Şükrü HÜSEYİNOĞLU

07 Temmuz 2010

RASULULLAH NİÇİN HABEŞİSTAN’A HİCRET ETMEDİ?

Cahiliye dönemi Mekkesinde, şirk inançlarını benimsemeyen ve yüce Allah’ı tek ilah olarak bilip O’na aracısız ibadet ve dua edilmesi gerektiğine inanan Haniflerin varlığı bilinmektedir. Bununla birlikte Haniflerin, Mekke oligaşisince bir sorun olarak algılanmadığı, toplum içinde bir çeşni olarak değerlendirilip herhangi bir baskıya maruz bırakılmadığı görülmektedir. Oysa aynı Mekke oligarşisi, ilk olarak Hira’da muhatap kılındığı Rabbani mesajlarla Mekke’ye dönen ve “kalk ve uyar” emr-i İlahisi gereği İslam davetine başlayan Hz. Peygamber’e daha ilk günden cephe almıştır.

 

Mekke oligarşisinin bu iki farklı tutumunu anlamak zor değildir. Zira Hanifler, şirke dayalı inanç ve uygulamalardan uzak durmakla birlikte, Mekke’deki egemenlik ilişkilerine yönelik bir itiraz yükseltmiyor, şirk sisteminin sömürü ve haksızlıklarına karşı bir başkaldırı çağrısı yapmıyordu. Kısacası bireysel olarak şirk inançlarından uzak durmakla birlikte, şirkin belirleyici olduğu toplumsal hayata ve egemenlik ilişkilerine müdahil olmayan bir tutumu temsil ediyorlardı. Dolayısıyla Mekke oligarşisi açısından bir sorun teşkil etmiyorlar, toplum içinde çeşni olarak görülüyorlardı.

 

İslam daveti ise, şirk inanç ve uygulamalarına itirazın ötesinde Mekke’de bu inançlara dayalı olarak hüküm süren oligarşik yapıya ve bu yapının sosyal, siyasal ve iktisadi zulümlerine yönelik güçlü bir itirazla ortaya çıkmış ve âlemlerin Rabbi’ne rağmen bir egemenlik iddiasının küfür ve tuğyan olduğunu ilk günden dillendirmeye başlamıştır. İslam daveti bu şekilde doğrudan egemenlik ilişkilerini konu edindiği için de Mekke oligarşisini ilk günden itibaren rahatsız etmiş ve İslam davetine karşı dozajı giderek artan engelleme girişimleri başlamıştır.

 

Mekke oligarşisinin baskılarının dayanılmaz hal aldığı risaletin 5. yılında Hz. Peygamber, bir grup Müslümana, inançlarına bağlı bir İsevî kral tarafından yönetilen ve insanların hukukunun gözetildiği Habeşistan’a hicret etmeleri talimatını vermiştir. Ardından da bir yıl sonra Habeşistan’a ikinci bir kafilenin hicreti gerçekleşmiştir. Habeşistan Kralı Necaşi, Mekke oligarşisinin muhacirlerin iadesi talebini reddetmiş ve Medine’de İslam’ın iktidarı tesis edilene kadar Mü’minlerin Habeşistan’da huzur içinde yaşamalarını temin etmiştir.

 

Bu noktada akla şu soru gelmektedir: Hz. Peygamber niçin bir grup Mü’mine tavsiye ettiği Habeşistan hicretini kendisi ve Mü’minlerin tamamı için uygun görmemiştir? Niçin Habeşistan’a hicreti tercih edip rahat bir hayat ve davet imkânına kavuşmaktansa, Mekke’de ateş çemberinde kalmayı yeğlemiş ve Taif ve Yesrib seçeneklerini zorlamıştır?

 

Bu soruların cevaplarını aradığımız zaman, Hz. Peygamber’in iktidar iddiası merkezli bir strateji takip ettiği ve bu sebeple Habeşistan’daki mevcut iktidara sığınarak iktidar iddiasından vazgeçmek yerine, İslam’ın iktidarını tesis edeceği bir coğrafya arayışına girdiği anlaşılmaktadır.

 

Nitekim bu arayışı, risaletin 11. yılında Yesrib’den Mekke’ye Hacc ibadeti için gelen Yesribli bir grup müşrik Arap’la yaptığı görüşmeyle sonuç verecek bir noktaya gelmiş ve Hz. Peygamber’in davetine icabet edip İslam’la şereflenen 6 kişilik bu Yesribli heyetin bir sonraki sene yine İslam’la şereflenen 6 kişiyi de yanlarına alarak Akabe mevkiinde Hz. Peygamber’e biat etmeleriyle İslam’ın iktidarına giden yolda önemli bir mesafe kaydedilmişti. Daha sonraki yıl yine Hacc mevsiminde Mekke’ye gelen 75 kişilik Yesribli Mü’min grubuyla gerçekleştirilen 2. Akabe biatıyla, Yesrib’de İslam’ın iktidarının altyapısı tamamlanıyor, ardından Hz. Peygamber’in de Yesrib’e (Medine) kendisine itaat edilme şartıyla hicretiyle İslam’ın iktidarı tesis edilmiş oluyordu.

 

Bugün, mevcut laik-seküler sistemler içerisinde bireysel ibadetlerine hayat hakkı tanınmış, iktidar iddiası olmayan, egemenlik ilişkilerine müdahale etmeyen bir İslam algısını savunanların, Hz. Peygamber’in yukarıda özetlemeye çalıştığımız stratejisi üzerinde düşünmelerinde fayda vardır.