Şükrü HÜSEYİNOĞLU

08 Ocak 2020

SANDALYELER KALDIRILINCA CÂMİLER ASLINA DÖNMÜŞ OLDU MU?

Geçtiğimiz ay (Aralık 2019) Türkiye’nin gündeminde yer alan konulardan biri de, Diyanet kurumunun câmilerden sandalye ve sıraların kaldırılması yönünde il müftülüklerine gönderdiği genelge oldu. Bu genelgeye göre câmilerde ayrı bir bölüm olarak teşkil edilen oturaklar ve sandalyeler kaldırılacak ve yaşlı, hasta ve özürlüler eskiden olduğu gibi ya yerde oturur halde ya da katlanır taburelerde saf düzeni içerisinde yerlerini alacaklardı.

Bazı câmilerde ayrı bir bölüm teşkil edecek şekilde yaygınlaşan, dolaysıyla saf düzenini bozan ve giderek gerçekten de yer yer kiliseleri andıran görüntülerin oluştuğu, yaşlı, hasta ve özürlüler için câmilere konulan sıra sıra sandalyeler ve yerleştirilen otoraklar konusu uzun süredir kimi çevrelerce ciddi bir itiraz hususu olarak gündeme getiriliyordu.

“Câmiler kilisiye dönüşmesin” şeklinde özetlenebilecek bu itirazlar, İslam’ın mâbedi olarak mescidin/câminin ontolojik anlam ve yapısıyla, namazın rükunları (şekil şartları) dikkate alındığında tamamen haklı bir zemine oturuyordu. Üstelik de mevcut Hükümet’e destek veren güçlü çevrelerce dile getirilmesine rağmen bu itirazlara bunca yıldır kulak tıkanıp, mesele ciddi bir boyuta geldiğinde birden bire genelge yayınlanıp, kamuoyuna da büyük bir adım atılıyor, çok ciddi bir yanlışın önüne geçiliyor şeklinde arz ve aksettirilmesi doğrusu düşündürücü olmuştur.

Sanırız konunun bu boyuta gelmesinin beklenip, dolayısıyla “çözümün” de ciddi bir toplumsal destek ve sempatiye tahvil edilecek şekilde gündeme getirilmesi, klasik politikacı reflekslerinin Diyanet kurumu yöneticilerine de sirayet ettiği şeklinde yorumlanmaya çok müsaittir. Büyümeden kolaylıkla çözülebilecek kimi toplumsal meselelerin belli bir boyuta gelmesinin beklenip, ardından çözümün devreye konulmasıyla kurtarıcılık ve kahramanlık pozisyonu kazanılarak, bunun toplumsal desteğe tahvil edilmesi yabancısı olunan bir taktik değildir.

Bu meselenin bir boyutu. Meselenin bir diğer ve asıl boyutu ise, bu genelge üzerinden estirilen “Câmiler aslına döndü” şeklindeki zafer havasıdır. Câmiler bu genelge ile aslına dönmüş müdür, bu sorunun cevabı tabii ki kişi veya topluluklarının meseleye nereden baktıklarına bağlı olarak değişecektir.

Câmileri salt, hayattan ve hâkimiyet ilişkilerinden bağımsız bir “ritüel mâbedi” olarak algılayan bir yaklaşım açısından evet bu genelge, câmilerin şeklen kiliseye dönüştürülmesi tehlikesini ortadan kaldırmıştır ve dolayısıyla “câmiler aslına dönmüştür.”

Fakat mescidlerin/câmilerin kiliseler gibi hayattan kopuk bir “ritüel mâbedi” değil, hayatın merkezinde olan ve inşa ettikleri cemaat eliyle hayatı Rabbani ölçülerle inşa eden bir hakikat ve hâkimiyet menbaı olduğu bilincinde olanlar için durum hiç de böyle değildir, söz konusu genelgeyle de böyle olmamış, câmiler maalesef aslına dönmüş değildir.

Zira, laik-kemalist rejimin kuruluşuyla birlikte “dine bağlı devlet” anlayışı yerine, “devlete bağlı din” mantığının câri kılınması gayesiyle teşkil edilen Diyanet kurumu eliyle câmiler, laik-kemalist düzenin vesayeti altında tutulmaktadır ve mevcut hal ve işleyişleriyle bir “ritüel mâbedi” kimliğine mahkûm edilmiş bulunmakta, dahası Allah’ın bildirdiği bütünlükte ve mahiyette değil, düzenin ihtiyaçları ve izin verdiği çerçevede bir dinin anlatıldığı, propaganda edildiği mekanlar olarak İslam’ın hâkim değil, mevcut cahiliye düzenine payanda mahkûm bir din muamelesine tâbi tutulmasına hizmet eder durumdadırlar.

