Rasulullah`ı doğru anlamak Kur`an`la mümkündür
Celaleddin Vatandaş: Bazı kitaplarda Resûlüllah’tan bahsedilirken bir beşerden, insanlar arasından seçilmiş ve tüm insanlara örnek kılınmış seçkin bir şahsiyetten değil, adeta insan kılığına bürünmüş bir ilahtan bahsedilir. Bunun son zamanlarda pek yaygınlaşan ve maalesef çoğu kimsenin pek de dikkatini çekmeyen tipik örneği “âlemlerin efendisi” nitelemesidir. Bu ne saçmalıktır ki Allah’a ait bir sıfat Türkçeleştirilip Resûlüllah’a ait kılınmaktadır. Âlemlerin efendisi Allah değil mi!
Okuyucunun "Vahiyden Kültüre" ve "Tevhid ve Değişi,m" adlı kitaplarından tanıdığı Celaleddin Vatandaş, "Hz. Muhammed'in Hayatı ve İslam Daveti" adlı iki ciltlik eseriyle siyer alanında önemli bir çalışmnaya daha imza attı. Umran Dergisi'nden Abdurrahman Emiroğlu, Celaleddin Vatandaş'la iki ciltlik bu önemli eseri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Bu söyleşiyi dikkatlerinize sunuyoruz:
Yeni kitabınız hayırlı olsun. Kitabınızdan hareketle, Hz. Muhammed(s)’i doğru anlama çabasını ve bunun Kur’an’ı anlayıp yaşamadaki önemini konuşmak istiyoruz. Mevcut birçok siyer kitabı varken neden yeni bir siyer? Hangi kaygı veya düşünceler sizi yeni bir siyer çalışması yapmaya yöneltti?
Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın adıyla ve sadece O’nun rızasını gözeterek sözlerime başlarım. Sorunuz kısa ama önemli. Dediğiniz gibi Türkçe telif edilmiş veya Türkçe’ye çevrilmiş birçok siyer var. Üzerinde ciddi emek sarf edilmiş çeşitli hacimlerdeki bu siyerler arasında güzel bir üslûpla kaleme alınanlar bulunduğu gibi, akademik bir yaklaşımla ve soğuk bir üslûpla yazılmış olanlar da var. Yanlış bir peygamber tasavvurunu dile getirenleri bir yana bırakırsak, mevcut siyerlerin birçok bakımdan yararlı olanları var. Bu açıdan, yeni bir siyer çalışması yapma sebebini dile getiren sorunuz benimle ilgili olarak anlamlı ve önemli. Ama önce şunu ifade edeyim: Bir kere, Allah Resulünün hayatını yazmak şerefli bir iştir. Bu şereften kim bir pay almak istemez ki! Esasen bu bile yeni bir siyer çalışması yapmak için başlı başına yeterli bir gerekçedir. Yani bu şereften bir pay almayı ben de istedim. Ama biliyoruz ki, Allah Resulünün hayatını yazmak şerefli olduğu kadar zor, ağır sorumluluk gerektiren ciddi bir iştir; zira hata kabul etmez. Mesela, yapılacak itikadî bir yanlış bütün hayırları siler süpürür. Bu yüzden, sorumluluğumun bilincinde olarak böyle bir işe giriştim ve son derece yoğun geçen on iki yılı aşkın bir zamanın sonunda çalışmamı şimdilik tamamladım. Şimdilik diyorum, çünkü muhtemel yanlış ve eksiklerin düzeltilmesiyle tamamlanma süreci devam edecek. Duyarlı okuyucuların tespit ettikleri yanlış ve eksikleri bildirerek bu hayra ortak olmalarını diliyorum.
Gelelim sorunuza; evet, kitapçı raflarında Resûlüllah’ın hayatını konu alan onlarca kitap var. Fakat bunların hepsinin aynı düzeyde başarılı, güzel ve en önemlisi de doğru olduğunu söylemek pek mümkün değil. Olumlu olanların bile birbirine oranla birçok bakımdan artı ve eksileri var. Burada, bir siyerde bulunması gereken en önemli özelliğin ne olduğuna dikkat etmeliyiz. Bunun doğru bilgiye dayanma özelliği olduğu ise kolaylıkla söylenebilir. Cevap kolay ve anlaşılır gibi görünüyor ama esas sıkıntı da burada başlıyor. Öncelikle hangi açıdan doğru bilgiden bahsedildiğini belirlemek gerekiyor. Eğer tarihi açıdan doğruluktan, yani Resûlüllah’la ilgili çok sayıda rivayetler içinden doğru olanları belirlemek kastediliyorsa, bu açıdan yeni bir siyer yazmak tamamen değilse bile büyük oranda bilinenleri tekrar etmekten başka bir anlama gelmez. Allah Resulünün hayatıyla ilgili rivayetlerden tarihi açıdan yanlış olanları ayıklayan, bir başka ifadeyle tarihi kıymeti bulunan birçok siyerden bahsedebiliriz. Merhum Muhammed Hamidullah’ın çalışması listenin ilk sırasında anılmaya değer bir kitap. Fakat, doğru bilgiye dayanma özelliği bir siyer için sadece tarihin doğrularına uygunluk anlamına gelmez. Bir siyer her şeyden önce Kur’an’la çatışmamalıdır. Bir siyeri doğru yapacak asıl özellik budur ve bu aynı zamanda tarihi açıdan doğruluğu da kapsar. Bir örnek verirsek; Peygamberimizin amcası Hz.Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre, yeğeni daha birkaç aylık çocukken şahit olduğu olağanüstülükler nedeniyle risalet öncesinde Resûlüllah’a iman edip Müslüman olmuş. Bu rivayeti birçok bakımdan reddetmek mümkün ama sadece tarihi yönden değerlendirecek olsak bile bu rivayeti çöp sepetine atmakta tereddüt etmeyiz. Çünkü Hz.Abbas’ın hicretin 8.yılı, Mekke’nin fethinden önce Müslüman olduğunu, üstelik Bedir’de müşrik ordusunda yer alıp Müslümanlara esir düştüğünü kesin olarak biliyoruz. Dolayısıyla bu rivayetin tarihi açıdan bir kıymeti harbiyesi olamaz. Ama bazı rivayetler var ki başka tarihi bilgilerle çatışmadığı gibi, aklen de mümkün görünebilir. Mesela: Hz.Aişe’ye atılan iftira olayı ile ilgili rivayetlerin genel eğilimi, bir ara -hâşâ- Resûlüllah’ın da eşinin bir ahlâksızlık yapmış olabileceğini düşündüğü tarzındadır. Bu hem tarihi rivayetler açısından böyledir hem de bir insandan beklenebilecek normal bir tepkidir. Ancak bu anlatımın doğru olduğu düşünülemez yani Resûlüllah’ın eşi konusunda kuşkuya kapıldığı kabul edilemez. Bu konuda delilim önce Kur’an’dır. Hatırlayalım, yüce Allah bir ayette peygamberinin ailesinin/hane halkının tertemiz olmasını murad ettiğini belirtir. Ayet şöyledir: “Ey peygamber hanesi! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzâb, 33:33) Neden? Elbette gerçek cevabı Allah bilir; ama insanın asli ve tek dini olan İslam’ın insanlığa sunuluşunun son halkasını oluşturan bir süreçte yüce Allah’ın peygamberini kişisel bir problemle uğraştırmak istemediği, onun bütün gücünü hakikati tebliğe ayırmasını murat ettiği söylenebilir. Dolayısıyla Allah’ın, ahlâksız bir kadının, resulünün eşi olmasına müsaade etmeyeceği açıktır... Kısacası, bir siyerin sadece tarihi açıdan doğru olması yeterli değildir. Çünkü bir rivayetin birçok klasik kaynak tarafından nakledilmiş olması onun muhakkak doğru olduğunu ispatlamaz. Yani tarihi açıdan doğru olmak Kur’ân açısından da doğru olmak anlamına gelmez. Bu durum elbette hadis kritiği ve metodolojisiyle ilgili bir konu.
