Şükrü HÜSEYİNOĞLU
RASULULLAH (A.S.) YERLİ VE MİLLİ MİYDİ?
Biz Müslümanların; tarihsel, güncel, sosyal-siyasal herhangi bir konuyu değerlendirmemiz gerektiğinde, o konuyu Rabbimizin bizim için hidayet rehberi olarak bildirdiği Kitab-ı Kerimi Kur’an ve hidayet önderi olarak seçtiği Rasulullah’ın (a.s.) Kitab-ı Kerim’in ölçü ve hükümlerinin müşahassaslaştırılmış hali olan Sünneti/Nebevi örnekliği çerçevesinde ele almak zorunluluğumuz vardır. Dolayısıyla son dönemde iktidar çevrelerince gündeme yoğun olarak getirilen “yerlilik” ve “millilik” mefhumları ve bunların tekâbül ettiği güncel karşılıkları konusundaki kanaatimizi de hidayet rehberimizin ölçüleri ve hidayet önderimizin örnekliği belirleyecektir.
İşte, bugün iktidar ve onun adına medyada yerli yersiz konuşup yazan, köşe yazarlığını ve Tv yorumculuğunu içi boş hamaset ve slogan holiganizme indirgemiş olan bazı kraldan çok kralcılarca açıkça parmak sallanarak, tehditler savurularak bu ülkenin dâva sahibi Müslümanlarına dayatılmaya çalışılan “yerlilik ve millilik” konusunu, Rasulullah’ın (a.s.) Mekke’deki örnekliği özelinden kalkarak değerlendirmeye çalışacağız, inşallah.
Bu değerlendirmeye geçmeden önce, Türkiye’de yerlilik ve millilik konusunda Müslümanların geçtiği aşamalarda kısaca değinmekte fayda var. Lozan anlaşmasıyla temel paradigması ve dolayısıyla kıblesi belirlenen mevcut laik-kemalist düzenin, Osmanlı bakiyesi bir toplum ve toprak parçasında bu niteliğiyle yerleşik hale gelmesi kolay olmadı. Gâvurlaşmayı temel paradigma olarak belirleyen düzen, bu paradigmayı topluma dayatmak için çok büyük zulümler gerçekleştirdi, toplumun İslam’la olan bağ ve irtibatını ortadan kaldırmak için çeşitli politikalar uyguladı.
1950 yılında fiilen geçilen çok partili yönetim sistemine kadar, 40’lı yıllarda yayınlanmaya başlanan birkaç dergi dışında ancak yer altında var olabilen lokal İslami çabalardan söz etmek mümkün. Ancak o çalışmalarda, ulusal sınırları aşan evrensel İslami anlayış ve Ümmet şuuru yerine, sağ-muhafazakârlık olarak niteleyebileceğimiz bir dindarlık algısı öne çıkmaktaydı. 60’lı yılların ikinci yarısında İslam coğrafyasından tevhidi bilinç eksenli kitapların Türkçeye tercüme edilmeye başlanmasıyla, ulusal sınırları ve algıları aşan evrensel İslami anlayış ve şuurun teşekkül sürecine girildi. 70’li, 80’li ve 90’lı yıllar, bu evrensel İslami anlayış ve şuurun Türkiye’de ciddi derecede güç kazandığı ve topluma sirayet etme aşamasına geldiği dönemler oldu. Ne var ki, 28 Şubat süreci sonrası gelen Ak Parti döneminde, “cahili düzenden akidevi/ilkesel ayrışma” binci yerini yeniden düzenle entegrasyona bırakmaya ve 60’lardan sonraki tevhidi kazanımlar kaybedilmeye başlandı.
İşte kısaca özetlemeye çalıştığımız bu süreçler içinde, 60’ların ikinci yarısındaki İslami bilinçlenme sürecinden itibaren, ulusal sınırları aşan İslami şuura sahip olan Müslümanlar gerek düzen ve gerekse düzene mücavir sağ-muhafazakâr çevreler tarafından zaman zaman “kökü dışarıda olmakla”, yerli ve milli olmamakla itham edildi. Kendisiyle İslami hareket üzerine yapılan söyleşi serisinden “Ercümend Özkan’la İslami Hareket Üzerine” adlı kitapta Özkan, 60’ların sonu ve sonrasında sağ-muhafazakâr çevreler tarafından kendisi ve diğer “ulus-üstü” Müslümanlara yöneltilen “kökü dışarıdalık” ithamına cevap olarak “Ümmetinden olduğunu söylediğiniz Rasulullah (a.s.) nereli?” sorusunu yönelttiğini ve bu sorunun onların söz konusu ithamı sorgulamasına yol açtığını belirtmektedir.