Dün olduğu gibi bugün de câmilerde “kontrollü bir din” anlatılmakta, hangi kavramların ve konuların konuşulup konuşulmayacağı, konuşulacaksa hangi bağlamda konuşulabileceği hep Ankara’dan politik kararlarla belirlenmektedir.

Câmilerde ve oraalrda icra edilen vaaz ve hutbelerde kesinlikle gerçek gündemler konuşulmamakta, zaman zaman gündemle ilgili konulara yer verilse de bu ya düzenin ihtiyaçları çerçevesinde ya da onun bâtıl paradigma ve işleyişine zeval oluşturmayacak bir düzlemde dile getirilmektedir. Mesela son birkaç ayın Türkiye’deki önemli gündem maddelerinden olan meş’um “İstanbul Sözleşmesi” ve 10 Kasım’daki seküler ta’zim ve tapınma uygulamaları câmilerdeki vaaz ve hutbelerin hiçbir şekilde gündeminde olmadı. Oysa câmiler, şirke ve münkere karşı nehyi anil münker ve emri bil marufun merkezleri olmalıdırlar.   

Hal böyle iken, sözünü ettiğimiz genelge üzerinden “câmilerin aslına döndüğü” propagandasının yapılması, asıl gerçeği, câmiler üzerindeki resmî vesayeti yok saymaktan ve hatta perdelemeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Mescidlerin/câmilerin aslına dönmesi ancak, Asr-ı Saadet’teki konum, işlerlik ve işlevselliklerine kavuşmalarıyla mümkün olacaktır.

İslam’ın Mâbedi, Kitab’ı ve İbâdeti, Hayatın Merkezindedir

İslam bilindiği üzere bir mâbed dini değil, bütüncül hayat nizamıdır. İslam’ın insanlığa öğrettiği Rab ve İlah, muharref dinlerde olduğu gibi salt göklerin ve mâbedlerin rabbı ve ilahı değil, Âlemlerin Rabbi’dir. Yaratan olduğu gibi, emredendir de.[1] Mâbedlerin olduğu gibi çarşı-pazarın da, parlamentoların da, soskakların-caddelerin de, evlerin-işyerlerinin ve okulların da Rabbidir.

Hakeza İslam’ın hidayet rehberi Kur’an, bir mâbed ve ritüel/âyin kitabı değil, hayat kitabıdır. Yeryüzünde insanlar hevalarına göre değil, Rablerinin yol göstericiliğine göre yaşasınlar, ferdi, ictimai, siyasi, iktisadi tüm iş ve ilişkilerini onun rehberliğinde belirlesinler ve kendiisyle hükmedilsin diye[2] inzal edilen bir kitaptır.

İslam’ın elçisi olan Muhammed (a.s.) da bir mâbed görevlisi, ruhban değil, İslam’ın hakikatlarının yeryüzünde hâkim kılınması dâvâsının öncülüğünü yapmış, eminliği gibi emirliğiyle de kıyamete kadar insanlığa örneklik teşkil edecek bir hayat ve mücadelenin temsiliyetini yerine getirmiş, arkadaş, eş, baba, tâcir, komutan, devlet başkanıdır.

Ve İslam’ın mâbedi… Mescidler/câmiler de asla hayattan, çarşı-pazardan, parlamentodan, sosyal-siyasal işleyiş ve egemenlik ilişkilerinden soyutlanmış veya bu işleyişlere bağlı-bağımlı ritüel/âyin merkezleri değil, hayatın merkezinde, hayatı Rabbani ölçülerle inşa etmeyi gaye edinen bir işlevselliğin mekânlarıdır.

Nitekim Rasulullah (a.s.)’ın Yesrib’e hicreti sonrası orayı İslam’ın hâkim olduğu bir şehir, Medine haline getirmenin ilk adımı olarak Mescid-i Nebevi’yi inşa etmiş, şehir çarşı-pazarı ve diğer kurumlarıyla bu mescidin etrafında dizayn edilmişti. Sonraki dönemlerde İslam şehirlerinin de hep bu şekilde, mescid/câmi merkezli olarak planlanıp inşa edildiğini görmekteyiz.