Bu önemli açıklamanızdan, tarih açısından doğru olma özelliğini göreceli bir doğruluk olarak anlamlandırdığınızı anlıyorum; yani diyorsunuz ki, ‘mevcut şartlara ve bazı tarihsel referanslara uygun olmak siyer adı altında anlatılanların tamamıyla gerçek olduğu anlamına gelmez. Önemli olan Kur’an’ın şahitlik ettiği ve bildirdiği şeylere uygun olmaktır. Siyeri gerçekten doğru yapacak olan budur.’ Demek istediğiniz tam olarak bu mu?
Vatandaş: Tamamıyla doğru; evet bunu diyorum. Siyer çalışmalarında Kur’an’ın gereği gibi yada yeteri kadar dikkate alınmaması veya daha doğru bir söyleyişle öncelikli bir ölçü olarak dikkate alınmaması birçok yanlışa neden olmuştur ve oluyor. Bu yüzden, ismi “Siyer” olan ama Allah Resulünün sözleriyle, yaşantısıyla ve uygulamalarıyla çelişen birçok kitapla karşılaşabiliyoruz. Bunun birçok sebebinden bahsedilebilir. En önemlisi ise sınırsız övgüye eğilimli çarpık ve yanlış zihin. Bu zihniyet bir harekete geçti mi hız kesemiyor ve duracağı yeri de bilemiyor. Öyle söz veya yazılarla karşılaşıyorsunuz ki şaşırmamak, yüce Allah’tan tövbe dilememek imkânsız. Bazı kitaplarda Resûlüllah’tan bahsedilirken bir beşerden, insanlar arasından seçilmiş ve tüm insanlara örnek kılınmış seçkin bir şahsiyetten değil, adeta insan kılığına bürünmüş bir ilahtan bahsedilir. Bunun son zamanlarda pek yaygınlaşan ve maalesef çoğu kimsenin pek de dikkatini çekmeyen tipik örneği “âlemlerin efendisi” nitelemesidir. Bu ne saçmalıktır ki Allah’a ait bir sıfat Türkçeleştirilip Resûlüllah’a ait kılınmaktadır. Âlemlerin efendisi Allah değil mi! İşte Kur’ân’a muhalif olup övgüleriyle sınırları ezip geçen zihniyet ile bunu kastediyorum. Bu zihin, hiç zorlanmadan Resûlüllah’ın tüm hayatını olağanüstülüklerle doldurabiliyor. Bunu yaparken de O’nu insanlık düzleminden melekler katına sürgün ederek insanlar için ebedi örnek olmaktan uzaklaştırdığının farkında bile değil. Fakat tüm bunları derken bir haksızlığa da neden olmaktan kaçınmak gerekiyor. Yani ismi “Siyer” veya “Hz Muhammed’in hayatı” olan kitapların tamamı elbette aynı kategoride değerlendirilemez. Yoksa “benim çalışmamdan başkası yanlıştır” gibi bir anlayışa sahip olmak en azından zihin çarpıklığıdır, megalomanlıktır. Mesela, bugün Türkçe’de her biri önemli ve titiz çalışmanın ürünü olan birçok siyer var ve Hamidullah’ın, Muhammed Heykel’in, Martin Lings’in, Zekai Konrapa’nın, Mevdudi’nin, Derveze’nin ve Nedvi’nin kitapları sadece tarihi kıymetleriyle değil, aynı zamanda Kur’an’la çatışmama şartına büyük oranda riayet etmeleriyle de isimleri anılmaya değer kitaplar. Burada “büyük oranda” kaydını bilerek ifade ediyorum. Çünkü maalesef bu kitaplarda bile çok az oranda da olsa bazı problemli anlatım veya rivayetlere rastlanabiliyor. Mesela; Resûlüllah’ın çocukluk dönemi, mucizeler, mehdi-mesih konusu ve Resûlüllah’ın Hz.Zeynep ile evliliği gibi konular. Resûlüllah’ı, Allah’ın varlığına inanmayan bir topluma Allah’tan bahseden bir elçi olarak takdim etmek ise en sık düşülen yanlışlık. Hâlbuki Resûlüllah Allah’a inanmayan bir topluma Allah’ın varlığını ispatlamaya çalışan bir elçi değil, Allah’a inanan ve birçok açıdan Allah’ın sıfatlarını kabul eden bir topluluğun inancındaki Allah tasavvurunu tashihle görevlendirilmiş bir elçidir. Görevinin tamamını değilse de en önemli kısmını bu oluşturur. İlah, Rabb sıfatları ise konunun özüdür. Ama maalesef bazı siyer müellifleri dahi genellikle bu konulardaki yanlış tasavvur ve düşüncelerin “leke”lerini kitaplarına düşürmekten kurtulamamışlardır. Bunun bir itirafı olarak değerlendirmek gerekirse, örneğin Hamidullah, siyerinde Mekke toplumunda Allah’a inananlar bulunmasına ve bunların bir tepkiyle karşılaşmamasına rağmen Resûlüllah’ın oldukça sert tepkiyle karşılaşmasını anlayamadığını açıkça ifade eder.
