Ramazan Yazçiçek`le `dinsel çoğulculuk` üzerine
Nida Dergisinden Fatih Bütün, Ramazan Yazçiçek ile Ekin Yayınlarından çıkan “Anonim Din Arayışı ve Dinsel Çoğulculuk” kitabı hakkında bir söyleşi gerçekleştirdi.
‘Anonim Din Arayışı ve Dinsel Çoğulculuk’ adlı son kitabınız yoğun bir çalışma ve derin bir tefekkürün ürünü. Çalışmanızdan dolayı tebrik ederim. İlk olarak şunu sormak istiyorum: ‘Dinsel Çoğulculuk’ kitabı hangi boşluk, eksiklik veya kaygıya binaen oluştu?
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla
Değerlendirmenize konu olan kitabı yazmayı nasip ettiği için öncelikle Allah’a hamd ediyorum. Takdirleriniz için de teşekkür ediyorum.
Biliyorsunuz, ‘Anonim Din Arayışı ve Dinsel Çoğulculuk’ kitabımdan önce ‘Millî Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı’ isimli kitabım yayınlanmıştı. O kitabın ana teması, içinde yaşadığımız toplumun Kur’an dışı din anlayışına dairdi. Bu kitapta ise konu, yerel olandan daha bir küresel olana dönük boyutuyla ele alınmıştır. Her ikisinde de konu, tarihsel serüvenden hareketle ve fakat günümüze dönük yüzüyle incelenmiştir.
Malumunuz, Kur’an’da insanlar dine davet edilmektedir. Kur’an’da farklı dinlerden bahsin yapılmasının ardından davetin yapıldığı din,Allah’ın Dini’dir. Bunun dışındaki dinlerin ise kimseden asla kabul edilmeyeceği bildirilmektedir. Bu noktadan hareketle, kendisine davet olunan dinin; yani Allah’ın dininin ne/hangisi olduğunun bilinme zarureti vardır. Aslında İslam olmak, iki taraflı bir kabulü içermektedir. Bu, reddedilenler ve reddedilenlere mukabil kabul edilen (İllellah)dir. İşte bu zeminde, ister içinde yaşadığımız toplumun din algısı cihetiyle isterse akademik çevrelerde tartışılan yönleriyle olsun dinsel çoğulculuk konusunun da vahiy gerçeği karşısında değerlendirilmesi zarureti vardı. ‘Vahiy gerçeği karşısında’ diyorum zira konu, bildiğim kadarıyla müstakil olarak bu yönüyle ele alınmamış. Konu, sürekli farklı felsefi değerlendirmelere mevzu olmuştur. ‘Anonim Din Arayışı ve Dinsel Çoğulculuk’ kitabı ise dinsel çoğulculuğun Kur’an vahyi açısından ne anlam ifade ettiği sorusuna cevap arama kaygısıyla oluştu.
‘Dinsel Çoğulculuk’, ‘İlahi Adalet’, ‘Gelenek ve modernite’ gibi başlıkları detaylı bir şekilde inceliyorsunuz. Kitabın ‘akademia’ya güçlü tezler ve bu tezlere cevaplar vereceği kanaatindeyim. Aynı zamanda eseriniz sorumluluk sahibi ve düşün adamı her Müslüman için de önemli bir konu bence. Bu anlamda kanaatlerinizi öğrenmek istiyoruz.
Doğru, çalışma, ağırlıklı olarak akademiaya dönük yüzüyle ön plana çıkıyor. Konunun yoğun bir şekilde akademik çevrelerde tartışıldığı da bilinmektedir. Bu sebeple kitapta, problemi, çevrelediği olaylar bütünlüğünde; özellikle akademik bilgi zemininden hareketle ve fakat günümüz gerçekliğinden koparmadan değerlendirmeye çalıştım. Çoğulculuk değerler dizisini, kendi modern terminolojisi bağlamında tanımaya/tanımlamaya gayret ettim. Buna mukabil, çözüm olarak gördüğüm ed-Din tespitiyle İslâmî duruşu ise mümkün mertebe Kur’an ıstılahına sadık kalarak vermeye çalıştım. Temel argümanlar ve tespitlerde bulunmaya götüren analizler, bu bütünlük içerisinde oluştu.