Yerlilik ve millilik, aslı esasında fıtri ve İslami kavramlar. Bu anlamda tüm Nebiler (a.s.) ve son Nebi, Rasulullah (a.s.) tam tamına yerli ve milli insanlardır. Rabbimiz, Nebileri muhatap toplumların içinden seçmiş ve onların toplumlarının bir ferdi olmaları hususunu “içlerinden bir uyarıcı gelmesi” gibi ifadelerle ve “kardeşleri”[1], “arkadaşınız”[2] gibi ifadelerle belirtmiştir Kur’an-ı Kerim’de. Öyle ki amcası İbrahim (a.s.) ile birlikte hicret ettiği Filistin bölgesinde Rabbimiz tarafından Sodom ve Gomore şehirlerine Nebi olarak görevlendirilen Lût (a.s.) dahi “Kardeşleri Lût”[3] ifadesiyle anlatılır. Zira Lût (a.s.) oraya yerleşmiş, o toplumun bir ferdi olmuştur.
Aynı şekilde, Medine döneminde inzal olan konuyla ilgili ayet-i kerimelerde Rasulullah’tan “Sizden/içinizden bir elçi”[4] ifadesiyle söz edilmektedir. Rasulullah (a.s.)’ın Medine dönemi ve Lût (a.s.) örnekleri, “yerlilik” ve “kökü dışarıdalık” argümanları bağlamında bize, ulusçuluk ideolojisiyle birlikte vücuda getirilen yapay millet ve vatan kurgularının, kısacası modern çağın “yerlilik” algı ve tanımının çok fevkinde bir çerçeve sunmaktadır. Dikkat çekici olan, ne Lût (a.s.)’ın, ne de Rasulullah (a.s.)’ın hicret ettikleri yeni yurtlarında dâvete muhatap kıldıkları münkir, müfsid ve müşriklerce bile “kökü dışarıdalık” gibi bir ithama maruz bırakılmamış olmalarıdır. Bu da modern tuğyan ve şirkin kadim olanlara göre daha fetişist ve daha faşizan bir yaklaşıma sahip olduğunu gösterir.
“Millilik” konusuna gelince; kavramın İslami/Kur’ani aslı açısından ele aldığımızda Rasulullah (a.s.) tabii ki kelimen tam ve kâmil mânasıyla millilik vasfına sahipti. Diğer tüm Nebiler (a.s.) da öyleydi. Milli, yani din-i mübin-i İslam’a tâbi olan ve bu yol üzere bulunan İslam milletinden olan, İslam milletine ait ve onun bir parçası olan.[5] Tüm Nebiler (a.s.) bu anlamda milli idiler. Nitekim Kur’an’da onların risâlet ve dâvet sürecinden söz edilirken; küfr, şirk ve fısk üzerinde bulunan toplumların milletini (Tâbi oldukları hayat nizamını/dini) terk edip, kendilerinden önceki Nebilerin tebliğ etmiş olduğu İslam milletine (hayat nizamına/dinine) tâbi oldukları vurgulanmıştır:
“(Yusuf) Dedi ki: Size, rızık olarak verilen yemek henüz ulaşmadan ben size onun ne olduğunu mutlaka haber veririm. Bu Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben Allah'a iman etmeyen ve ahireti de inkâr eden bir kavmin milletini (dinini) terk ettim. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un milletine (dinine) uydum. Allah'a bir şeyi ortak koşmak bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır; ancak insanların çoğu şükretmezler.” (Yusuf, 12/37-38)
Rasulullah (a.s.)’ın da, muharref kültür mensuplarının bâtıl dâvetlerine karşılık şöyle söylemesi isteniyor:
"Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulursunuz, dediler. De ki: Bilakis, biz ancak İbrahim'in hanif milletine (dinine) uyarız. O, ortak koşanlardan değildi." (Bakara, 2/135)
Görüldüğü üzere, yerlik ve millilik kavramlarının fıtri ve İslami asli anlamları dikkate alındığında biz Müslümanlar açısından bir sorun yoktur. Yeryüzünün kendileri için mescid (secde yeri, tüm hayatı Allah’a itaat alanı kılma bilinci ve pratiği) kılındığı şuuruna sahip olan, Rabbimiz tarafından yeryüzünün halifeleri ve varisleri kılınan Müslümanlar, yersiz-yurtsuz olmayı kabullenemezler zaten. Zira şahitlik, ancak yerli olmak ve toplum içinde yaşamakla mümkündür.