Anladığım kadarıyla, siyer yazmak bir tarih kitabı yazmaktan çok başka bir şey. Bir tarihçi mevcut tarihi belge ve rivayetler içerisinden belli ölçülere uygun olanları seçer ve çalışmasını bu belge ve rivayetlere göre kaleme alır. Siz Peygamberimizi konu edinen bir çalışma için tarihi delillerin doğru olmasından daha önemli bir başka şarttan; Kur’an’la uyumlu olmaktan söz ediyorsunuz. Yani bir siyer, tarihi açıdan doğru olmanın yanı sıra, daha da önemli bir ölçü olarak Kur’an açısından da doğru olmalı. Ve siz bu ölçülere büyük oranda uygun bazı siyer isimleri verdiniz. O zaman, sorumuzu tekrarlayabilir miyiz: “Belirttiğiniz ölçülere sahip siyerler varken neden yeni bir siyer?” Yani, sizin siyerinizin, bu özelliklerin dışında diğer siyerlerden farklı olmasını sağlayan başka bir özelliği var mı?
Var. Hem de birkaç bakımdan. Bunlardan biri ve en önemlisi adı geçen çalışmalarda ya bulunmayan, ya da kısmen bulunan bir özellik. Ancak, bunu ifade etmeden önce, Resûlüllah’ın en önemli vasıflarından birisini hatırlamamız gerekiyor. O, bizler için sadece ilahi hakikatlerin bir elçisi değil, aynı zamanda hakikat temelinde anlam kazanan, dosdoğru, en güzel hayat tarzının, sağlıklı bir kimlik ve kişiliğin örneğidir. Bu Kur’ân’da açıkça bildirilir. O halde, Resûlüllah’ın hayatını anlatan bir kitabın O’nun insanlar için en güzel ahlâkın en güzel örneği oluşunu açığa çıkaran bir kitap olması veya en azından bu yönde özel çabası bulunması gerekir. Bir başka söyleyişle O’nun hayatını anlatan bir kitabın sadece Kur’an’ın ve tarihi rivayetlerin ışığında doğru bilgileri sunan bir kitap olması yetmez; aynı zamanda O’nun hayatını okuyan birisinin, O’nda kendisi için örneklik bulması, O’nu tanıdıkça kendisine rehber olacak ahlâki ölçüleri edinmesi gerekir. Bu açıdan, ismini verdiğim kitaplar, ciddi bir emeğin ürünü olmakla birlikte genel olarak Resûlüllah’ın örnekliğini ya atlamışlar ya da yüzeysel olarak ele almışlardır. Hatta bunlar daha çok bir savaşlar tarihi olarak düşünülüp kaleme alınmışlardır. İşte bu noktada benim çalışmam bu bazılarından ayrılır. Bu fakir yaptığı çalışmasında, diğer siyerlerin -birçok bakımdan olumlu bulduğum ve müelliflerini ismen zikrettiğim kitapların- hepsinin ortak özelliği olduğu üzere, Resûlüllah’ı sadece ilahi hakikati ifade eden mutlak doğru bilgilerin aracısı, önemli tarihi bir şahsiyet olarak değil, aynı zamanda insanlığa sunduğu ebedi hakikatin ilk planda herhangi bir insan gibi muhatabı olan bir beşer oluşunu, bir mümin olarak Kur’an’a muhataplığını da dikkate almaya çabaladı. Yine ayrıca diğerlerinin üzerinde durdukları bir özellik olarak Resûlüllah’ı toplumsal bir hareketin lideri, devlet başkanı, komutan olarak tanıtmakla yetinmeyip, diğerlerinin üzerinde ya hiç durmadıkları ya da çok az durdukları özelliklerinin de üzerinde durdum ve O’nu bu yönleriyle de tanıtmaya çalıştım. Örneğin O’nun bir arkadaş, bir komşu, bir eş, bir baba, bir dede yönleri üzerinde durmaya çalıştım. İstedim ki bir Müslüman O’nun ebedi örnekliğinde sadece iman konusu olarak değil, hal ve hareketleriyle, tutum ve davranışlarıyla nasıl bir Müslüman olunacağının örnekliğini de görsün. Tabiî ki bunu ne kadar başarabildim bu tartışmaya açık; ama niyetim, arzum bu oldu.
Bir rüşvet-i kelâm olarak söylemiyorum; bence siz bunu başardınız ve belirgin biçimde Resûlüllah’ı kapsamlı bir örneklik olarak sundunuz. Ancak, ben bu özelliğin, yani kitabınızın Resûlüllah’ı Müslümanlar için kapsamlı bir ahlâki örneklik olarak ortaya koyması özelliğinin biraz daha vurgulanması gerektiğini düşünüyorum ve sormak istiyorum: Resûlüllah’ın örnekliği nasıl bir örnekliktir; kaynağı ve kapsamı nedir, nasıl şekillenmiştir?
Hz. Aişe annemizden nakledilen önemli bir rivayet var. Birkaç Müslüman bir gün Hz.Aişe’nin yanına gelir. Anlaşıldığı kadarıyla bunlar Resûlüllah’la karşılaşmamış, muhtemelen Resûlüllah’ın vefatından sonra Müslüman olmuş kimselerdir. Bunlar belki de görmedikleri veya gördülerse bile yakından tanıma fırsatı bulamadıkları Resûlüllah’ın nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu, nasıl yaşadığını öğrenmek arzusundadırlar. Tüm bunları ifade edecek şekilde Hz.Aişe’ye “Bize Resûlüllah’tan bahset onun ahlâkı nasıldı?” diye sorarlar. Bu son derece kapsamlı ve dolayısıyla üzerinde çokça konuşmayı gerektiren soruya Hz.Aişe oldukça kısa bir cevap verir. Bu cevabıyla Kur’an’ı bildiklerini düşünen bu kimselere dolaylı bir şekilde, sadece Resûlüllah’ı değil, aynı zamanda Kur’an’ı da bilmediklerini ifade eder. Der ki, “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur’an idi”. Bu kısa cevap iki açıdan büyük öneme sahiptir. Birincisi, Kur’an’ı bilen Resûlüllah’ı bilir. Çünkü O, Kur’ân’ın belirlediğinin ve istediğinin dışında veya ötesinde bir kimse değildi. İkincisi, Resûlüllah hayat tarzıyla, ahlâkıyla, tutum ve tavırlarıyla, kimlik ve kişiliğiyle Kur’an’ın tanımladığı mümin tipinin en mükemmel örneğiydi; Kur’an’ın belirlediği dosdoğru hayatın dosdoğru ölçülerini kendi şahsında uygulamış bir şahsiyetti. Yani yaşayan Kur’an’dı. İşte bu, Resûlüllah’ın örnekliğinin kaynağını da, niteliğini de ortaya koyan bir bilgidir. Dolayısıyla O, çoğu zaman açıkça dile getirilmese de yaygın olarak düşünüldüğü üzere, ebedi