Dinsel Çoğulculuk, düşünce dünyamıza uzanan birçok etkisiyle -özellikle bugün- son derece önemli bir mevzu. Bu açıdan konunun her Müslüman’ı ilgilendirdiği kanaatindeyim. Bunu, her zeminde “dinsel çoğulculuk” ifadesinde bulamayabiliriz. Önemli olan bu ifadeyle neyin kastedildiği dolayısıyla düşünce dünyamızda ve ameli zeminde ne tür sonuçlar doğurduğu gerçeğidir. O zaman yaşam tarzına/dine dair birçok mevzu ile yakından alakalı olduğu görülecektir. Bu gerçeği sürekli zihnimde canlı tutma gayretiyle araştırmanın hemen her aşamasında konuyu eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutarken kendi kanaat pozisyonumu belirlemeyi de gerekli gördüm. Problem olan noktaları tespitin ardından, ‘mutlak tek doğru din İslâm’dır’ inancımla, çözümün de ancak Kur’an’da olduğu gerçeğini izaha çalıştım.
Aslında salt akademik bir mevzu gibi görülen birçok konu dinin ilgisi dışında değildir. Biz Müslümanlar açısında din, hayatın tümünü kapsayan yaşam tarzı olduğu malumunuz. Dolayısıyla konu, sorumluluk sahibi ve düşün adamı her bir Müslüman için de son derece önemlidir. Bu sebeple olaylara, konulara Kur’an perspektifinden bakarak çağa tanıklık etme, içinde bulunulan an’ı doğru fıkh etme, okuma, tefekkür etme zorunluluğumuz vardır. Bu açıdan da baktığımızda ilgili konular, İslam düşüncesinin karşımızdaki dönemlerde de yüz yüze geleceği cahiliyenin girift ve ayartıcı yüzünü temsil edecek gibi gözüküyor. Haliyle sorumluluk sahibi her Müslüman’ı ilgilendiriyor.
Geneli dikkate alarak bazı başlıkları irdelemek istiyoruz. İlk olarak şunu sormak istiyorum: ‘Dinsel Çoğulculuk’ dendiğinde ne kastedilmektedir? Ne anlamalıyız?
‘Dinsel çoğulculuk’ diye formüle edilen paradigmanın kendini tanımı; büyük dünya dinlerinin her birinin bir diğerinden bağımsız olarak hakikî kurtuluş vasıtaları olduğudur. Bu yönüyle paradigma, her bir dinsel geleneğin, kendi taraftarlarını kurtuluşa ulaştırma yolunda diğerleriyle eşit derecede geçerliliği öngörür. Yine dinsel çoğulculuğa göre her bir inanç, kendi hakikatinde birbirinden bağımsız olarak aslında nihaî gerçekliğin farklı farklı algılanışlarıdır. Dinlerin, aynı mutlak ve aşkın gerçekliğe farklı insanî cevaplar olduğu ve yine dini çeşitliliğin temelindeki birliğin, farklı kültürel ve dini gelenekler tarafından farklı şekillerde düşünülen ve algılanan aşkın bir gerçekliğe işaret ettiği söylenmektedir.
Dinsel Çoğulculuk, aslında kökleri geçmişe dayanan ancak yakın dönemde yeniden beliren modern bir paradigmadır. Dinsel çoğulculuk (dinî Plüralizm), dinler tarihinin, geleneklerin ve bunların her birindeki farklılıkların çeşitliliğini gösterdiğine; felsefî olarak ise geleneklerin farklı ve birbirleriyle rekabet eden iddialarıyla birlikte, bunlar arasındaki ilişkiyle ilgili belirli bir teoriye işaret eder.
‘Dinsel Çoğulculuğun’ öne çıkan söylemlerinden biri, belki de en önemlisi ‘mutlak olanı’ izafîleştirmek. Doğru ve hakikati göreceli kılmak… ‘Dinsel Çoğulculuğun’ bu manadaki hedefi üzerinde kısaca durabilir miyiz?
Tespitiniz son derece doğrudur. Önce şu noktayı izahta fayda görüyorum: Modern döneme ait birçok kavram gibi ‘plüralizm‘ (dinsel çoğulculuk) de, Batı’nın kendi problemlerine yönelik tarihsel serüveni içerisinde ortaya çıkmış bir çözüm şeklidir.
