Şii ve Sünni Müslümanlar arasında yeni bir fıkhın gerekliliği
İslam davetçilerine düşen, yeni bir fıkıh oluşturmaktır. Bu fıkhi anlayış, tüm İslam fırkalarını kapsayacak mahiyette, Sünni-Şii herkesin karşı tarafı aşağılamadan, onun hakkına girmeden, diyalog kapsını aralamalıdır.
M. Muhtar eş-Şankiti
Irak’ta durmadan akan Müslüman kanı, kardeşlerin birbirlerini öldürmeleri, İslam ümmetinin yaşadığı en büyük hastalığın fırkacılık olduğunu ortaya koymaktadır. Medyanın bize Bağdat’tan gönderdiği ölüm konvoylarıyla ilgili haberler her geçen gün cehalet, taassup ve aşırılık hastalığını farklı şekillerde önümüze sermektedir.
Eğer bizden istenilen kalplerin birliğiyse, ortak bir alanda ve aynı havayı teneffüs edebilmek için belli prensipler belirlemeli, bu konuda birbirimize yardımcı olmalı ve farklı düşündüğümüz konularda birbirimize karşı müsamahakâr olmalıyız.
Bu konuda ilk adımı atabilmek için, tarihi anlayış ile şeriatın bakış açısını net bir şekilde ortaya koyabilecek bir yaklaşım sergilenmelidir. Aynı zamanda Müslümanlardan bir kesimin doğru esaslara oturtulmadan bazı durumlarda başvurdukları söylemlerden uzak durulmalıdır. Örneğin ancak Müslümanların birbirilerinin velileri olabileceği şeklinde ortaya atılan söylem bunlardan biridir. Gerçekte Müslümanlar arasındaki velayet ilişkisi, dinden çıkılıp küfre girilmediği sürece varlığını korumaktadır. Müslümanlar arasındaki dostluk sadece dindar fertler, gruplar için geçerli değil, tam tersine bu hak günahkar ve bidat ehli olsa bile iman sahibi olan her Müslüman için varlığını korumaktadır. Öyleyse bize düşen Müslüman olduktan sonra herkese İslam dairesi içinde muamele etmek, karşımızdaki Müslüman’a günahkar ya da bidat ehli olduğu için kâfir muamelesi yapmamaktır. Allah Resûlü’nün (sav) şu hadisi bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Her kim kıblemize yönelerek namaz kılarsa, kestiğimiz hayvanın etinden yerse, o Müslüman’dır, Allah ve Resûlü’nün güvencesi altındadır.” (Buhari)
Müslümanlar arasında birliği sağlayabilmek için tarih süreci içerisinde dinden bağımsız bir şekilde oluşan kavramlardan kurtulmak zorundayız. Ne yazık ki tarih süreci içerisinde belli kesimleri tanımlamak için kullanılan “selefiler” “sofiler”, “Ehl-i Sünnet”, “Şiiler” vb isimler zaman süreci içerisinde değişime uğramış ve günümüz Müslümanların basiretini örten kavramlar haline gelmiştir.
Müslümanların içinde bulunduğu bu karmaşayı yok edebilmek için Kur’an-ı Kerim’e dönüp, onun kullandığı kavramları ön plana çıkarmak gerekmektedir. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de bizi Müslüman olarak tanımlamaktadır:
“Daha önce ve Kur’an'da, Peygamber'in size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için size Müslüman adını veren O'dur.” (Hac/78)
Bu, şeriatın (İslam dini/hukuku) bizim için belirlediği en güzel isimdir ve tarih boyunca Allah’a iman edenlerin ortak ismi olmuştur. Aynı şekilde ister ferdi olsun isterse toplumsal, Müslüman kelimesinden ayrılıp başka şekilde tanımlanan her yeni isim “Ehli Sünnet vel cemaate” nispet edilse bile Kur’an anlayışına göre “grupçuluktur.” Bundan dolayı Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” (En’an/159)
Ne yazık ki Ehli Sünnet ve Cemaate tabi olduklarını iddia ettikleri halde gruplaşan Müslümanlar sayılmayacak kadar çoktur.
Sorumluluk ve özümseme:
Ümmetin geneline muhalif davranan gruplarla ilişkiler konusunda iki görüş var: Birincisi; sorumluluk bilinciyle hareket eden İslam’ın bu konudaki bakışını özümseyen bakış açısıdır. Bu görüşe göre, bu gruplarla diyaloğa devam edilmeli ve yakınlaşma için gereken her şey yapılmalıdır. İkinci görüş ise, bilgiden daha çok söyleme, diyalogdan daha çok gücün etkisine inanmaktadır. Bu gruba göre; karşısındaki insan muvahhid, iyi niyetli, tevil ve cehaletle hareket etse bile bazı konularda muhalif olduğu için tüm ilişkilerin koparılması gerekmektedir.