“Yerlilik” ve “Millilik”ten Kasıt Nedir?
Meselenin fıtri ve İslami asli çerçevesine değindikten sonra, güncel boyutuna dair değerlendirmelere geçebiliriz. Kuruluş felsefesi Lozan’da İngiliz emperyalizmince belirlenip dayatılan laik-kemalist düzenin ve onun son dönemdeki yönetici kadrosu durumundaki muhafazakâr demokrat kesimin düşünce ve dilindeki yerlilik ve millilik kavramlarının, fıtri ve İslami olandan çok farklı olduğu âşikârdır. Zira mevcut düzen hemen hiçbir şeyiyle “yerli” değildir. Temel yönetim felsefesi olan laiklik, nationalizm (ulusçuluk/milliyetçilik), kapitalizm, feminizm gibi ideolojileri ile, hukuku, yasaları, kültür, eğitim ve medya politikalarına her şeyiyle bir Batı taklitçisi olan, Batının işgal, katliam ve darbe örgütü NATO’nun üyesi ve topaklarında NATO ve dünya istikbarının başı ABD’nin onlarca üssünü bulunduran bir düzenin yerliliğinden söz etmek abesle iştigal olacaktır.[6]
O halde mevcut düzen ve onun muhafazakâr demokrat yönetici kadroları ile mücavir medyanın dilindeki yerlilik kavramı başka bir anlama tekabül ediyor olsa gerektir. Aynı durum “millilik” kavramı için de geçerlidir. Ki bu kavramla kastedilenin ne olduğunu, örneğin bir “Milli Piyango” terkibine bakarak anlamak pekâla mümkündür. Aynı şekilde, AB fonlarıyla Müslüman mahallesinde feminizm pazarlamaya çalışan KADEM gibi kuruluşların egemen algıda “yerli ve milli” kategoride bulundukları gerçeği de, bize bu kavramlarla kastedilenin ne olduğu konusunda yeterince fikir veriyor olmalı.
Laikliği, nationalizmi, kapitalizmi, feminizmi ve dahası LBGT’siyle memleket maalesef tam anlamıyla küçük bir Amerika olmuşken, devletluların ve yanaşık düzen yazar-çizerlerin “yerlilik ve millilik” argümanları üzerinden Müslümanlara parmak sallamaları, zaten söz konusu kavramların ne tür bir içerik ve işleve sahip olduğunu yeterince anlatmaktadır.
Anlaşılan odur ki, yerli ve milli olmakla kastedilen şey; 16 yıldır Ak Parti üzerinden gerçekleştirilen onca entegrasyon politikaları ve süreçlerine rağmen, halen tevhidi özgün duruşlarında sebat eden ve dolayısıyla da yegâne gerçek muhalefet potansiyelini teşkil eden İslami çevrelere, düzen ve iktidarın belirlediği çerçevede TSE standartlarına tâbi kılınmış bir din anlayışı ve dünya görüşünün dayatılmasından ibarettir. Yerlilik ve millilik; düzenin, mevcut iktidarın ve mücavir medyanın dilinde fıtri ve İslami anlamlarından tamamen koparılmış olarak, yerleşik Batı tandanslı dünya görüşü ve yönetim felsefesini, Allah’ın dinine tâbi olmayı kabul etmeyen, bilakis onu kendi işleyişine tâbi kılmaya çalışan laik-seküler toplumsal-siyasal yapıyı kabullenmeyi, ona uyum sağlamayı ifade etmektedir.