İslâm, her bir inanç müntesibinin inancına kaynaklık eden esasların içinde Tanrı’dan gelme birtakım unsurların da olabileceğini reddetmez kuşkusuz. Ancak ilgili inancın bütününde bulunabilecek birtakım doğrular, o inanca meşrûiyet de kazandırmaz. Nitekim Yahudilik ve Hıristiyanlık dahi esas itibariyle Tanrı kaynaklı olmalarına rağmen tahrif edilmişlerdir; gelinen noktada, beşerî ve tarihsel özellikler taşıyan birer dinsel metine sahiptirler. İster felsefî platformda dinsel çoğulculuk, ister teolojik bağlamda dinlerarası diyalog denilsin; son tahlilde bununla, üretilmiş değerler mutlaklaştırılırken her bir hakikat telâkkisi ise değersizleştirilmektedir. Bu duruşa mukabil Kur’an, hakk ile bâtılın karıştırılmamasını ister. Mutlak doğru olan vahyin, beşerî mülahaza ve dinsel metinlere kıyas edilmesi İslam inancı açısından yanlış bir tutumdur.
Süreçte, kilise imanı etrafında oluşan sorunlara pozitivist bir yaklaşımla çözümler üretilmiştir. İslâm dini de aynı sorunlara sahip olduğu varsayılarak uyarlanmaya kalkışılmıştır. Bu, en iyimser ifadeyle işgüzarlıktır. Zira İslâm’ın ne bilgisel içeriği/ kaynakları ve ne de tarihsel şartları buna müsaittir. Örneğin II. Vatikan Konsil Kararları’yla ortaya konulanları çoğulculuk zemininde değerlendirmek ve Müslümanların da bu doğrultuda bir cevap vermelerini zorunlu görmek, ilmî ve İslamî gerekçeden yoksun bir taleptir. Hülasa İslam vahyi, beşerî mülahaza ve metinler nev’î izafîleştirilip göreceliliğe tabi tutulamaz. Dinsel çoğulculuğun talebi ise bu yönde olup ‘mutlak olanı’ izafîleştirmek istemektedir.
Mutlak hakikat anlayışı dinsel şiddet ve nefreti körükler mi? Hangi şartlarda?
Dinler arası diyalogcuların iddiaları, diyaloğun, dinlerin birbirleriyle ilişkilerinde yegâne yol olması gerektiği yönündedir. Dinler için en önemli ihtiyacın aralarındaki düşmanlıkları ortadan kaldırarak birbirleriyle ilişkilerini iyileştirmeleri olduğudur. Bunun için de dinlerin mutlak hakikat iddialarından vazgeçmesi gerektiği zira bunun dinsel şiddet ve nefreti körüklemekte olduğu iddia edilmektedir. Yine mutlak hakikat inancının istismar edilmekte olduğu, herkesin vicdan özgürlüğüne ve dilediği inancı seçme hakkına engel olduğu söylenmektedir.
Burada, ‘mutlak hakikat inancı dinsel şiddet ve nefreti doğuruyor’ deniliyorsa şayet öncelikle bu işin varisleri ve şimdilerde müsebbibi olanlar geçmişlerinden tevbe (!) etmeli ve tekrar bu fiilleri işlememelidirler. Oysa bunlar ne geçmişlerini sorguluyorlar ve ne de katliamlardan vaz geçiyorlar. Bilakis bu cürümleriyle de Müslümanların mutlak hakikat iddiasından vaz geçmelerini zira bunun şiddet ve nefreti doğurduğunu söylüyorlar. Bu yönüyle de Batı, hem şiddet ve nefretin müsebbibi ve hem de mütereddididir bugün.
Gerçekte mutlak hakikat vardır ve bizce bu, ancak İslam’dır. İslam vahyi ise şiddet ve nefretten ötedir. İslam vahyi, dinsel şiddet ve nefreti değil tam anlamıyla sulh, adalet, maruf ve sevgiyi öngörür. Bunların tesisi için fıtratların önündeki ifsad edici, tahrif edici her bir tuğyan ve istikbarın bertaraf edilmesini emr eder. Neslin ve ekinin ihyası için ifsadın ortadan kaldırılmasını; marufun, adalet ve tevhidin tesisini öngörür.