Günahkar ve bidat ehli Müslüman kabul edildikleri için diğer Müslümanlar gibi kardeşlik ve yardımlaşma hakları devam etmektedir. Hatta Müslümanların bu diyaloğa devam etmeleri şer’i (dini) bir zorunluluktur. Aynı zamanda Müslümana düşen bu insanlara nasihat etmek, onları düştükleri batıklıklardan kurtarmaya çalışmaktır.
İslam ümmeti gerilemeye başladığı dönemlerde, fırkacılık/grupçuluk hastalığına duçar oldu. Bunun bir sonucu olarak ümmetin birliği parçalandı ve bu da düşmana davetiye çıkardı. Ne yazık ki İslam âleminden büyük bir kesim bu kamplaşmada yer aldı. Tahminimce sorumluluk ve özümseme yönteminin gerçek manasında uygulanması halinde Ehli Sünnet, Şia vb gruplar arasında daha olumlu yakınlaşma olacaktır.
Ancak şu an hâkim olan tekfir ve uzaklaştırma fikri, diğer taraftan vahiy ve tarihin birbirine karıştırılması, şahısların konumu ve asıl hedefin yer değiştirmesi, yaşanan çağın doğurduğu şartların göz önünde bulundurulmaması, sahabe asrında başlayıp günümüze kader etkisini devam ettiren siyasi ayrılıkların yanlış yorumlanması ya da bu konudaki cehalet, karşı tarafı yeterince tanımama, zanla hüküm verme vb.. konular bunun önünde büyük bir engel olarak varlığını korumaktadır. “Sahabeler Arasındaki Siyasi İhtilaflar” adlı kitabımda “Fertlerin konumu ve Şerî temel prensipler” başlığı adı altında bu konuları ve çözüm yollarını daha detaylı bir şekilde ortaya koymama çalıştım. (Bu kitap, Çıra Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştır.)
Bazı İslam ülkelerini göz önünde bulundurarak Şia konusuna baktığımızda, olayın artık patlamaya hazır bir volkan gibi olduğunu görürüz. Çünkü bu ülkelerde grupçuluk ruhu hâkimdir ve bu probleme yöneticiler tarafından el atılmadığı sürece fitne ateşi varlığını korumaya devam edecektir. Diğer taraftan bu konu büyük güçler tarafından en kötü şekilde kullanılmak için hazır malzeme olarak varlığını koruyacaktır. Belki de büyük güçler daha da ileri gidecek, azınlıkların korunması, insan hakları adı altında bu ülkeleri bölecek ve bu yolla da bu ülkelerdeki kaynakları kontrolleri altına alacaktır. Aslında olay, bizim yaşadığımız krizi idrak edebilmemiz, başkalarını dışlama fikrinden kurtulmamız, tartışma ve bölünme üslubu yerine, hikmet ve sorumluluk bilinciyle hareket etmemizde düğümlenmektedir.
Kurtuluşu hak eden fırka
Bazı çevrelerden, Rasûlüllah’ın (sav), kurtuluşu hak eden fırkayla ilgili hadisleri öner sürerek, neden bidat ehli olan insanlarla, bidat ehli olmayanları aynı kefeye koyduğum şeklinde bir soru gelebilir.
Helak olacak fırkalar ve kurtuluşu hak eden fırkayla ilgili hadisler eskiden beri tartışmaların odak merkezi olmuştur. Kimi çevreler, bu hadislerden yola çıkarak mezhepleri ya da fırkaları konusunda daha da mutaassıp olmuşlardır. Ancak bu hadisler herhangi bir gruba işaret etmemektedirler, tam tersine delalete ya da kurtuluşa erecek olan fırkaların vasıflarına işaret etmişlerdir. Bu konudaki en meşhur hadisler şunlardır:
"Dediler ki: “Kurtuluşa erecek fırka hangisidir ya Rasûlullah?” Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “O, benim ve sahabemin yolunu takip eden fırkadır.” (Tirmizi)
"Dediler ki: “Kurtuluşu erecek fırka hangisidir ya Rasûlullah?” Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “O, cemaattir”. (Albani, hadisin “Hasenun Liğayrihi” olduğunu söyledi.)
Yine bu konuda gelen zayıf bir hadiste ise Rasûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Büyük grup hariç hepsi dalalet üzeredir.”