Şimdilerde Türkiye örneğinde bir taraftan devasa câmiler yapılırken aynı zamanda diğer taraftan devasa stadyum ve devasa AVM’ler yapılıyor olması, hayatın ve hayata dair değer yargılarının parçalanması dolayısıyla mescid/câmi merkezli tevhidi bir sosyal hayat yerine, farklı merkezlere bölünmüş şirk esaslı bir sosyal hayatın varlığına işaret etmektedir. Tek parti dönemindeki câmilerden tamamen yalıtılmış jakoben laik sosyal hayat dayatması ayrı bir bahis mevzuu.

Formun Düzeltilmesi, Normdan Sapmaları Meşru Kılmaz

Esas ve usul, norm ve form birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğerinin de olmayacağı iki husus. Hatta Mecelle’de bir İslami kaide olarak yer alan “Usul esasa mukaddemdir” ifadesi, usulün/formun önemine yapılan bir vurgu olarak dikkate değer. Zira ususlden/formdan sapma, kaçınılmaz olarak esastan sapmaları da beraberinde getirmektedir. Ki biz bu durumu, son 17 yıllık süreçte İslami mücadele usulsüne dair Kur’ani ölçüler ve bu ölçülere dayalı Nebevi temsiliyet çizgisinden sapmaların giderek esastan, cahiliye düzenlerinin akidevi temelde reddi ve İslam’ın hâkimiyet/devlet iddiası gibi asli ilkelerden uzaklaşmaları da beraberinde getirdiğini gördük.

Konumuz itibariyle ifade edecek olursak, câmilerde sıra sıra sandalye veya oturaklarla saf düzeninin bozulması, usul/form açısından gerçekten de ciddi bir sapmaydı. Usul/form; namaz, oruç, hac gibi belli bir form ve zamanla mukayyed ibâdetler açısından olmazsa olmazdır. Namazda kıble yerine bile bile başka bir yöne yönelmek, önce secdeye gidip ardından rükuya varmak, Kur’an kıratı namazın bir rüknu olduğu halde, ilk parti döneminde dayatıldığı gibi Kur’an’ın kendisi yerine çevirileriyle namaz kılmaya kalkışmak vs namazı esasta da bozan, iptal eden hususlardır. Dolayısıyla form, normdan ayrı ve bağımsız değildir.

Diyanet genelgesiyle sandalye ve oturaklar kaldırılarak câmilerde saf düzenini bozan önemli bir formel yanlıştan dönülmüştür. Ne var ki, aynı şeyi esas/norm açısından söylemek imkân dahilinde değildir. Yukarıda değinmeye çalıştığımız üzere, câmiler “devlete bağlı din” dayatma ve saptırmasının açık vesayeti altındadır. Câmilerin aslına dönmesi, asıl bu vesayetin sona ermesiyle, “dine bağlı devlet” anlayışı çerçevesinde câmilerin hayatı bütün alanlarıyla Rabbani ölçüler çerçevesinde inşa edecek, bugünkü gibi mahkûm değil hâkim merkezler haline gelmesiyle gerçekleşecektir.

Formel bir yanlışın sona erdirilmesine bakarak, câmilerdeki asıl sorun olan resmî vesayeti görmezden gelecek değiliz. Nitekim benzer bir durumun, Hudeybiye sonrası süreçte de gündeme geldiğini görmekteyiz. Müşrik Mekke oligarşisinin Mescid-i Haram’la ilgili formel hizmetlerini öne sürerek kendilerine meşruiyet sağlamaya çalışmaları karşısında, Rabbimiz şu ayet-i kerimelerle esasa/norma dikkatleri çekmiştir:

“Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı imar etmeyi, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah indinde daha büyük dereceye sahiptirler. Kurtuluşa erecek olanlar da onlardır.” (Tevbe, 9/19-20)

Nasıl ki Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil, Mescid-i Haram’ın hem norm hem de form açısından aslına dönmesi için mücadele etmiş ve nihayetinde Mekke’nin fethiyle bunu başarmışlarsa, bizim de yaşadığımız çağda mescidlerin/câmilerin hem esasta, normatif olarak, hem de form açısından İslam’ın öngördüğü asli işleyiş ve işlevlerine dönmeleri, vesayet altındaki mahkûm kurumlar olmaktan kurtulup hayatı Rabbani ölçülerle inşa dâvâsının merkezleri olmaları konusunda bir gündem ve çabamız olmalıdır.


[1] Bkz: A’raf, 7/54

[2] Bkz: Nisa, 4/105

(Not: Bu makale İktibas Dergisi'nin Ocak 2019 sayısında yayınlanmıştır.)