hakikati insanlığa bilgi olarak sunan ama hayat tarzını, ahlâkını, kimlik ve kişiliğini kendince inşa eden nev-i şahsına münhasır bir kişi değildi. Bilmeli ve unutmamalıyız ki, Kur’an insanlara sadece kendileri için lâzım olan ve beşeri imkânlarla elde etmeleri mümkün olmayan hakikatleri sunan bir bilgi kaynağı değil, aynı zamanda hayata müdahale eden ve olması gereken hayat tarzını, ahlâkı, kimlik ve kişiliği öncelikle bizzat resulünü inşa ederek müşahhas bir şekilde ortaya koyan bir kitaptır. Kur’an’ın bu yönünü doğru anlamak için insanlar arasından seçtiği elçisini hangi konumda ele aldığına dikkat edelim: İşte bu, öncelikle halk arasında yaygın olarak tasavvur edilen ve Resûlüllah’ın ebedi örnekliğini risalet öncesi hayatına da taşıyan tüm anlayışları terk etmeyi gerektirir. Ama burada, Resûlüllah risalet öncesinde “herhangi bir Mekkeli”, “herhangi bir kimse” gibiydi demek istemiyorum. O risalet öncesi hayatında, Allah’ın lütfu gereği, inancı ve ahlâkıyla şirkten ve ahlâksızlığın her türlüsünden korunmuş bir şahsiyetti. Ama bu durum “risalet öncesiyle hayatıyla, kimlik ve kişiliğiyle de insanlar için ebedi örnekti” anlamına gelmez. Burada “örnek olmak” ile “ebedi ve mutlak anlamda örnek olmak” arasındaki farka bilhassa dikkat etmek gerekiyor. O, risalet öncesi hayatıyla çevresindeki insanlar için elbette güzel bir örnekti; çünkü dürüst, güvenilir, hakşinas, edepli, namuslu, doğru sözlü ve yardımseverdi… Her toplumda bu tip kimseler vardır; fakat bunlar, şirkin ve ahlâksızlığın yanlışlarına ve pisliklerine batmış kimseler için dikkate alınması gereken güzel örnekler olsalar bile, hiçbir şekilde ebedi hakikatin, güzel ahlâkın en yetkin örneği değildirler. İşte risaletin başladığı aşamada Resûlüllah buydu; yani Abdülmuttalib’in torunu, Hatice’nin kocası, Kasım’ın babasının durumu buydu. Yanlış anlamaya müsait bir tespit olduğu için tekrar ifade edeyim; Kur’an, Resulünü yanlışlar bataklığına batmamış bile olsa benzerine birçok toplumda ve çağda rastlanabilecek bir kişi konumundayken aldı ve güzel ahlâkın zirvesine çıkardı. Bunu ise yirmi üç yıl süren risalet sürecinde gerçekleştirdi. Aşama aşama, adım adım önce elçisini eğitti ve buna ilaveten de O’nun çevresindeki müminleri eğitti. İşte bu açıdan O, durduğu her aşamada biz insanların, ama âlemlere rahmet olma vasfını kazandığı dönemiyle de biz Müslümanların ebedi örneğidir. Her çağda ve toplumda, ahlâkının veya hayat tarzının bir yerlerinde bir şeyleri eksik veya yanlış bulan veya hissedenler bunu neyle değiştireceğinin veya neyle tamamlayacağının doğru bilgisini ve örnekliğini Resûlüllah’dan öğrenebilir. Bu ise Resûlüllah’ı konu edinen kitap veya makalelerin gözardı edemeyecekleri önemli bir husustur. Bu açıdan O’nu sadece tarihin en önemli şahsiyetlerinden biri veya birincisi olarak anlayan ve anlatanların, O’nu insanlığın sadece zirve şahsiyeti olarak takdim edenlerin O’nu tam anladıklarını söylemek mümkün değil. Asıl O’nu önemli ve zirve kılan referansı ve süreci doğru ve mümkün olduğunca tam anlayarak örnekliğini ön plana çıkarmak önemlidir. İsmi anıldığında gözyaşlarını akıtmaya neden olan, yaşadığı zorluk ve sıkıntılar hatırlandığında kalpleri hüzünlendiren ama muhatabının gidişatına bir katkıda bulunmayan, gidişatındaki yanlışları ortaya koymayan veya onları doğrularla, güzel ahlâkla değiştirmeyen yaklaşımların kayda değer bir kıymetinden bahsetmek mümkün değildir. “Senin için ölürüz” söylemi de salt bu biçimiyle bir kıymet ifade etmez. Elbette O’nu sevmek, O’nun çektiği zorluk ve sıkıntılara hüzünlenmek, O’nun adı anıldığında kalplerde birşeyler hissetmek önemsiz değildir, ama asıl önemli olanlar da değildir. Önemli olan O’nun elçiliğini yaptığı şeyden dünyayı ve ahireti esenlik yurdu kılacak bilgi ve ölçüleri bulup öğrenmek ve bunların doğru uygulamalarını bizzat ve sadece O’nun örnekliğinde gerçekleştirmektir. Zira O, Allah’ın insanlar için örnek olarak takdim ettiği, ahlâkının güzelliğine şahitlik yaptığı insanların sonuncusudur.
Evet, Resûlüllah’ın Kur’an tarafından âlemlere rahmet kılınması, en güzel örnek kılınması süreci gerçekten de diğer siyerlerde pek dikkate alınmayan bir husus. Bu açından sizin çalışmanız diğerlerinden ayrılıyor. İzninizle, bu ay ‘Kutlu Doğum Haftası’ nedeniyle Resûlüllah’ın daha çok gündeme gelmesini dikkate alarak; Kur’an’ın O’nu adım adım inşa edip insanlığın ebedi örneği kılma sürecini ve O’nun şahsında tarihe yani bireye ve hayata müdahale etmesini biraz daha açmanızı istesem..
Estağfirullah, dilimiz döndüğünce açmaya çalışalım: Az önce, Resûlüllah’ın elçiliğini, ebedi örnekliğini risalet öncesi hayatına taşıma alışkanlığı ve yanlışından söz etmiştim. Maalesef, bu bağlamda uydurulmuş saçma-sapan hikâyeler var. Oysa bu hikâyeler Resûlüllah’ın risalet sürecinde ilahî yöntemle eğitilmesi gerçeği ile çatışmaktadır. Kur’an’ın değiştirici, dönüştürücü, mükemmelleştirici etkilerini yok sayan, O’nun âlemlere rahmet kılınma sürecini silikleştiren bir anlayıştır bu. Hâlbuki O, risalet öncesinde “âlemlere rahmet” değildi. Çünkü O’nun âlemlere rahmet oluşu bedeniyle değil; ilahi misyonuyla, ilahi göreviyle ilgili bir durumdur ve bu ise ilk ayeti almasıyla, ilahi göreve fiilen muhatap olmasıyla başlar.
