Sınır ötesi harekatın hedefi kim(ler)?
Strateji araştırma kurumları, medya, siyasi partiler ile neredeyse askeri hiyerarşi içinde yeni bir rütbe olarak algılanmaya başlanan Em. Generaller (emekli generaller) tarafından el birliğiyle bölünme paranoyası tazelenmekte, savaş naraları eşliğinde ülke adeta savaş havasına sokulmakta.
Serdar Bülent Yılmaz / Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Başkanı
Türkiye'nin ulus devlet yapılanmasından kaynaklanan iki tarihsel kriz alanı söz konusu. Birincisi jakoben laikçiliğin doğurduğu inanç hürriyeti diğeri de Kürt sorununda mücessem olan etnik sorunlar. Seksen dört yıldır çözülmeyen, çözülmek istenmeyen bu sorunlar derin muktedirlerin siyasete müdahale aracı olarak zaman zaman öne çıkarılıyor. Sorunların çözümü konusunda atılan her adım Cumhuriyetin temel niteliklerini aşındırıcı bir hamle olarak değerlendirilerek engelleniyor. Her normalleşme sürecinde kriz alanları tahrik edilerek sosyal ve siyasal yaşam toplum mühendisliğine tabi tutulup yeniden ayarlanıyor. Bugün de özgürlüklerin önünün açılmaya başlandığı ve sivil anayasa tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde benzer bir durumu yaşıyoruz. "Türk ulusu" ve "Atatürk Cumhuriyeti" adına ortaya konulan hassasiyetler siyaseti ve toplumu esir alıyor. Sivil anayasa çalışmaları da bu "ulusal hassasiyetlerin" yönlendirmesine maruz kalıyor. Vatandaşlık tanımından, başörtüsü sorununa oradan etnik haklara kadar birçok konudaki toplumsal beklentilerden ne kadarının karşılanabileceğini bekleyip göreceğiz. Şu kadarını söyleyelim ki bu konulardaki beklentilerin, derin hassasiyetlerin yol açacağı derin bir hayal kırıklığıyla sonuçlanması ciddi bir olasılık.
SİYASET MUKTEDİRLERDEN KURTULABİLECEK Mİ?
28 Şubat müdahalesinin ters tepmesi ve sonra da AB süreciyle siyasal ve sosyal hayatın normalleşmeye başlamasıyla siyaset üzerindeki etkinliği en düşük seviyesine inen bürokratik vesayet, Şemdinli olaylarından itibaren yeniden toparlanarak aşama aşama koyulaşırken sınır ötesi operasyon dayatması ile zirveleşmiş oldu. Derin muktedirler, AK Parti hükümetinin Kürt sorunu konusunda sivil siyaseti önceleme ve devlet politikasını terk etme ihtimaline karşı ordunun politikasının altını sembolik bazı olaylarla çizme ve kararlılık gösterme yoluna gittiler. Törenlerde askerler tarafından bürokratların fırçalanması, Şemdinli olaylarında çeteye sahip çıkılması, iddianamede Büyükanıt'ın isminin geçmesinden dolayı genelkurmayca zehir zemberek bir bildiri yayınlanması, ordunun terörle etkin mücadele için yasalarda ve özellikle terörle mücadele yasasında "sertleştirme" talebi bu kabilden sembolik çıkışlardı. Hükümetin açılım hedefleyen her demecinden sonra silahlı-sivil bürokratik çevrelerin konu hakkındaki duyarlılığını ve kararlılığını ifade eden açıklamaları da aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bu tavır ve açıklamalar karşısında krize sebebiyet vermeme adına sivil siyasetin sessizliği veya onayı ise militer güçlerin elini güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Son olarak cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında artan müdahalelerin 27 Nisan muhtırasıyla çığırından çıkması, Anayasa mahkemesinin meclis iradesini yok sayan kararı ve cumhuriyet mitingleri sivil siyaset üzerinde tam bir kuşatmaya dönüştü. Bu örneklerin ortak paydası laiklikle beraber ulusçu/milliyetçi zemini tahkim ve tahrik eden bir söylemi öne çıkarmasıydı. 27 Nisan muhtırasındaki, "Ne mutlu Türküm diyene!" anlayışını benimsemeyen herkesi düşman ilan eden vurgu, seçim meydanlarında kalabalıklara "idam ipi atma"lar şeklinde karşılık bulurken diğer yandan sınırötesi operasyon karşıtlığı "Barzanicilik" olarak değerlendiriliyordu. Militer güçler, milliyetçi zeminin gerekliliğini ve bunu besleyen Kürt sorununu böylece yeniden ve yeniden keşfediyordu.
