Şükrü HÜSEYİNOĞLU
PROVOKASYONLAR, TEKTİPÇİ ULUS KİMLİK KURGUSUNDA DÜĞÜMLENİYOR
İnsanların yapıp etmelerini, amel ve eylemlerini belirleyen, sahip oldukları inançlardır. Bir başka deyişle, insanları bir pratiğe sevk eden, sahip oldukları teorik altyapıdır. Kişiyi iyiliğe de, kötülüğe de sahip olduğu teorik altyapı sevk eder. Kısacası pratiği doğuran teoridir, sahip olunan inançlardır. Her ne kadar, “İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar” şeklinde bir söz varsa da, bir insanın “inandığı gibi yaşamaması” ne kadar mümkündür, tartışmaya açık bir konudur. Böyle bir durumda, sahip olunan ya da olunduğu iddia edilen inancın sıhhatini sorgulamak gerekir galiba.
Son iki yıl içerisinde Türkiye’de Hıristiyan inancına mensup bazı kimselere yönelik birbirini çağrıştıran cinayetler işlendi biliyorsunuz. Rahip Andrea Santoro, Hrant Dink ve son olarak da Malatya’da misyonerlik çalışmaları yaptığı belirtilen üç kişi cinayete uğradı. Cinayetlerin ardından, hepsinde de ortak nokta olarak, tahrik edilen ulusçu bir teorik altyapının mevcudiyeti kendini gösterdi.
Özellikle son yıllarda, “ulusalcı” olarak nitelenen çevreler tarafından sürekli bir şekilde “misyonerler her yerde cirit atıyor”, “vatan elden gidiyor”, “şu kadar kilise ev açıldı”, “bu kadar kişi Hıristiyan yapıldı” gibi son derece tahrikkar yayınlar yapılmakta. Bu şekilde yayın yapan “ulusalcı” çevrelerin en fazla öne çıkanı ise, İslami değerlere bin bir türlü iftiralarla saldıran Turan Dursun’un kitaplarını yayınlayıp, o dönem “ya tutarsa” mantığıyla vizyona sokulan “dinsizleştirme” operasyonunda rol oynayan Doğu Perinçek grubu. Halen laikçiliğin militan misyonerliği işlevini yürütmekte olan bu grup, bir taraftan Türkiye’nin İslamlaşmasına karşı zinde güçleri tahrik eden yayınlar yaparken, diğer taraftan Hıristiyan misyonerler üzerinden toplumu tahrik edip “vatan elden gidiyor” söylemini topluma kabullendirme ve böylece kendisine ideolojik bir alan açma gayreti güdüyor.
Söz konusu “ulusalcı” çevreler, misyonerlik üzerinden öylesine senaryolar üretip toplumu tahrik edici öyle yayınlar yapıyorlar ki, sanırsınız beyler Türkiye’nin İslamsızlaştırılması yönünde bir tehlike görüyor ve bundan rahatsız olup bu durum karşısında vaveyla koparıyorlar!
Oysa daha dün “laiklik elden gidiyor” naralarıyla 28 Şubat’ın aktörlerini (başka bir deyişle piyonlarını) tahrik eden ve o meşum süreçte İmam Hatip Liselerinin kapatılmasında, Kur’an Kurslarının kapatılıp, oniki yaş altı çocuklara Kur’an öğretilmesinin yasaklanmasında, velhasıl toplumu İslamsızlaştırma operasyonunda öncü rol oynayanlar da aynı çevreler değil miydi?
Demek ki ortada üzüm yemeyi değil, bağcı dövmeyi amaçlayan bir organizasyon söz konusu. Peki bu organizasyonun bağcı dövmekten vazgeçmemesi, bütün mesailerini bu yönde tahrik ve provokasyanlara harcamasının menşeinde ne var? Bu yıkıcı “pratik”, hangi “teori”nin sonucudur?