Birçok kitapta bolca bulunabilecek ve halk arasında çok yaygın bazı rivayetleri dikkate alarak söylemek gerekirse, yaşı kırka gelmiş olan Hatice’nin kocasının bizzat kendisinin ve çevresindeki insanların “Muhammed’in peygamberlik görevi neden başlamadı? Ne zaman başlayacak?” diye sorup bekliyor olmaları gerekirdi. Hatta bu rivayetler açısından Hatice’nin kocasının Hira mağarasına gidişini bile “geciken” görevini başlatma çabasının bir ürünü olarak değerlendirmek mümkün. Oysa risalet öncesi kişiliği ve hayatıyla O, insan ve toplum hayatındaki yanlışlık ve saçmalıkları büyük oranda bilen, ama mutlak doğrunun ne olduğunu bilmeyen birisiydi. Allah tarafından seçilmek, ilahi bir görevle sorumlu olmak gibi bir beklentisi olmadığı gibi böylesi bir düşüncesi veya hayali de yoktu. Çünkü bu konuda bilgisi yoktu. Şu iki ayet bu konuda gerçeği her türlü tereddütten uzak bir şekilde açıkça ifade eder: “Sen, Kitab'ın sana verileceğini ummazdın...” (Kasas, 28:86), “Sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen (daha önce) Kitap nedir, iman nedir bilmezdin...” (Şura, 42:52)
Resûlüllah, ilahi bir lütuf gereği, risalet öncesi dönemde hem inanç olarak hem de yaşantısıyla yanlışlardan ve ahlâksızlıklardan uzak kalmıştı. Özellikle 30’lu yaşlarla birlikte bir arayışın içine girdi. Her akıllı ve ahlâklı insanın yapacağı üzere O da şahit olduğu yanlışlık ve kötülükler karşısında doğru ve güzelin ne olduğunu sorar hale geldi. Farkında değildi ama ilahi göreve hazırlama süreci başlamıştı; O zihnen bu sorumluluğa hazır hale getiriliyordu. Bu nedenle yaşanan hayatlardan, çevresindeki insanların yanlışlarından nefret eden veya rahatsız olan birisi olarak genç sayılabilecek bir yaşta bir anlamda dünyadan elini eteğini çekti. Bu haliyle bir münzeviydi, bir hakikat arayıcısıydı. Vahiy işte O’nu bu aşamadayken aldı ve öğretmeye, eğitmeye başladı. Alemlere rahmet olma sürecinin gerektirdiği eğitim Alâk sûresinin bir grup ayetinin vahyolunmasıyla başladı. Bu açıdan Hira mağarasındaki ilk ayetlerin vahyi sırasında ısrarla “Ikra” denmiş olmasının sebebi de kendiliğinden açığa çıkmaktadır. Yani “şu düşündüğün, aklı olan her insanın aradığı ama bulamadığı hakikatler konusunda kendi çabanla ulaştığın bir şey varsa söyle” dendi. O’nun böylesi bir şeyi yoktu ve olmadığı da kendisine söyletilmişti. Bu, “bundan sonra sana bildirilecek olanlar senin kişisel çabalarınla veya özel yeteneklerinle ulaştığın şeyler değil, sana verilmiş olan şeylerdir” mesajını taşıyan bir hatırlatma, daha da önemlisi uyarıydı. Yani Resûlüllah istemiş de kendisine verilmiş veya çabalamış da elde etmiş değildir; tamamıyla seçilmiş birisidir. Tabiî ki bu seçime layıktır; o ayrı bir husus. Bunu şöyle de izah etmek mümkün; O seçilmeye layık biriydi ama bu kendi özel meziyetleri gereği değil, ilahi plan gereği böyleydi. Tabiî ki ne O, ne de çevresindekiler kırk yıllık süreçte bu ilahi planı bilmediler, görmediler, göremediler. Zira bu ilahi plan ancak risalet döneminden geriye bakılınca anlaşılacak bir şeydir.
Vahyin elçisini nasıl bilgilendirdiğiyle ilgili özel bir şeyler söylemeye gerek yok; çünkü vahyolunan her ayet bunun gereğiydi ve bu herkes tarafından bilinen bir husustur. Burada dikkate alınması gereken, Resûlüllah’ın eğitilmesi ve eğitilip örnek şahsiyet kılınması sürecidir. Risalet sürecinde O, hem bir mümin olarak kimlik ve kişiliğiyle ve hem de seçilmiş bir elçi olarak yürüteceği görevi icabı kesintisiz bir eğime tabi tutulmuştur. Risalet sürecinin faili, Resûlüllah’ın hangi aşamada ne yapacağını ve hatta çok önemli aşamalarda ne söyleyeceğini dahi belirlemiştir. Bu konuda örnek olarak şu birkaç ayet hatırlanabilir: “Ey elbisesine bürünen! Kalk ve uyar. Rabb'ini yücelt. Ahlâk ve kişiliğini temiz tut. (Maddi ve manevi her türlü) pislikten uzak dur. Yaptığın iyilikleri çok bularak başa kakma. Rabb'in için sabret.” (74:1-7). “Zalimler topluluğu ile oturma” (6:68), “Zalimlerden olma” (6:52), “Dinlerini oyuncak ve eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bir tarafa bırak” (6:70), “De ki: ‘Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım’” (26:216), “Kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme” (18:28),
Resûlüllah risalet sürecinde ilahî bir program dâhilinde vahiy ile eğitildiğine göre, Resûlüllah’ın kendisini Kur’ân’la sürekli geliştirmiş olması ve risaletin ilk günlerdeki haliyle risaletin son zamanlarındaki halinin çok farklı olması gerekir, öyle mi?