Hıristiyan teolojisinin bilgisel zemininde dinsel şiddetin gerekliliği mevcuttur. Bunu, hoşgörü kavramının ortaya çıkma serüveninde; hem dinsel şiddetin sevgi söylemine galebe çaldığı Hıristiyan tarihinde hem de farklı kanaatleri heretik/sapık ilan ederek mahkûm etme konularında rahatlıkla görebiliriz. İncil’de buna kaynaklık eden çokça ifade vardır. İncil’de verilen misallerde bir peygambere asla yakışmayacak davranışlar mevcuttur. Bu ifadeler gerçekten İsa (as)’da bulunan şeyler değildir. O’nu tenzih ederiz. Hz. İsa’nın çarmıh hadisesini kendi iradesiyle istemesi ve acıya insanlar için katlanması da tam anlamıyla dinsel şiddetin epistemik zeminini oluşturmaktadır. Nitekim bugün Hıristiyanlık, bir nevî vaftiz, haç ve çarmıhtaki kan, gözyaşı ve acı üzerine kurulmuş bir din haline getirilmiştir. Hıristiyanlıkta kendi içinden olana dahi tahammül etmeyip dinsel şiddet uygulandığı tarihen bilinen bir durumdur.
Dinsel şiddet Hıristiyanlığın sevgi söylemiyle tam bir çelişki içindedir. Ve nitekim tarihte de Hıristiyan resmi öğretilerini benimsemediklerinden ötürü heretik ilan edilen gruplara karşı adeta bir sürek avına çıkılmış; sapkın olarak görülenler sürekli mahkûm edilmiş, yaşamlarına son verilmiş ve bunlar için, “tanrılara kurban sunulmasına karar veriyoruz” diyen otoritenin şiddeti dinselleştiren yüzü gösterilmiştir. Ayrıca tarih, Haçlı Seferleri’ne tanıklık etmiştir. Hıristiyanlık tarihi, Orta Çağ’dan günümüze dek şiddetin tarihidir adeta. Ogün kutsal savaşa katılanlar kilise tarafından takdis edilirken bugün de papazlar tarafından kutsanan savaş makineleri, bombardıman uçakları yine kutsanıp masum Irak’lı, Filistin’li, Lübnan’lı çocukların, sivillerin üzerine bomba yağdırmak üzere gönderilmektedir.
Yahudi Siyonist şiddeti de çağa tanıklığımızın en acı sahnelerini içermektedir. Taşlarla silahların çatıştığı; Tora’yı ‘tanrı’nın imzaladığı bir mülkiyet senedi imişçesine ellerinde sallayan entegrist hahamların uyguladıkları şiddetin meşruiyeti, ideolojik bahaneleri, Yahudiliğin dinsel metinlerinde görülmektedir.
Yahudilik ve Hıristiyanlığın entegrist ve şiddete dayalı dinsel kabulleri, bugün bütün şiddetiyle icra edilmektedir. Buna mukabil, öteki yerel her bir dinî söylemden ve hususiyle Müslümanlardan ise çoğulcu bir yaklaşım sergilemeleri istenmektedir. Müslümanlardan, siyasaldan arınmış bir duruş talep etmeleri ve kendilerine dönük her bir zeminde tolere edici bir tutum belirlemeleri talep edilmektedir. Bununla, ‘dinsel şiddet ve nefreti İslam inancının doğurduğu ve mutlak hakikat inancından vaz geçilmesi gerektiği adeta dayatılmaktadır.
‘Dinsel Çoğulculuğun’ Müslüman zihin yapısı ve İslâm Dünyasındaki etkileri nelerdir?
Müslüman zihin yapısı İslam dışı düşüncelerden her dönemde farklı oranlarda etkilenmiştir. Bu normaldir de. Burada şunu önemle vurgulamak gerekir ki, İslam dışı düşüncelerin; yaşam tarzlarının yani cahiliyyenin bu derece yaygınlık kazanması, bir din olarak İslâm’a hiç bir zarar verememiştir. Onun zararı kendilerinin Müslüman olduğunu söyleyen insanlar üzerindedir. İslam dünyasına gelince zaten biz dinsel çoğulculuk için yeni bir düşünce olmaktan ziyade eski kastın yeniden dillendirilmesidir diyoruz. Bu paradigmanın diğer kültürlerde karşılığı olduğu gibi Müslümanların kültür zemininde; mistik ve sofestai alanda karşılığı vardır. Dikkat edilirse İslam kültür zemininde demiyorum! Müslümanların kültür zemininde vardır diyorum. Etkilenme Kur’an’dan uzaklaşmayla doğru orantılı olarak hep olmuştur. Bunun, dün olduğu gibi yarın da olması muhtemeldir.
Kitabınızda ‘Dinsel Çoğulculuğun’ bir dönüştürme projesi olduğunu vurguluyorsunuz. Kökü ve hedefleri dışarıda bu proje için canhıraş uğraş veren ‘yerlileri’ sormadan önce şu soruya cevap arayacak olsak: Batının bu ve benzeri dönüştürme projeleri Müslümanların hangi zayıf noktalarından/ zaaflarından beslenmektedir?
