Şükrü HÜSEYİNOĞLU

12 Aralık 2012

SİYASETİ AKİDEDEN BAĞIMSIZLAŞTIRMAK

Müslümanların tarihinde yaşanan en büyük felaketlerden biri, imanla amelin bağını kopartan Mürcie anlayışının giderek genel kabul gören bir yaklaşım haline gelmiş olmasıdır. Mürcie’nin “Küfürle birlikte yapılan hiçbir itaat nasıl fayda vermiyorsa, imanla birlikte işlenen hiçbir günahın da imana zarar vermeyeceği” şeklindeki yaklaşımı, farklı bir tonda da olsa Sünni paradigma tarafından da benimsenmiştir.

Klasik dönemden bugüne “Ehl-i Sünnet Akaidi” adıyla kaleme alınmış eserlere bakıldığında iman ve amelin iki ayrı cüz olduğundan hareketle “İman kalple tasdik ve dille ikrardır” tanımının yapıldığını ve “Amelsiz imanın makbul olduğu” yaklaşımının savunulduğunu görürüz.

Rabbimizin Kitab-ı Keriminde, imanla ameli birbirinin olmazsa olmazı olarak beyan etmesine, iman ve salih ameli hep bir arada zikretmesine rağmen, iman ve amelin iki ayrı mefhum oluşundan yola çıkılarak, bu mefhumlar arasındaki kopmaz bağ koparılıp atılmıştır.

Bu yaklaşımın neticesi olarak da, Rabbimizin, “İnsanlar yalnız ‘İman ettik’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût, 29/2), “O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O üstündür, bağışlayandır.” (Mülk, 67/2) gibi apaçık beyanlarına rağmen amelsiz, itaatsiz, bedelsiz olarak cennet mükâfatına kavuşma beklentileri oluşturulmuştur.

Son dönemlerde bu yaklaşımın bir benzeri olarak akide ile siyaset arasındaki bağın da koparılmak istendiğini, bu yönde yoğun bir propaganda yapılmakta olduğunu, demagoji ve lafazanlıkla bu iki mefhum arasındaki kopmaz bağın koparılmaya çalışıldığını görmekteyiz.

Daha önceleri bu konularda tevhidi söyleme taraftar olan kimi çevrelerce, keskin bir makas değişimiyle ilk olarak “referandum” tartışmaları çerçevesinde dillendirilmeye başlanan bir söylem olarak akide ile siyasetin bağını kopartan yaklaşım, bizlerin hakkı tavsiye eksenli ikazlarımıza rağmen ısrarla sürdürülmektedir.

Şirk düzeninin şirk anayasasının revizyonuna destek verilmesinin akidevi açıdan mahzurlu olduğunu, zira doğrudan doğruya egemenlik ilişkilerinin merkezinde bulunan bir yasa koyma faaliyetinin söz konusu olduğunu kardeşane bir yaklaşımla ifade etmeye çalışan Müslümanların bu söylemine karşılık, muhalefet ve taraftarlıklarına sistem içi mücadeleye göre konumlandırmaya yönelen, mevcut siyasi iktidarla giderek artan oranda angajman ilişkilerine giren çevreler, konunun siyasi bir konu olduğunu, dolayısıyla da bu konuda takınılacak tutumun akideyle ilgisi bulunmadığını, ictihadi olduğunu söyleyerek tutumlarını meşrulaştırmaya çalışmışlardı.

Biz o dönemde yaptığımız değerlendirmelerde “Hâkimiyet / hükümranlık ve insanların sevk ve idaresini konu alan bir yasa yapım işi bile akide ile bağlantılı değilse, hangi konu akideyle bağlantılıdır?” sorusunu sormuştuk.

Akide nedir?

Tabii bu sorunun cevabını doğru vermek için, önce “akide”nin ne olduğu sorusuna doğru cevap vermek gerekir. Akide; insanın, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah ile, O’nun reddedilmesini emrettiği hususları reddetmek ve kabul edip teslim olunmasını emrettiği hususları kabul etmek üzere yaptığı akitleşmedir. Yüce Allah’ın, şartlarını insanlara Kitab-ı Kerim’inde bildirdiği bu akitleşme, kalple tasdik ve dille ikrarın ötesinde, red ve kabul, imha ve inşa olarak hayat alanlarında pratik karşılıkları olan bir akitleşmedir.