Evet öyle. Bu -hâşâ- Resûlüllah’ı değersizleştirmek adına söylenmiş bir şey değil; Kur’an’ın bir beşeri nasıl alemlere rahmet kıldığını dile getiren bir tespittir. Kur’an Resûlüllah’ı eğiterek toplumunun temiz ve güvenilir bir şahsiyeti iken âlemlere rahmet, insanlık için ebedî örnek bir şahsiyet haline getirmiştir. Bu açıdan süreci anlamamıza katkı sağlayacak birçok delil var. Örneğin Alâk sûresinin ilk ayetleri vahyolunduğunda, bir insan olarak ilâhî görevinin ağırlığı ve gerekleri nedeniyle bazı sıkıntılar yaşamıştır. Karşılaşacağı tepkiler nedeniyle ‘okuması’ emredilen ayetleri insanlara ‘okumakta’ zorlanmıştır. Korku ve sıkıntılarını ‘Ne yapayım! Bunları kavmime nasıl söylerim!’ diyerek en yakın destekçisi eşine açmak zorunda kalmıştır. Müddesir süresinin ilk ayetleri gelince korku ve tedirginliği daha da artmıştır. Bu nedenle aynı günlerde vahyolunan ve risalet sürecinin üçüncü ayet grubunu oluşturan Müzzemmil suresinin ilk ayeti ‘Ey örtüsüne bürünen!’ biçimindeydi. Bu, hatırlatma ve uyarı taşıyan bir hitaptı. Bu ayetle, Resûlüllah’ın mevcut durumunu gözden geçirmesi ve değiştirmesi emredildi: O, ‘korku/endişe örtüsüne” bürünmekten vazgeçmeli; artık evine, düşüncelere kapanmaktan kurtulup yanlış inançları ve cahili hayat tarzları içinde bocalayan insanları, vahyolunan mutlak doğrularla uyarıp bilgilendirmeli ve eğitmeliydi. Görevinin ilk günlerinde durumu böyle olan Resûlüllah, öyle mükemmel şekilde yetiştirildi ki, müminlerin bir kısmını Habeşistan’a gönderirken veya daha sonra tüm müminleri Medine’ye gönderirken Mekke’de her türlü tehlikenin ortasında yalnız kalmaktan hiç çekinmedi, korkmadı. Çünkü Rabbi O’nu eğitip yetiştirdi. Bu nedenledir ki Mekke’nin zorba müşrik liderlerinin zorlaması nedeniyle sevgili amcası Ebu Talib kendisinden davasını terk etmesini istediği zaman en ufak tereddüt göstermeden ‘Ey amca! Vallahi bu davayı bırakmam için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de vazgeçmem. Allah bu dini ya hâkim kılar ya da ben bu uğurda ölürüm’ dedi. Hâlbuki bu tavır risalet sürecinin ilk günlerindeki elçi için kolay şey değildi.
Madem örneği cesaret eğitimi konusunda verdik. Bu konuda her zaman ilgimi çekmiş şu örneği de hatırlayabiliriz. Hicretin ilk günlerde Medine’de bazı korku ve sıkıntılar yaşandı. Dost ile düşmanın henüz açıkça belli olmadığı o günlerde duyulan korkuları haksız bulmak mümkün değildi. Öyle ki, Resûlüllah’a gelerek ‘Acaba silahlarımız yanımızda olmadan geceleri korku duymadan, güven içinde geçireceğimiz; yüce Allah’tan başka hiç kimseden korkmayacağımız günler gelecek mi?’ diye soranlar olurdu. Enes b. Malik’in verdiği bilgiler, o sıra Müslümanların yaşadığı bazı korku ve endişelerden ayrıntılı bir şekilde haberdar eder. Enes b. Malik şöyle anlatır: ‘Medine de bir ses, ne olduğu belli olmayan bir gürültü duyulursa Resûlüllah herkesten önce atına atlar ve yine herkesten önce oraya giderdi. Bir gece Medineliler bir bağırtı duyup korkmuşlar, bu bağırtının sebebini de anlamak istemişlerdi. Ancak hiç kimse cesaret edip gürültünün geldiği yere gidemiyordu. Bir süre sonra bazıları cesaretlerini toplayıp bağırtının geldiği tarafa doğru gitmeye karar verdiler. Ancak o sırada Resûlüllah’ın atının çıplak sırtına binmiş, kılıcı da elinde olduğu bir hâlde son sürat o taraftan geldiği görüldü. Bir yandan insanlara evlerine dönmelerini söylerken, bir yandan da: ‘Korkmayın, korkmayın’ diyordu. Anladık ki o herkesin korku içinde ne yapacağını bilemediği bir zamanda elinde kılıcıyla muhtemel tehlikenin üzerine tek başına gitmişti.’
Bu tespit, Resûlüllah’ın davet sürecindeki ve tebliğ yöntemindeki tutum ve tavırlarının gelişmesi konusuna da teşmil edilebilir mi?
Elbette. Mesela, Resûlüllah’ın insanlara yaklaşım tarzı konusunda eğitilmesiyle ilgili olarak İbn Ümm-ü Mektum olayı hatırlanabilir. Bilindiği gibi, Resûlüllah Mekke’nin müşrik liderleriyle görüştüğü sırada iki gözü de görmeyen İbn Ümm-ü Mektum yanlarına geldi; Resûlüllah’a yakalaşarak: ‘Ey Allah’ın Resulü! Beni, Allah’ın sana öğrettiklerinden haberdar et; bana Kur’an oku’ dedi. Resûlüllah, onun bu isteğine aldırmadı; eşrafla konuşmasına devam etti. İbn Ümm-ü Mektum isteğini tekrar dile getirdi. Resûlüllah, eşrafın ilgiyle kendisini dinlediği bir anda, sıradan ve üstelik kör birisinin böylesine ısrarlı bir şekilde sözünü kesmesinden hoşlanmadı ve onu duymazlıktan gelerek eşrafla konuşmasını sürdürdü. Ama İbn Ümm-ü Mektum ısrarından vazgeçecek gibi değildi; isteğini tekrarladı. Resûlüllah, onun ısrarı nedeniyle eşrafla konuşmasını sürdürmekte zorlandı ve buna canı sıkılmış bir halde yüzünü ekşitip, İbn Ümm-ü Mektum’a sırtını dönerek, eşrafa anlatmakta olduğu konuya devam etti.