Çoğulculuk yaklaşımını isminden öte kastıyla dikkatten uzak tutmamamız gerekir. Dönüştürme kastı ise tarih boyunca sürekli olmuştur. Bu, farklı şekillerde, farklı ifadelerle ve fakat hep aynı kasta; tevhid akidesini sulandırma kastına dairdir. Bu, genellikle hakikati izafîleştirmek yani göreceli kılmak şeklinde olmuştur. Dinsel çoğulculuk da bunlardan biridir ve yakın dönemin belki en hin hesabını içinde barındırmaktadır. Dinler tarihine baktığımızda bunun farklı veçhelerini görebiliriz.
Tarihte, tasavvuf ya da batınî, irfanî yorum aracılığıyla hakikat değersizleştirilmiştir. Mistisizm ya da Batınîlik, inançlar arasındaki farklılığı mümkün hatta gerekli görür. Bu tarz inanış, doğru ve hakikatin neliğini naif bir kabule terk anlamındadır. Bu anlamdan olmak üzere normatif bir karakter taşıyan dinlere mukabil batınî ve mistik yolların, öz, asıl olması gerekeni temsil ettiği savunulur.
İslâm’a göre hak-batıl açısından ayıklanmamış her türlü miras, şirkle malûl atalar yoludur. Bu yollara yol vermek, batılın her türünün girmesi için zayıf noktalardır.
Bugün, ‘dünyanın yaşayan diğer dinlerine ve onların taraftarlarına yönelik daha açık ve olumlu bir tutum içinde olunmalı’ önerisini dillendirenleri de dikkate alarak bu durumu nasıl buluyorsunuz?
Bu, diyalogla alakalı bir durum. Dinsel çoğulcular diyaloğu çoğulcu bir anlayış için imkân olarak gördüklerini söylemektedirler. Oysa ki, ‘diyalog’ gibi gerçekte olumlu ve de gerekli bir olgunun ön plana çıkarılmasıyla varılmaya çalışılan veya gelinen plüralist paradigma, talebini, birbirinden tamamen farklı karaktere sahip kavramlar üzerinden karşılamaya çalışmaktadır. Biz, farklı inançlara ve düşüncelere tahammülsüzlüğü tasvip etmediğimiz gibi sakıncalı da buluyoruz. Ne var ki ‘diyalog’ olgusu, aktüel anlamıyla misyon(erliğin)un farklı bir formuna dönüşme eğilimindedir. Gelinen noktada diyalog ve çoğulculuk söylemlerinin farklı zemin ve sonuçlarının olduğu görülmektedir.
Diyaloğun, ‘din müntesipleri arasında mı yoksa dinler arasında mı’ olması gerektiğine dair sorun, kanaatimizce cevaba giderken önemli bir duraktır. Kanaatimiz, diyaloğun din müntesipleri arasında olması gerektiği yönündedir. Ayrıca diyaloğun, vahyin dışında üretilen; vahye rağmen olan kültürler üzerinde de pekâlâ olabileceği muhakkaktır. Asli kaygımız, bunun, vahy üzerinde bir sorgulamaya; bir nev’î dinler üzerinde pazarlığa dönüşmesine dönük olmasıdır. Aksi takdirde diyalogdan ne beklendiği sorularının kaçınılmaz olacağı ortadadır. Aktüel durum da beklentilerin kaygı verici olduğu bu nokta etrafında şekillenmektedir.
Bugün diyalog, küresel/global bir din tesisinde Hıristiyan misyon hedeflerine ulaşmak için bir yöntem olarak görülmekte; bunun imkanı da çoğulculuk zemininde oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Dışarıdaki büyük misyon ve amaçlara hizmet ettiği anlaşılan ‘Dinsel Çoğulculuk’ anlayışına canhıraş hizmet eden ‘yerlileri’ nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tutumları sizce neyle açıklanabilir?
Bizde Batı aklını dikkate alanlardan öte Batı aklının esiri olanlar var. Bunlar, her şeye seküler bir zeminde bakarlar ve dine de böyle bakmaktadırlar. Bir de Batının kendi problematiği çerçevesinde doğmuş sorunlarına yine kendi doğasına uygun çözümler üretmesini aynıyla İslam’a uyarlama çabası içinde olanlar var. Bunların bir kısmı İslam’a, bir inanç, iman kabul alanının dışında yine seküler bir bakışla yaklaşanlardır. Bir de iyi niyetli, samimi olup ancak fıkhedemeyenler var.