Ben, Ehli Sünnet ve Şia’nın tarih süreci içinde bu hadisleri kendilerine nispet etmelerini doğru bulmuyorum. Aynı şekilde günümüzde bazı selefi grupların bu hadisleri kendileri için malzeme olarak kullanmalarına kaşıyım. Rasûlullah (sav) ve Sahabesinin yolunu takip etmeye çalışan her Müslüman kurtuluşu hak eden fırkadandır. Bu fırkanın illa da herhangi bir zamanda ya da herhangi bir mekânda olması gerekmez. Tam aksine herhangi dönemde yaşayan herhangi bir grup bu vasfa haiz olabilir. Bununla birlikte Albani’nin hasen olduğunu söylediği ve “cemaatin” kurtuluşa ereceğini ifade eden hadis, Müslümanların büyük çoğunlunun kurtuluşu hak eden fırkadan oluğu fikrini vermektedir. Ve bu yorum, yaygın olan fırkacılık yorumu yerine bana göre daha uygun düşmektedir.
İş yapma yerine tartışmaların körüklenmesi
Fırkacılık fikri, daha çok bir şeyler yapmak yerine tartışmacılığı ön plana çıkarmaktadır. Bu fırkaların mensupları, bazen vahyi tarihi çatışmalar arasında ikinci plana atmakta ve fertleri yüceltelim derken şeriatın temel prensiplerinden taviz vermektedirler. Çünkü grupçuluk oyunu hiçbir sonuç vermeyen bir oyundur ve bu tartışmalar çoğu kez çatışmalarla sonuçlanmaktadır.
Bundan dolayı Raşit Halifelerin yürüttükleri siyaset krallığa tamamıyla karşı olmasına rağmen, Suudi Arabistan’da kraliyeti savunan yönetim taraftarlarının Raşid Halifeler dönemiyle ilgili binlerce kitap yayınlamalarına şaşırmamak lazım, aynı şekilde saltanat mantığı Cumhuriyetçiliğin temel esaslarına ve belirlediği seçim esasına tamamıyla muhalif olmasına rağmen İran’daki cumhuriyetçilerin Ehli Beyt ve onların yönetim hakları konusunda binlerce kitap yayınlamalarına da şaşmamak gerekir.
Taifecilik ve grupçuluk fikrinin çelişkilerinden biri de, bir tarafı çok yüceltirken diğer tarafı gereğinden fazla aşağılamadır. Şimdi bu konuda birkaç örneğe değinelim: Şeyh Abdulaziz Bin Baz (Allah rahmet etsin) bir fetvasında Ehli Sünnetten bir şahsın Şia’dan birisiyle evlenmesiyle ilgili olarak şöyle demektedir: “Hoş karşılamıyorum.” Diğer tarafta Ayetullah Ali Sistani, Şia’dan birinin Ehli Sünnetten birisiyle evlenmesiyle ilgili olarak şöyle demektedir: “Eğer dalalete düşme ihtimali varsa caiz değil.” İşin garip tarafı, iki fakih de Yahudi veya Hıristiyan bayanla evlenmeyi caiz gören İslam anlayışı ve İslam’ın müsamahakar oluşu üzerine onlarca konferans verebilecek konumdalar!!
İşin garipliğine bakın, İslam başka dinden olan bayanla evlenmeye müsaade ederken, taifecilik mantığı Müslüman olduğu halde farklı fırkadan olan bayanla evlenmeye müsaade etmemektedir.
Tarih süreci içerisinde Ehli Sünnet ve Şia arasında çok ciddi ihtilafların oluştuğunu inkâr ediyor değilim. Ancak ihtilafların olması başkasına karşı müsamahakâr olmamıza engel olmadığı gibi, onları gereğinden fazla kötülememiz anlamına da gelmez. En azından zorunlu durumlarda bazı tartışmaları erteleyebiliriz. Bu konuda aşırıya gitmek, iyi niyetle olsa bile ümmet adına işlenmiş bir cinayettir.
Diğer taraftan dünyanın güçlü ülkeleri, içlerinde farklı birçok dinin mensuplarını barındırdıkları halde, bu ayrılıkları kontrol altına alabilmektedirler. Ancak nedense tam tersine biz mezhepsel ya da grupsal ayrılıkların bizi kontrol etmesine izin vermekteyiz!
İslam davetçilerine düşen, bu konuda yeni bir fıkıh oluşturmaktır. Bu fıkhi anlayış, tüm İslam fırkalarını kapsayacak mahiyette, Sünni-Şii herkesin karşı tarafı aşağılamadan, onun hakkına girmeden, diyalog kapsını aralamalıdır. (Bu makale Faruk Aktaş tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.)