Sonuçlarını, halkın militarizme kırmızı kartı olarak okuyabileceğimiz 22 Temmuz seçimlerinde toplumun, sivil siyasetin temsilcisi olarak gördüğü AK Partiyi yüzde 47 gibi yüksek bir oranla tekrar işbaşına getirmesinin ardından militer kuşatma süreci bu kez sinırötesi operasyon ve bölünme paranoyası üzerinden sürdürüldü. Akl-ı selim ile değil de yoğunlaşan çatışmaların ve asker cenazelerinin yarattığı duygusallık ile yapılan sınırötesi tartışmaları, siyaseti yeniden esir almış görünüyor. Bu arada Kürt-Türk çatışması körükleniyor, bütün bir Kürt halkı PKK ile özdeşleştirilerek geniş toplumsal çatışmaların önü açılıyor.
AK PARTİ'Yİ EHLİLEŞTİRME
Özellikle hak ve özgürlükler alanında toplumun kendisinden ciddi beklentiler içinde olduğu AK Parti hükümeti çeşitli hendeklerden atlatılarak, çeşitli badirelerden geçirilerek bir nevi terbiye ediliyor. Şemdinli olayları ile ilk dersini alan AK Parti son olarak cumhurbaşkanlığı süreci ile de "devletin gerçek sahipleri" ve "oligarşinin derin hassasiyetleri" ile yüzleştirildi. Şemdinli dersi ile siyasete, Kürt sorunu konusunda devlet politikasını terk etmemesi öğretilirken, Cumhurbaşkanlığı krizi ile başlayan ve sınırötesi operasyon tartışması ile devam eden son süreçle de temel devlet politikalarının hükümetler tarafından değil "tarihsel teamüller"ce belirlendiği gösterilmeye çalışılıyor. Bu yönüyle "hükümet işi", yatanın boyunun "çekerek ya da keserek" yatağa göre ayarlandığı mitolojik Procrust yatağına benziyor.
Seçimlerden önce, siyaseti ve seçimleri etkilemek için vesayetçi kesimler tarafından gündemleştirilen sınırötesi operasyon fikri, her ne kadar Kürt oylarını operasyon karşıtı olarak algılanan AK Partiye yönlendirerek ters tepmiş olsa da belli bir halk kitlesi üzerinde etkili olmuştu. Birçok kentte düzenlenen cenaze törenleri ve mitinglerde hesapsızca (belki de hesaplıca) yaratılan "ulusal histeri" Kürt düşmanlığına dönüşerek topyekûn bir halkı hedefe koymakta ve ülkede etnik çatışmalara kapı aralar bir niteliğe bürünmekte. Öyle ki ülkede egemen kılınan nevrotik ruh haliyle sınırötesi operasyona sıcak bakmayanlar vatan haini ilan edilmekte.
Strateji araştırma kurumları, medya, siyasi partiler ile neredeyse askeri hiyerarşi içinde yeni bir rütbe olarak algılanmaya başlanan Em. Generaller (emekli generaller) tarafından el birliğiyle bölünme paranoyası tazelenmekte, savaş naraları eşliğinde ülke adeta savaş havasına sokulmakta. Toplumsal çatışmanın kanalları açılmakta, ortaya güvenlik ihtiyacı çıkarılmaktadır. Tam da bu noktada güvenlik ihtiyacı, silahlı bürokrasinin topluma ve siyasete müdahalesini meşrulaştırıcı bir araca dönüşmektedir.