Çoğulcu, diyalogcu yaklaşımın, neticede, sosyal, siyasal, hukukî alana müdahale etmeyen bir din/İslam telâkkisine sahip oldukları malum. Bu inanış, müntesiplerinin sonraki birçok meseleye bakışlarına da renk vermiştir. Aslında bu söylemleriyle tam bir ironik durum yaşayan dinler arası diyalogcular, İslâm’ın siyasalına rıza göstermezken İslâm dışı siyasallara kapı aralamaktadırlar. Kuşkusuz bu durum tam da küresel hegemon iradenin, ilkelerden, siyasaldan soyutlanmış, sekülarize olmuş yerel olanı küresel olan lehine dönüştürmüş bir din talebine karşılık gelmektedir kanaatindeyim.
Bu proje sayesinde bir kavramla, bir hayat algısıyla yüzleşmek durumunda kalıyor Müslümanlar: ‘Sekülerleşme, laikleşme, protestanlaşma’… Bu kavramlar, ilk olarak zihinsel bir sürece işaret ediyor olsa gerek… Kısaca değinecek olsanız İslâm anlayışının ‘sekülerleşmesi veya Protestanlaşmasından felsefik ve pratik anlamda ne anlamalıyız? Efendim, Müslüman bu sürece dahlolduğnu nasıl anlayacaktır?
Biz, Allah’ın yaratıcı olduğu gibi hayata dair her alana müdahil olduğuna inanıyoruz. Oysa Sekülarizm, Allah’ı hesaba katmaz. Bununla, Allah’ın hesaba katılmadığı, O’nun müdahil olmadığı olamayacağı bir felsefe imanlaştırılmak istenmiştir. Bu yaklaşım, insanın tuğyanı, istikbarıdır. Şirktir ve bu şirk dininin en büyük ilahı kişinin kendisidir. Ve maalesef cahiliyenin bu yüzü, günümüzde insanlığı tehdit eden en açık bir sapkınlık olarak devam etmektedir.
Kur’an dışı hayat tarzı olarak bildiğimiz ‘cahiliye’, kendi kimliğini oluşturma kastına sahiptir. Bugün kurumsallaşmış anlamda cahiliye, kendi kimliğini yani Kur’an dışı kimlikleri dayatma çabasındadır. Bu kastıyla da cahiliye, Müslüman kimliğimizi mümkünse tümüyle yok etmeye; başaramadığı takdirde ise eklektik bir hale dönüştürerek muhtevasını bulandırmaya çalışmaktadır. Buna mukabil yapılması gereken, iman ve salih amel açısından Kur’anî bir duruş belirlemektir. Bu konudaki netlik ve tutarlılık sonraki duruşlara rengini verecek öneme sahiptir. Lailâhe illallah’ın doğru anlaşılması ancak bu mübarek kelimenin gereğine sadık kalmakla mümkündür. Bu kelime ile kastedilen, Allah’ın tevhid edilmesi ve her bir sahte ilâhın inkârı; farklı bir ifadeyle, dünyevîleşen ve dünyevîleştiren yani Allah’tan alıkoyan her bir güç odağının reddedilmesidir.
Müslüman, hayatının her anını İslâmîleştirmek zorundadır. Hayatımızın İslâmîleşmesini istemeyenler, hayatın topyekûn dünyevîleşmesine çaba sarfetmektedirler. Çağa tanıklık eden bizlerin Modernizm’e; tabiatıyla, sebebi ve/veya sonucu olan dünyevîleşmeye birey, aile ve toplum ölçeğinde direnme zorunluluğumuz vardır. Bunu sağlamanın öncelikli yolu, öncelikle tüketim toplumu ve popüler kültürün etki alanından çıkmak ve sürekliliğini muhafaza şartıyla içinde şüphenin olmadığı hakikatin ta kendisi olan Kur’an’dan beslenmektir.
Sekülarizm büyük bir hızla küreselleşmektedir. Küreselleşmenin ise Hıristiyanlaş(tır)ma olduğu artık ilgili paradigmaların mimarları tarafından da açıkça dillendirilmektedir. Bu açıdan bakıldığında dinsel çoğulculuk ile ortaya konulan talep, plüralizm-globalizm ekseninde daha bir doğru okunabilir gibi gözüküyor. Hıristiyanlığın merkez kaymasına uğramasıyla kilise odaklı problematik, çözümü, protestanlaşmada aramıştır. Bu süreçte sömürüye engel olan din, sekülarize edilmeye çalışılmış, seküler projelerin başarısız olmasıyla da sekülerleşmenin bir başka formu protestanlaştırma projesi gündeme alınmıştır.