Evet, Resûlüllah İbn Ümm-ü Mektum’u dikkate almamıştı. Çünkü risâletin o günlerinde eşraftan bazı kişilerin İslâm’a girmesi halinde İslâm davetinin kolaylaşacağını ve diğer insanların daha kolay İslâm’a gireceklerini düşünüyordu. Yani İbn Ümm-ü Mektum gibi iki gözü de görmeyen, başkalarına muhtaç olan ve hiç kimse üzerinde etkisi bulunmayan biri yerine Utbe b. Rabia, Ebû Cehil, Umeyye b. Halef veya Abbas b. Abdülmuttalib gibi birinin İslâm’a mensup olmasını daha fazla önemsiyordu. Bu, her toplumsal hareketin liderinin veya o hareket mensuplarının düşündüğü, tamamıyla davanın menfaatini önceleyen bir düşünceydi. Resûlüllah düşünüyordu ki, güçlü adamlar davayı güçlü kılarlar. Ancak bu tamamen beşerî bir düşüncedir. İnsanları yeteneklerine veya özürlü olup olmadıklarına göre ayırmak ancak insanlar açısından bir anlam ifade eder. Allah katında ise insanlar bu şekilde ayrılmaz ve değerleri bu şekilde belirlenmez. Allah katında önemli olan, kimin ilâhî hakikatleri kabule ve kabul ettiklerini uygulamaya daha istekli olup olmadığı ve bunlar doğrultusunda yaptıkları veya yapmadıklarıdır. Resûlüllah ayetlerle adım adım yetiştirilmesi sürecinde insanların değerleriyle ilgili olması gereken ölçüyü bu vesileyle öğrendi. İbn Ümm-ü Mektum’a kulak asmayıp sırtını dönen Resûlüllah, Mekke eşrafına mesajını anlatıp yanlarından ayrılırken Abese sûresi vahyolundu. Ayetler Resûlüllah’ı hatalı buluyor ve gerekçesini de açıklıyordu. Resûlüllah ilâhî ihtarla anladı ki, İslâm’ın özel hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Hele, ‘davetin menfaati’ adı altında zengin, siyasal gücü bulunan, toplumsal statüsü yüksek olanlara sırf bu özellikleri nedeniyle değer verme ve onları kazanma gibi özel bir hedef ve niyeti hiç yoktur. Bu din, insanların yolunu doğru kılmak, önlerini aydınlatmak ve gidişatlarının hep doğruya, güzele, iyiye, hayra yönelik olmasını sağlamak ve tüm bunlara kim istekliyse onu ‘esenliğe’ ulaştırmak amacında olan bir dindir. Bu dinin istediği gibi olanlar üstündür, başkaları değil; hem de toplumsal statüleri, cinsiyetleri, ekonomik durumları ne olursa olsun. Resûlüllah bu ilâhi ihtardan sonra İslâm davetini buna göre yürütmeye devam etti. İbn Ümm-ü Mektum’a karşı da özel bir ilgisi oldu; ona hitap ederken, bir özür ifadesi olarak ‘Kendisinden dolayı Rabb’imin beni ihtar ettiği kişi’ demeyi tercih etti. Hatta onu, askerî sefere çıkarken, on üç defa kendi yerine vekil tayin ederek Medine’de bıraktı.
Sayın hocam, konu davet metoduna gelmişken; kitabınızda -kitabın ismini de hatırlatır tarzda- İslam davetinin geçmişteki örnekleriyle ilgili bölümler var. Mesela; Hz. İbrahim’in veya Hz. Musa’nın risalet sürecini de ele alıyorsunuz. Hz.Muhammed (s)’in davet sürecini diğer bazı peygamberlerin davet süreciyle birlikte incelemenizin sebebi nedir?
Bu sorunuzun cevabı Kur’an’ın bir özelliğiyle ve bu özelliğin Resûlüllah’ın davet sürecinde yerine getirdiği işlevle ilgili. Risalet sürecinde sadece müminlerin değil, evrensel İslam davetinin son halkasındaki ilk mümin olarak Resûlüllah’ın da vahiy ile bilgilendirildiği ve eğitildiğini söylemiştim. Hatta ebedi hakikatlerin kendisine vahyolunduğu kişi olmasının yanı sıra, örnek olması sebebiyle Resûlüllah’ın öğretilme ve eğitilme süreci diğer müminlerinkinden öncedir. Kur’an risalet sürecindeki müminleri ebedi hakikatler ve en güzel hayat tarzı konusunda eğitirken sadece teorik ilke ve ölçüleri bildirmemiştir. Özellikle hakikat-batıl veya bir diğer ifadelendirmeyle tevhid-şirk çatışmasının hiç değişmeyen ve bu yönüyle evrensel olan özellikleri konusunda; ayetlerin doğru anlaşılması konusunda; tutum ve davranışların olması gereken biçimleri konusunda geçmişin hakikat elçilerinin şahsında somut örnekler vermiştir. Bu özelliğiyle de bizzat Resûlüllah ve çevresindeki müminler için sadece teorik ilkeleri sunan ve hayatla, yaşanan gerçeklerle pek bağlantısı olmayan veya istenen hayat tarzının ölçülerinin ne ve nasıl olduğuyla ilgili hususları muhataplarının anlayışlarına bırakan bir kitap olmamış; her şeyi her türlü tereddüdün ötesinde doğru anlaşılacak şekilde geçmişteki somut örnekleriyle açıklamıştır. Kabul etmek gerekir ki hakikatin bilgisinin ve gereklerinin neler olduğunun anlaşılması tamamıyla insanların akıl ve anlayış güçlerine bırakılsaydı hakikat bulanır, ölçü kaybolurdu. Çünkü herkesin akıl ve anlayış gücü birbirinden farklıdır. Bu risalet sürecinin müminleri için ilahi bir lütuf olduğu gibi, tüm zamanların müminleri için de paha biçilmez bir ilahi lütuftur; bizler içinse çok daha önemli ve değerlidir. Çünkü bilmemiz gerekenleri, neleri nasıl yapmamız gerektiğini, durum ve duruşumuzun nasıl olması gerektiğini, Kur’an’ın geçmişten verdiği örneklerin yanı sıra, Resûlüllah’ın ashabının söz ve uygulamalarıyla daha doğru şekilde bilme ve uygulama imkânına sahibiz. Bu açıdan da Kur’an’ı anlayamama, hakikati kavrayamama gibi bir mazeretimiz söz konusu değildir.