İşte bu sorunun cevabı, söz konusu çevrelerin sahip olduğu “ulusçu ideolojinin” ve onun dayandığı “ulus kimliğin” niteliklerinde saklı.
Fıtri bir kimlik olan kavmi kimlikten farklı olarak ve tamamen bir toplum mühendisliği ürünü olarak, yapay/üretilen bir kimlik olan ulus kimlik, seküler, tektipçi ve dolayısıyla dayatmacı bir kimliktir. Batı menşeli bir ideolojik kurgu olan ulus kimliğin bu nitelikleri, onun üzerine bina edilen ulusçu ideolojilerin, tektipçi, dayatmacı ve çatışmacı olmaları sonucunu doğurmuştur.
Ulus kimliğin tektipçilik özelliğinden dolayıdır ki, ulusçu ideolojiler inşa ettikleri ya da etmek için mücadele ettikleri ulus-devlet sınırları içinde başka kimliklere hayat hakkı tanımak istemezler. Herkes o ulus kimliği kabullenmeye zorlanır, ulus kimlik, sınırlar dahilindeki tüm insanlara zorla dayatılır.
Mesela, cumhuriyet ideolojisinin ulus kimlik oluşturma sürecinde, ilk Başbakan (Başvekil) İsmet İnönü 1925 yılındaki bir konuşmasında şu ifadeleri kullanıyordu: “Vazifemiz bu vatan içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”
Osmanlı’da asırlarca rahat bir hayat süren Rum, Ermeni, İbrani azınlıkların, İttihatçıların iktidara gelmesiyle kitlesel olarak hedef alınması, ardından da Cumhuriyet döneminde göçe zorlanma, çalışma kamplarına gönderilme, varlık vergisi gibi uygulamalara muhatap kılınmasının kaynağında hep, ulus kimliğin seküler temelli homojen bir ulus oluşturma projeleri kapsamındaki tektipçi ve dayatmacı niteliği bulunmaktadır. Bu sebepledir ki, azınlıklar çeşitli baskılara ve asimilasyon politikalarına maruz kalmıştır.
Hatta Türk ulusçuluğunun ideologlarından Tekin Alp takma adlı Yahudi asıllı Moiz Kohen de önce İttihat Terakki’nin, ardından da cumhuriyet ideolojisinin bu asimilasyon politikalarına destek vermiştir. “Azınlıklar Türk ulusunun bir parçası olmak zorundadır. Milli bütünlük sadece azınlıkların Türkleştirilmesiyle elde edilebilir” tezini ortaya atan Kohen, azınlıklara hitaben bir on emir yayınlamıştır: “Özel isimleri Türkleştir”, “Türkçe konuş”, “Okulları Türkleştir”, “Türklerin arasına karış”…
İşte bugün “misyonerlik tehlikesi” üzerinden tahrik ve provokasyonlara başvuran ulusalcı çevreleri buna sevk eden sebeplerden biri bu meseleyi, toplumu galeyana getirip, bulanık suda balık avlamak için kullanışlı bir paravan olarak görmekse, bir diğeri de sahip oldukları ideolojinin bu tektipçi niteliğidir. Ki zaten aynı tektipçilik sebebiyle Müslümanları ve Türkiye’nin İslamlaşmasını da tehlike olarak görmektedirler aynı çevreler.
Neticede, sivrisinek-bataklık misalinden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki, bugün söz konusu cinayetleri işleyenleri ortaya çıkarmakla filan bu meselede mesafe kat edilemeyeceği ortadadır. Şayet gerçekten farklı etnik ve dini kimliklerin bir arada barış içerisinde yaşayacağı bir ortam arzulanıyorsa, bataklığın kurutulması gerekiyor. Öyle görünüyor ki, “bürokratik elitler tarafından kurgulanan homojen bir toplum” hedefi peşinde koşan tektipçi, dayatmacı ulus-kimliğe dayalı ulusçu ideolojiler bertaraf edilmeden, barış ve huzuru mumla aramaya devam edeceğiz.