İslâm’ın protestanlaştırılması çabası da yukarıdaki amaçlara matuf bir taleptir. Bununla, İslâm’ın siyasal taleplerinin önüne geçme imkânı aranmaktadır. İslâm’ın protestanlaştırılması, kamusal alandan; siyâsî, toplumsal, ekonomik, kültürel alandan uzaklaştırılması ve sadece Allah’la kul arasında olup biten bireysel bir inanç meselesine indirgenmesidir. İslâm, iktidar diline sahip olma özelliğiyle bu deformasyona tahammül edecek bir karakterde değildir. Ortaya konulan protestanlaştırma ile son tahlilde yapılmak istenen, profan/laik/dinsiz sonuca ulaşılamadığında değiştirme ve dönüştürme şeklinde eklektik bir kurgu hedeflenmektedir. İşte dinsel çoğulculuk bu talebi karşılayabilme içeriğine sahip görülmektedir. Farklı bir ifadeyle, bu talepleri karşılayacak içeriğe sahip teoloji denemesi bugün dinsel çoğulculuktur.
Karşımıza modernite çıkıyor. Moderniteyi görüyor, duyuyor veya biliyor gibi duruyoruz. Fakat post-modernite çokları için bakir bir kavram. Kısaca, nedir post-modernite? Nasıl ve hangi, hedeflerle çıkar karşımıza?
Toplumumuzda, modern-postmodern yaklaşımların büyük ölçüde iç içeliğinden ötürü, kavramsal analiz zorlaşmakta ve tezahürleri itibariyle de ayırt etme problemi yaşanmaktadır.
Modern bakışın yaptığı tahribatın sosyal zeminde zirvesini, tüketim toplumu olgusu oluşturmuştur. Bağımlılık haline gelen bundan sonrası, tüketim çılgınlığıdır. Modernleşme taleplerinin Determinizm zemininde olması, seküler (laik) bakışı iman talebiyle dayatması aynı felsefî ve siyasal taleplerle eşgüdümlülüğü ve aynı epistemik zemini kullanan postmodern dönüşümü de güvenilmez kılmıştır. Zira çözümü kendiliğinden bir paradigma olarak Postmodernizm, bireye ve dolayısıyla aileye verdiğinden fazlasını geri alma eğilimindedir.
Müslüman kültür zemininde içiçeliğin yaşandığı dinsel çoğulculuk gibi teoloji denemeleri bir yönüyle kadim kültüre dayanmasına rağmen tezahürleri itibariyle moderndir. Burada dikkat çekmek istediğim nokta, geleneğin modernizmle hesaplaşmasından öte hafsalayı daraltan bir içiçeliğin yaşanmış olmasıdır. Bu durumla adeta gelenek ile moderlik hatta postmodern yaklaşımların senfonisi yaşanmakta; paradoksal bir karmaşada birbirlerini dönüştürmeye zorlamaktadırlar.
Modern yaklaşıma yönelik oluşan infial, postmodern cevapla karşılanmaya çalışılmaktadır. Bu anlamıyla da Postmodernizm’in dine dönüşe imkân verdiği vehmi ancak üretilmiş değer olarak algıladığımız ‘tahrif olmuş dinler’ için bir anlam ifade edebilir. Bu bir lütuf ise eğer İslâm’la alakası yoktur. Zira İslâm, siyasal talepleri olan yaşam tarzı anlamında bir dindir ve felsefîk bir kabul talebinden öte sosyal hayata siyasal yön verme amaçlıdır. İslâm, çağı şekillendirmeye dönük yüzüyle de yaşamın tümüne hitap eder. Bu noktada tespitimiz şu ki, modern tezahür olarak seküler/laik kabuller İslâm’la taban tabana zıttır ve apayrı tabiata sahip birer şirk dinidirler.
Çoğulculuğun dilini Kur’an dilinden nasıl ayrıştırabiliriz?