PKK sorununun çözümünde tek seçenek olarak dayatılan sınırötesi operasyon konusunun akl-ı selim ile ele alınmasını imkânsızlaştıran topyekûn bir akıl tutulması yaşanmakta, hemen herkes cari hamasi söylemden etkilenmekte, muhtemel sonuçları düşünülmeden milliyetçi/duygusal çıkışlar yapılmaktadır. Sonuçta görece özgürlüklerin önünü açan reformların ülkeyi bölecek güçlere yarayacağı anlayışı yaygınlaştırılarak hükümetin eli zayıflatılmaktadır.
MİLİTARİZM NASIL BİTER?
"Militarizmin" yaşam kaynağı "istikrarlı çatışma" ortamından beslenen her türlü korku, güvensizlik, etnik ve ideolojik bilenmedir. Bu amaçla çeşitli "kriz ve çatışma alanları" oluşturarak bunları "sürdürülebilir" kılmaya çalışmaktadır. Bir kriz alanı olarak Kürt sorununun sürdürülebilmesi onun kriminalize edilmesine bağlıdır. Böylece ortaya çıkan bölünme korkusu ve güvenlik ihtiyacı sayesinde militer oligarşi, kendini hayatî bir gereklilik olarak topluma ve siyasete dayatma imkânı bulabilmektedir. Çatışma ve asker cenazeleri üzerinden üretilen milliyetçi histeri, seçimden hemen önceki sosyal tabloda görüldüğü üzere, bürokratik vesayet sisteminin toplumsal tabanını oluşturmaktadır. Diğer yandan şiddet ve zoru mücadele yöntemi olarak kullanan grupların varlığı bu olguyu güçlendirmektedir. Bu noktada şunu rahatlıkla diyebiliriz ki, Kürt sorununun olmadığı bir Türkiye "vesayetçiler" için bir muz cumhuriyeti demektir!
Kürt sorunu, en temelde ulus devlet anlayışından mütevellid bir kimlik sorunudur. Çokkültürlü, çok kimlikli bir toplumda, inkâr ve imha yoluyla ideolojik ve "etnik homojenizasyon"u amaçlayan ulus projesi yarattığı tepkimeyle tam anlamıyla bir "etnik atomizasyon"a doğru hızla yol almaktadır. Kürt sorununu PKK'ye indirgeyen yaklaşımın öne çıkardığı askeri yöntemler çözüm olmak yerine bilakis sorunu derinleştirmektedir. Oysa PKK, yüzyıllık inkâr ve asimilasyonun, katliam ve sürgünlerin yarattığı bir sonuçtur. PKK, Kürt sorununun kriminalize ve terörize edilmiş şeklidir ve Türkiye'de çatışmalardan beslenen kimi çevreler Kürt sorununun hep bu noktada algılanmasını ve ele alınmasını istemektedir.
Akl-ı selimi boğmayı amaçlayan bu herc ü merc içinden yeniden normalleşmeye doğru yol alınabilmesi, tüm toplumsal yapıyı esir alan ırkçı-militer kuşatma ve blokajın kırılması, "yüzde kırk yedi"nin önemini "vesayetçi güçlerden" önce AK Parti kavramasına bağlıdır.
Kabul etmek gerekir ki, son seçimlerde Kürt halkı Kürt sorununun çözümünde AK Partiye siyasal sorumluluk yüklemiştir. AK Partinin yüklenen bu sorumluluğun ağırlığını taşıyıp taşıyamayacağını oligarşi ile ilişkisinin niteliği belirleyecektir. AK Parti hükümeti militarist kuşatmadan kurtulmak istiyorsa öncelikle Kürt sorununu çözmelidir. Bu amaçla başbakan Tayyip Erdoğan'ın Kürt sorunu hakkında dile getirdiği ama Şemdinli sürecinde sekteye uğrayan açılım kaldığı yerden devam etmeli ve siyasi inisiyatif alınarak sorun silahlı bürokrasinin tekelinden çıkarılmalıdır. Kaldı ki, sorunları ve zaafları beslemeye dönük, inkârcı, ayrıştırmacı ve son kertede çatışmacı müdahalelerden kaçınmak bile sorunun çözümü için önemli bir adım olacaktır. (Kaynak: Yeni Şafak)