“Kur’an’da Temel Kavramlar” adlı eserinde Ali Ünal bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Allah’a, meleklere, peygamberlere… inandım; namazı kılacak, orucu tutacak, zekâtı vereceğim… Gerektiğinde savaşacak, hırsızlık yapmayacak, yeryüzünde fesat çıkarmayacağım… Ölü eti, kan, domuz eti… yemeyeceğim…’ demek akd’dir, bağlanmadır. Nasıl ahd sorumluluk getiriyorsa, akd de sorumluluk getirir; hatta akd, ahdden daha güçlüdür. Kur’an ‘Ey iman edenler! Akdleri yerine getirin’ (Maide: 1) der. İşte, akdlerin yerine getirilmesi, verilen sözlerin hayata yansıması, akîdenin iman halinde olduğunu gösterir.”[1]

Evet, akide; kalple tasdik ve dille ikrarın ilerisinde insana bağlayıcı ameli yükümlülükler getiren ve hayatın tüm alanlarında pratik karşılığı olan bir mefhumdur. Öyle ki bir mü’min, akidesiz, akidenin sınırlarını gözetmeksizin bir adım bile atamaz. Attığı her adım, yaptığı her amel akidenin onayını aramak durumundadır. Dolayısıyla, son dönemde sıkça tanık olmaya başladığımız, akideyle siyaseti birbirinden bağımsızlaştıran, bu iki mefhum arasındaki bağları koparan yaklaşımlar çok büyük bir sapmadır. Akidesiz, akideyle bağlarını koparmış, akidenin sınırlarına riayet kaygısından uzaklaşmış bir siyaset anlayışının Allahsız, seküler bir siyaset anlayışı olmaktan başka bir anlamı kalmaz.

Bu noktada, akid ile siyaset arasında ayrım yapalım derken ölçü tutturamayıp bu iki mefhum arasındaki bağları koparan ve akideden bağımsız bir siyaset anlayışı önerenlerin yaptığı, klasik dönemde iman ile amelin iki ayrı cüz olduğundan hareketle bu iki mefhum arasındaki kopmaz bağı koparmaya yönelenlerin yaptığının aynısıdır.

Terazinin ayarlarına dokunmayın!

Bir televizyon programında sorulan “Reel siyaset içinde rol alan insanlar Anıtkabir’de tazimde bulunmak zorundadır. Şimdi kendi değer temelli siyaseti türbe karşısında onu tazime geçirtmezken reel siyaset Anıtkabir karşısında tazim duruşuna geçirtiyor. Bunu nasıl çözümleyeceğiz?” sorusuna, yıllardır Kur’an üzerine sohbetler veren, kitaplar neşreden bir yazarın verdiği cevap, akideyle siyasetin bağını koparma ameliyesinin geldiği boyutu göstermesi açısından ibret vericidir. Söz konusu yazar, doğrudan doğruya şirk düzenin temel tapınağındaki şirk ritüellerinin söz konusu edildiği soruya cevabının temelini şu ifadelerle kurabilmiştir:

“Bir kez hakikaten biz siyaseti akaidi konuşur gibi konuşuyoruz. Bu çok yanlış bir şey. Akaidi de siyaseti konuşur gibi konuşmak çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur, siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, fayda ve maliyetler üzerinden konuşulur.”

Tabi bu temele dayandırılan bir cevabın devamı nasıl gelmesi bekleniyorsa öyle de gelmiş, yazarımız Hz. Peygamber’in Nebevi örnekliğini de ilgisiz karşılaştırmalara, bâtıl kıyaslara konu ederek, tam anlamıyla fecaat olarak nitelenecek bir cevapla “Amon tapınağı”ndaki tapınma merasimlerine katılanların durumunu meşrulaştırmayı başarmıştır!