Malumunuz, bir konuda yanlışlardan doğruya gidilmez. Böylesi bir yöntem takat üstüdür ve fıtrata da muhaliftir. Biz, Kur’an’ın dilini, mesajını doğru okuyacağız ardından Kur’an’ın gösterdiği yanlışlardan da uzaklaşacağız. Kendisinden zihnî ve amelî olarak uzaklaşacağımız yanlışlardan birinin adı bugün dinsel çoğulculuktur; bu, muhtemeldir ki yarın farklı şeyler olacaktır. Çoğulculuk, cahiliyenin binbir yüzünden bir yüzüdür sadece. Cahiliyeyi iyi tanımamız lazım ki ondan uzak olabilelim. Ancak neyin cahiliye olduğunu bilmenin yolu da yine vahyin doğru anlaşılmasından geçer.
Bu konu paralelinde cevap arayacak olursak Tevhidî diriliş bilinci, zihnî ve hareket olarak hangi zemini kullanmalıdır?
Geçmiş kavimlerin durumları/kıssaları Kur’an’ın da bildirdiği gibi bir mesel/hikâye olsun diye anlatılmamıştır. Bu bilgilerle insanlık tecrübeleri yeni kuşaklara aktarılmıştır. Bu anlamda Kur’an kıssalarının bir diğer amacı da davet yöntemi ve enstrumanı oluşlarıdır. Kıssalarda Kur’an’ın temel ilkeleri peygamberî bir yöntem; rabbanî bir üslup ile anlatılmaktadır. Buralarda evrensel şemsiye altında aslında insanlık dersleri verilir. Yine bu kıssalarla temel insanî, ahlâkî ilişkiler ve temel imanî tercihler; bu tercihlerin ilişkilerde oynadığı roller aktarılmaktadır. Bu açıdan Allah’ın değişmez yasası üzerinde düşünmek; tefekkür, tedebbür etmek ve dersler çıkarmak zorundayız. Bu dersler bize, bizden öncekilerin kötü sonuna maruz kalmamanın yol işaretlerini vermektedir. Kur’an mesajının hedefi her dönem ve toplumda doğru okunmalı ve yol üzerindeki şirk bariyerleri tevhidin yol işaretleriyle aşılmalıdır. Nitekim Allah’ın peygamberleri aracılığıyla yeryüzüne her yeni müdahalesi, oluşan ifsadın, tahrifin vahiy ekseninde düzeltmesine yöneliktir.
Kur’an’ın bütününden anlaşılan mesaj, evrenin de doğru anlaşılması çabasıyla dinin doğru anlaşılması yani sağlam bir inanç sistemi tesisine yöneliktir. Bu bütünlük arz eden bir anlayıştır. Nitekim doğru bir âlemler anlayışı dinin de doğru anlaşılmasının son derece önemli bir imkânıdır. Bu okuma bize münzel ve kevnî (kozmolojik) ayetlerde bir insicamın olduğunu göstermektedir. İşte insicam, ancak emanet olan; kulluğun icrası için imtihan sahnesi olan yeryüzünün tahrip edilmeden imarına yönelik bir inşa içinde olmayı gerektirir. Rabbanî inşa, çağı doğru okumak, problemlerle yüzleşmek; Kur’an’da çözüm keşfine çıkmaktan imtina etmemekle mümkündür. Tecdid bilincini tıkamadan; kör mukallid mantığa esir olmadan İslam’ı, çağın idrakine dönük yüzüyle okuma cesaretidir. Yine bu, tevhid bilincini yeniden ihyadır, İslâm’ı cahiliyyenin pisliklerinden temizleme anlamında ‘tecdid’ tir. Tecdid, ‘Sırat-ı Müstakim’i gösterir, O’na ulaşmayı hedefler. Sırat-ı Müstakim ise; Kur’an’dır. O, Allah (c.c.)’ın sapasağlam ipidir; İslâm’dır.
Burada değerlendirmediğimiz birçok konu da kitabınızda yer alıyor. Bu çalışmadan dolayı tekrar sizleri tebrik ediyor ve kitabın kritiğini bizlerle paylaştığınız için de ayriyeten teşekkür ediyorum.
Böyle bir paylaşımı nasip ettiği için ben de tekrarla Allah’a hamd ediyorum. Teveccüh edip soru yönelttiğiniz için sizlere de teşekkür ediyorum.
KAYNAK: “Anonim Din Arayışı ve Dinsel Çoğulculuk” Ramazan Yazçiçek ile Röportaj, Nida Dergisi, Röportaj: Fatih Bütün, Malatya, Nisan-Mayıs 2009, s: 135, s. 32-40.