Kur’an nasları ve siyer bilgisinden öğreniyoruz ki, bu anlamda Mekke’de de bir “yerlilik ve millilik” anlayışı ve dayatması söz konusuydu. Darun Nedve merkezli müşrik Mekke oligarşisi, Mekke’deki yerleşik değer yargıları ve işleyişi “yerli ve milli” değerler olarak sonuna kadar savunmairadesi ortaya koyuyor ve şirke, sömürüye, tuğyana dayalı bu değer yargılarını esastan reddederek kendilerini yalnızca Âlemlerin Rabbi’nin ilahlığı ve rabliğine, yani göklerin olduğu gibi yerlerin de hükümranı olduğu hakikatine dâvet eden, dini (dünya görüşü ve hayat tarzı) ancak O’na has kılmaya çağıran Rasulullah (a.s.)’a karşı amansız bir mücadeleye girişiyorlardı.
Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk Kur’an neslinin (r.a.) bu anlamda bir yerlilik ve milliliğe asla rıza göstermediğini, dayatmalara direndikleri gibi ilkesel uzlaşma arayışlarına da yanaşmadıklarını, emrolundukları gibi dosdoğru olmayı sonuna kadar sürdürdüklerini görmekteyiz. Mekke oligarşisinin, Rasulullah’ın (a.s.) onların kurulu düzenlerini temelden sarsan tevhid dâveti karşısında çareler arayan ve Sâd Sûresi 4-8. ayetlerde bildirildiği gibi Rasulullah’a haşa “yalancı bir sihirbaz” ithamında bulunmak ve “Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta kararlı olun” şeklinde Mekke toplumunu onun dâvetine karşı kışkırtmak gibi yollara başvurdukları gibi, Yunus Sûresi 15. ayette bildirildiği üzere “Ya bundan başka bir Kur’an getir, ya da Bu Kur’an’ı değiştir” gibi uzlaşma tekliflerinde bulunmaktaydılar. Tüm bunlara karşı Rasulullah ve güzide arkadaşları sağlam ve sebatkâr durdukları gibi, Rabbimiz de onları sürekli olarak teyakkuzda tutan mesajlarını iletmekteydi:
“…De ki: Benim onu değiştirmem olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım…” (Yunus, 10/15)
“İşte böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik. Sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir yardımcı ne de bir koruyucu olur.” (Ra’d, 13/37)
Rasulullah (a.s.) ve ilk Kur’an nesli, Rabbimizin bildirdiği ölçü ve ilkelere her halukârda, egemenlerin sertlik politikaları karşısında da ılımlı politikaları karşısında da sapmadan savrulmadan sâdık kalmışlar, egemenlerin hevâlarına uymaya asla yanaşmamışlardır. Kısacası bu anlamda “yerlilik ve milliliğe” asla meyletmemişlerdir.
Biz Müslümanlarla, Batıcı laik düzenin yerlilik ve millilik anlayışımız asla uzlaşma kabul etmez
Yukarıda değinmeye çalıştığımız gibi, her şeyiyle baştan sona bir Batı taklitçisi ve uydusu niteliği taşıyan mevcut düzenin, fıtri ve İslami anlamlarıyla yerlilik ve millilikle uzaktan-yakından ilgisi yoktur. Ne var ki, düzen ve düzenle bütünleşen muhafazakâr demokrat yönetici çevrelerin dilinde sıkça telaffuz edilmeye başlanan yerlilik ve millilik kavramları, içerik ve işlev olarak bildiğimiz fıtri ve İslami anlamdaki kavramlar değildir. O çevrelerin dilindeki, kalemindeki haliyle; yerleşik düzen ve onun felsefi, ideolojik, kültürel ve siyasal işleyişini, kısacası statükonun bizatihi kendisini ifade etmektedirler. Bu itibarla biz Müslümanlarla, Batıcı laik düzenin yerlilik ve millilik anlayışımız asla uzlaşma kabul etmeyecek şekilde birbirinden farklıdır.