Görüldüğü gibi yazarımız, akide ile siyasetin iki ayrı mefhum oluşundan hareketle, ölçüyü kaçırarak bu iki mefhum arasında asla koparılamayacak olan, koparıldığında Yüce Allah’ın hükümranlığından bağımsızlaştırılan alanlar ihdas edilmesi sonucuna yol açacak olan kopmaz bağı parçalayıp atmakta, akideden, dolayısıyla Allah’tan bağımsız bir siyaset anlayışı vehmetmekte ve bunun savunuculuğunu yapmaktadır.

Bu noktada sormak istiyoruz: Bu nasıl bir akide algısıdır ki, seküler kesimlerin “Din başka, siyaset başka” yaklaşımına benzer şekilde “Akide başka, siyaset başka” argümanını üretebiliyor? Bu nasıl bir akide algısıdır ki, Kur’an’ın temel öğretileri durumundaki, cahiliyeden ilkesel kopuş ve ayrışma[2], zulmedenlere asla itaat etmeme[3]ve meyletmeme[4], onların sahte ilahlarına asla tazimde bulunmama, aksine bu sahte ilahları yerle yeksan etmek için mücâdele etme[5] ve benzeri Rabbani öğretilerin (Mesela Kâfirun Sûresi’nin)[6]ve Hz. Peygamber’in, şirke dayalı toplumsal / siyasal işleyişler ve müşrik ritüellerle mücâdele ile geçen hayatının siyasetle bağını koparıp atabiliyor?

Tevhid, Allah’tan ve dolayısıyla akideden bağımsız hiçbir alan tasavvur etmemek demektir. Herhangi bir alanı akideden bağımsızlaştırmak, doğrudan doğruya o alanı sekülerleştirmek demektir. Muhatabı olduğumuz şirk düzeninin en temel tapınma biçimi durumundaki Anıtkabir ritüellerine katılıp tazimde bulunulması konusunda ve anayasa gibi temel yasama faaliyeti alanında bile söz sahibi kılınmayan, “Bu konu siyasetin alanı!” denilip susturulan bir akide, başka nerede konuşacak, hangi konuda tavır alacaktır?    

Netice olarak şunu söylemeliyiz ki, burada yapılan, tam anlamıyla terazinin ayarlarıyla oynamaktır. Teraziye uymayanları ikaz ederek, teraziye uymaya dâvet etmek yerine, onların durumunu meşrulaştırmak için terazinin ayarlarından çalmaya kalkışmaktır. Ve bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır.

DİPNOTLAR:

[1] Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Sh. 103, Kırkambar Yayınları

[2] “Onların söylediklerine karşı sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla kopup ayrıl.” (Müzzemmil, 73/10)

[3] “O halde, yalanlayanlara itaat etme! Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı.” (Kalem, 68/8-9); “Hayır; ona itaat etme, (Rabbine) secde et ve yakınlaş.” (Alak, 96/19)

[4] “Sakın zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (Hûd, 11/113)

[5] “De ki: Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah benimle aranızda şahiddir. Sizi ve kime ulaşırsa kendisiyle uyarmam için bana bu Kur'an vahyedildi. Gerçekten Allah'la beraber başka ilahların da bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz?' De ki: Ben şehadet etmem. De ki: O, ancak bir tek olan ilahtır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.” (En’am, 6/19); “Yoksa O'ndan başka ilahlar mı edindiler? De ki: Delilinizi getirin. İşte benimle beraber olanların zikri (öğütü) ve benden öncekilerin de zikri (öğütü) budur. Ama çokları hakkı bilmezler, bundan dolayı onlar yüz çevirirler.” (Enbiyâ, 21/24)

[6] “De ki: Ey Kâfirler! Tapmam ben sizin taptıklarınıza. Siz de tapacak değilsiniz benim taptığıma. Ben de tapacak değilim sizin taptıklarınıza. Siz de tapacak değilsiniz benim taptığıma. O halde sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kâfirûn Sûresi)

(Not: Bu yazı İktibas Dergisi'nin Aralık sayısında yayınlanmıştır.)