygamberleri, Rabbimizin onları techiz ettiği itaat mercii oluşları, örneklik ve önderlikleri, şahitlik vasıfları ve öğretmenlik-eğitmenlik özellikleri gibi vasıflarından soyutlayıp, onları, misyonları sadece vahyi insanlara iletmekle sınırlı olan, ölümleriyle misyonları da sona eren bir iletken, meşhur tabirle postacı gibi değerlendiren indirgemeci yaklaşımlar, diğeri ise; Rabbimizin Peygamberlerle ilgili olarak Kitab-ı Keriminde sıkça vurguladığı onların beşer oluşları, insanlar arasından seçilmiş oldukları gerçeğini arka plana atarak, Peygamberleri aşırı övgülerle insanüstü konumlara nisbet eden yüceltmeci yaklaşımlardır.

“De ki: 'Size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam.' De ki: 'Kör olanla, gören bir olur mu? Yine de düşünmeyecek misiniz?” (En’am, 6/50) ve benzeri birçok ayetteki Rabbani vurgulara ve Hz. Peygamber’in dile getirdiği rivayet olunan "Hakkımda, Hıristiyanların Meryemoğlu İsa'ya yaptıkları gibi aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben bir kulum. Benim için 'Allah'ın kulu ve elçisi' deyin." (Buhari, Enbiya 44) gibi ikazlarına rağmen, tarihsel süreçte Hz. Peygamber’le ilgili olarak da çeşitli insanüstü vasıf ve konumlar vehmedilmiş ve ifade edile gelmiştir.

Hakikat-i Muhammediye gibi, kaynağını muharref İncil’de Pavlus’un dilinden Hz. İsa için ifade olunan “kainatın onun için var edildiği” iddiasının Hz. Peygamber için uyarlanmış biçimi yaklaşımların yanında, yaygın bir örnek olarak, Hz. Peygamber için halihazırda “Alemlerin efendisi” gibi, ancak Yüce Allah için kullanılabilecek, ifadelerin kullanılıyor olması da bu ikinci sapmanın yansımalarıdır.

Her iki yaklaşım da neticede Peygamberlerin (s) bizler için örnek ve önder olmak vasfını zayıflatmakta, onları ya tarihte yaşayıp misyonunu bitirmiş tarihsel figürler ya da tabir yerindeyse masal kahramanları olarak konumlandırmaktadır. Yıllardır bu konuda yapılan onca çalışmaya ve bilinçlendirme çabasına rağmen halen her iki sapmanın da yaygın olarak yaşatılıyor olması üzüntü verici bir durumdur. Bu da bizlerin doğru peygamber anlayışını daha sıklıkla ve gür sesle gündeme getirmemiz gereğini ortaya koymaktadır.

Peygamberlerin temel mesajı: Tağutu ret ve yalnız Allah’a kulluk

Nahl Suresi 36. Ayette ifade buyurulduğu üzere, Peygamberlerin ortak mesaj ve mücadelesinin tağutların reddi ve yalnız Allah’a kulluğun tesisi olduğunu görmekteyiz. Kur’an’da dile getirilen Peygamber kıssalarında da zaten bu gerçeğin somut yansımalarına tanıklık etmekteyiz. Peygamberlerin, şirk, küfür, nifak ve münker karşısında hiçbir zaman pasif, savunmacı ve defansif kalmadığını, şirk ve münkerle barışık olmayı asla kabul etmediğini görmekteyiz. Aksine konumları ve hareket stratejileri ne olursa olsun, her durumda şirkin ve münkerin üstüne gittiklerini, mesaj ve mücadelelerini şirkin ve münkerin hükümran olduğu merkezi otoritelerin beynine yönlendirdiklerini, salt çevreye yönelik davetle sınırlı kalmak gibi bir etkisizlik ve işlevsizliğe asla yönelmediklerini görmekteyiz. İşte Peygamberlere iman etmek demek, onların bu sünnetini bugüne taşımak, şirk ve münkerin ortadan kaldırılmasına yönelik merkezi ve ofansif bir mücadeleyi omuzlamaya yönelmek demektir.

Peygamberlere iman, Allah’ın hayata müdahil olduğuna iman etmektir

Meselenin bir diğer boyutu da şudur ki, Peygamberlere iman etmek demek, Yüce Allah’ın hayata müdahil olduğuna iman etmek ve bu müdahaleye kendimizi açtığımızı, gönüllü olarak Allah’a itaat dairesinin içine girmeyi kabullendiğimizi deklare etmektir. Peygamberlerin varlığı, Yüce Allah’ın fertlerin ve toplumların hayatına doğrudan müdahil oluşunu temsil etmekte, fert ve toplumların yeryüzündeki ilişki ve işleyişlerini kendi haline bırakmayı kabullenmediğini göstermektedir. Dolayısıyla Peygamberlere ve dolayısıyla Kitaplara iman, sekülerizm ve laiklik gibi yeryüzünü Allah’sızlaştırmaya yönelik anlayışların kökünden reddi anlamına gelmektedir. Peygamberlere gereğince iman eden bir kimse, Allah’ın yeryüzüne ve yeryüzündeki her şeye müdahil olduğunu tasdik etmekte ve Allah’sız bir yeryüzü iddiasını kesin olarak reddetmiş olmaktadır.