Bizler bu ülkede ve bu toplum içinde yaşayan ve yegâne hak din olan İslam’a tâbi olarak hem kendi dünya ve âhiret saadetimizi kazanmaya ve hem de dâvet ve emri bil maruf nehyi anil münker çabalarımızla tüm toplumu İslam’ın güzellikleriyle buluşturmaya çalışan Müslümanlarız. Buralıyız, Rabbimize kulluğumuzu burada yapmaya gayret ediyoruz ve burada Rabbimizin sözünün/ahkâmının hâkim olması için gayret ediyoruz. Kısacası fıtri ve İslami anlamıyla tam tamına yerliyiz. Ve tıpkı önderimiz ve örneğimiz Rasulullah (a.s.) gibi, İslam milletindeniz, İbrahim (a.s.) milletindeniz. Dolayısıyla yerlilik ve millilik kavramlarının fıtri ve İslami asli anlamlarıyla yerliliğin ve milliliğin gerçek temsilcileriyiz.
Batıcı laik-kemalist düzene ve onun mevcut yönetici kadrosu muhafazakâr demokratlara düşen, kendi bâtıl statükolarını savunmak ve korumak için yerlilik ve millilik kavramlarını fıtri ve İslami asli anlamlarından koparıp istismar etmek ve bunlar üzerinden Müslümanları statükoya biata zorlamak yerine, 95 yıllık Kemalist irtidatı sorgulamak ve tüm insanlık için yegâne yerli ve milli değer yargısı olan, insanlığın dünya ve âhiret saadeti için alternatifsiz yegane dünya görüşü ve hayat nizamı olan İslam’a tâbi olmaktır.
[1] Bkz: A’râf, 7/65, 73, 85, Şu’arâ, 28/106
[2] Bkz: Necm, 53/2
[3] Bkz: Şu’arâ, 26/161
[4] Bkz: Bakara, 2/151
[5] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, tefsirinde Bakara Sûresi 120. ayetin tefsiri bağlamında “millet” kavramını şöyle açıklıyor: “Şehristanî’nin ‘el-Milel ve’n-Nihal’deki beyanına göre din, şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen ve gözetilen mânâya göre, yine de her biri bir başka yönden diğerinden farklı bir anlam kazanır. İtikad ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir. Gerçekte itikad edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uygulanan ne ise esas itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur.” (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim, c.I, s.400)
[6] Türkiye’de gazetecilik, maalesef dün de bugün de iktidara yanaşık düzen yayıncılık yapmak veya hiçbir ölçü tanımayan kör bir muhalefet olarak algılanıp icra edildi. Her devrin bir yandaş bir de kör muhalif medyası olageldi. İşte bugünün yanaşık düzen medyası içinde öne çıkan Yeni Şafak gazetesinin ateşli yayın yönetmeni İbrahim Karagül’ün, tam bağımsızlık, anti-emperyalizm, yerlilik-millilik gibi sloganlar üzerinden etrafa nizamat verdiği yazılarının hemen yanı başında, içi boş slogan atmak yerine gerçekleri, olan-biteni yazmaya çalışan köşe yazarlarının yazdıkları bizatihi bu ateşli yayın yönetmenini açığa düşüren cinsten olabiliyor zaman zaman. Tıpkı, Karagül’ün bu sloganları yoğun olarak kullandığı Haziran ayı sonunda (6 Haziran 2018) gazete yazarlarından Nedret Ersanel’in “Bu haberi sevmedim: NATO mızrağı Türkiye!” başlıklı makalesi gibi. Ersanel sözkonusu yazısında, şunları yazıyordu: "Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin ardından yurtdışında katılacağı ilk uluslararası toplantı olan NATO zirvesi, Türkiye’nin NATO’daki mevcut sorumluluklarına ek yeni roller için de önem taşıyor... Bunların arasında 2014 Zirvesi’nde karar verilen Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti’nin komutasını 2021’de üstlenmesi geliyor. Bu kuvvet 2002’de oluşturulan ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı NATO Acil Müdahale Birliği’nin ‘Mızrak Ucu’, yani ‘Öncü Kuvveti’ olarak düşünülmüş."
(Not: Bu makale Köklü Değişim dergisi Ağustos sayısında yayınlanmıştır.)