Şimdi sorunuza gelirsek: Allah vahiyle Resulünü sürekli bilgilendirdi. Kur’an geçmişten verdiği örneklerle Resûlüllah’ın ve diğer müminlerin hangi aşamada nasıl davranmaları, ne demeleri, neyi nasıl anlamaları gerektiğini açıkladı. Dolayısıyla Hz.Muhammed’in risaleti, önceki resullerin risalet süreçlerinde örnekliğini bulan bir süreçtir. Resûlüllah’ın yaptıklarının modeli Kur’an’ın açıkladığı diğer hakikat önderlerinin yaptıklarıdır. Yani Resûlüllah’ın neyi niçin yaptığını doğru anlamak isteyenlerin Kur’an’ın bildirdiği şekli ve oranıyla önceki peygamberlerinin davet süreçlerini dikkate almaları gerekir. Bu bakımdan çalışmamda, çok yoğun olmamakla birlikte, risalet sürecindeki bazı önemli aşamaların değerlendirmesini yaparken o aşamanın modeli olarak diğer peygamberlerin risalet süreçlerine atıfta bulunarak Resûlüllah’ın vahiy üzerinden sahip olduğu modellerine dikkat çekmeye çalıştım. Bu konuda örnek olarak şu hatırlanabilir: Mekke döneminde müminlerden bir kısmı Habeşistan’a -üstelik iki kez- hicret etmelerine karşılık Resûlüllah davetin önderi sıfatıyla tehlikelerin hedefi olmasına rağmen Mekke’de kalmayı tercih etmişti. Resûlüllah görünüşteki tüm tehlikelere ve beşer aklının “Önce davetin önderi gitmeliydi. Çünkü davetin varlığı onun varlığına bağlıdır” demesine rağmen Mekke’de tehlikelerin ortasında kalmasının nedeninin Kur’an’ın emri olduğunu, Resûlüllah’ın bireysel tercihi olmadığını anlıyoruz. Allah, ilahi izin olmadan davet mekânını terk eden Hz.Yunus’un şahsında Resulünü ‘Sen Rabb'inin hükmüne sabret. Balık sahibi (Yunus) gibi olma...’ (Kalem, 68:48) diyerek uyarmış ve gerekli talimatı vermiştir. Dolayısıyla şunu diyebilirim ki, Hz İbrahim’i, Musa’yı, Hud’u, Nuh’u bilmek -elbette ki Kur’an’ın anlattığı biçim ve muhtevayla- Resûlüllah’ı, Resûlüllah’ın yaptıklarının nedenlerini bilmektir. Bu nedenle diğer siyerlerden farklı olarak, çalışmamda sadece Resûlüllah’ın risalet sürecini anlatmadım. Aynı zamanda gerekli yerlerde sürecin o şekilde gerçekleşmesinin Kur’an’î referansı olarak önceki peygamberlerin davet süreçlerine de dikkat çektim.
Hocam son olarak, çok önemsediğim bir soru var: Asr-ı saadet, ulaşılması mümkün olmayan bir ütopya mı, yoksa model alınarak tekrar inşa edilebilir bir süreç mi?
Risalet sürecinin veya yaygın ve güzel isimlendirmeyle saadet asrının bir ütopya olduğu söylemez. Çünkü ütopya insan zihninin ürettiği ve gerçekliği bulunmayan bir şeydir; hayaldir, tahayyüldür. Ütopyaların geçmişte bir gerçeklikleri söz konusu olmadığı gibi gelecekte de gerçekleşmeleri mümkün değildir. Zira hayatla, hayatı şekillendiren ve Kur’anî terminolojiyle sünnetullahla ilgisi bulunmayan tasavvurlardır. Bir benzetmeyle ifade etmem gerekirse, sıvıların akmadığı, katıların akışkan olduğu, yerçekimine rağmen nesnelerin herhangi bir dış etki olmaksızın havada asılı kaldığı, canlıların kendi türlerinin dışında şeyler yavruladıkları, taşların akıllı varlıklar gibi davranışlarda bulunduğu, ağaçların yürüdüğü fantastik bir filmin senaryosundan farksız bir şeydir. Hâlbuki Asr-ı saadet yaşanmış bir şeydir; tahayyül edilen bir şey değil; insanlığın tanıdığı tarihi bir gerçektir. Bu özelliğiyle de bütün ütopyalardan ayrılır. O bir ütopya değil, bir prototiptir; yani ilk ve gerçekleşmiş ideal örnek.
Asrı saadeti bir ütopya olmaktan çıkaran hususiyetleri biraz açar mısınız?
Asr-ı saadet gerçek oluşuyla ütopyalardan ayrılır. Çünkü insan ve toplum gerçeğine dayanır. Ütopyalar, insan oluş gerçeğine, varoluş gerçeğine aykırı bir kurguya sahiptirler. Örneğin mensuplarının tamamının mal-mülk edinme duygularını yok ettikleri ve herkesin sadece başkasının iyiliğini düşündüğü, hiç kimsenin hiçbir şekilde yanlış davranışta bulunmadığı, her zaman sadece adaletin geçerli olduğu, kötülüklerin hayattan kovulduğu bir toplum inşa edilebilir mi? Bu insanın yaratılış hakikatine, mayasına aykırıdır. Gönlümüzden “keşke böyle olsa” diye geçebilir. Ama bu durum insanın yaratılış gayesine, iyi ile kötünün ayrışması esasına dayanan imtihan şartına aykırıdır. Önemli olan ütopyalar, tahayyüller değil; önemli olan nefsinin kötülük fısıltılarına rağmen hakikati, doğruyu, güzeli tercih edebilen bireyler yetiştirebilmek; İblis’e yandaş olma eğiliminde bulunan veya bunu uygulamaya dönüştürenlere rağmen toplumda adaleti gerçekleştirebilmek; hakikati batıla, güzellikleri çirkinliklere, doğruları yanlışlara rağmen hâkim ve güçlü kılabilmektir. İşte bu hem varlığın, hayatın ilkelerine hem de yaratılış gerçeğine uygundur. Bu açıdan asr-ı saadet bir ütopya değil yaşanmış bir gerçektir; tasavvur edilemeyecek kadar mükemmel bir gerçek. Zira asr-ı saadeti inşa eden Kur’an hiçbir şekilde insanların zihinlerinde bir ütopya kitabı olarak yer almadı. O, insanlığın bireysel ve toplumsal hayatında her zaman açığa çıkabilen temel problemlerin çözümlerini verdi ve asr-ı saadet bunların gerçekleşmesi ile oldu. Peki bunun tekrarı olabilir mi? Muhteva itibarıyla evet; insanlığın bireysel ve toplumsal hayatında gerçek esenliği tekrar elde etmesi anlamında evet. Zira asr-ı saadet’te dosdoğru ve en güzel hayat tarzının özelliklerini açıklayan Kur’an, aynı şeyi gerçekleştirme çabalarına referans oluşunu aynen devam ettiren bir kitaptır; yeter ki kendisine kendisinin istediği şekilde uyulsun. O, saadet asrında sadece bir teori kitabı olmadı; hayatın kendisine yöneldi ve bildirdiklerinin doğruluğunu bizzat hayatın içinde yer alarak gösterdi ve akledebilenler için hâlâ gösteriyor; yeter ki akledebilenlerden olalım. Unutmayalım ki O, herhangi bir kitap değil, Kur’an’dır; Allah’ın insanlara lütfettiği hidayet rehberidir, insanlığın tutunabileceği en sağlam ve en güzel tutamağıdır. O’nu tutanlar bahtiyar olurlar. Kısacası eğer ona uyulur, onun gösterdiği istikamete, onun bildirdiği ve elçisinin açıklayıp uyguladığı gibi gidilirse dünya her zaman yeni asr-ı saadetlere tanık olur.
(Röportaj: Abdurrahman Emiroğlu / Umran Dergisi)