Şükrü HÜSEYİNOĞLU
SİYER Mİ KUR'AN'A TÂBİDİR, KUR'AN MI SİYER'E? -I-
Kur’an, bilindiği üzere Rabbimizin Rasulullah (a.s.) vasıtası ile insanlığa bildirdiği son hidayet rehberi, doğru yolu insanlara gösteren yegâne kılavuz niteliği taşıyan Kitabullah’ın adıdır.[1] Siyer[2] ise, sîret kelimesinin çoğulu olarak, Rasulullah’ın Kur’an’a dayalı hayat ve mücadelesi odaklı olmak üzere bütün bir hayat sürecini ifade eden bir terimdir.
“Sözlerin en güzeli Allah’ın kelamı, yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur”[3] mealindeki hadis rivayeti, Kur’an’la siyer arasındaki etle-tırnak misali bağı çok veciz şekilde özetlemektedir diyebiliriz. Evet, sözlerin en güzeli Rabbimizin biz insanlar için bildirdiği hayat rehberi Kur’an-ı Kerim’dir, onun üzerine söz, onun üzerine hüküm olmaz. O öncelikli ve nihai sözdür. Tüm sözlerin kendisine tâbi olmakla mükellef olduğu, tüm hükümlerin kendisine dayanmak durumunda olduğu asılların aslıdır. Yolların en doğrusu Rasulullah’ın yoludur, ki bu yol Kur’an’ın çizdiği yoldur.
Kur’an insan ve toplulukların tâbi olunacağı ölçüler bütünü, Rasulullah’ın Sîreti ve onun, risâleti gereği yapıp-ettiklerini, dolaysıyla mü’minleri bağlayıcı fiillerini ifade eden, bu itibarla Sîret’ten daha dar bir kapsamlı mefhum olan Sünneti ise bu ölçülere tâbi olmanın somut, pratik hâlidir.
Dolayısıyla Kur’an ve Rasulullah’ın Sîreti, örnekliği arasında asla koparılamayacak bir ilişki ve bağ vardır. Bu itibarla Siyeri ve Sünneti Kur’an’dan bağımsız olarak doğru anlamak mümkün olmayacağı gibi, Kur’an’ı da Siyerden/Sünnetten kopuk olarak doğru anlamak mümkün değildir.
Mesele bu kadar açık ve anlaşılır olduğu halde, bu açık ve anlaşılır meselede bile farklı yaklaşımların ortaya çıkmış olması ibretlik bir durumdur. Vasat Ümmet’e[4] mensup olmakla birlikte vasatta kalmak yerine ifrat ve tefrit uçlarında dolaşmak maalesef çoğunluğun tercihi olagelmiştir.
Bir tarafta Sünnet mefhumunu Kur’an’dan bağımsızlaştırıp “Kur’an gibi müstakil bir vahiy” olarak gören ve dolayısıyla Kur’an’ın denetleme, doğru ile yanlışı ayırt edip son sözü söyleme niteliğini ortadan kaldırarak ayetlerle rivayetleri eşitleyen yaklaşım, diğer tarafta ise Kur’an’ın, kendisini anlayıp yaşamakla ilgili bizatihi belirleyip bildirdiği bağlamları yok sayan “Kur’an bize yeter” slogancılığı/yüzeyselliği Kur’an ve Siyer/Sünnet arasındaki olmazsa olmaz bağı sakatlamakta, koparmaktadır.
Bu noktada kendisini gösteren bir yaklaşım sorunu da, öncelikle ilgilidir. Müslümanların tarihinde ve günümüzde yaygın olan kanaat ve söylem, “Kur’an’ın, Sünnet (Rasulullah’ın pratik örnekliği) dikkate alınmadan doğru anlaşılamayacağı” yönündedir. El hak bu doğrudur, fakat öncesinde şu hakikat teslim edilmek kaydıyla; Kur’an’la bağı kurulmadan ve ilgili haberlerin sağlaması yapılmadan Rasulullah’ın Sünneti’ni doğru anlamak imkânı yoktur. Zira Rasulullah’ın Sünneti, Kur’an’a râci ve tâbidir. Kur’an’ın hayat bulmuş, ete kemiğe bürünmüş halidir. Menbaı Kur’an’dır.
Bu noktada Aişe validemizin (r.a.) kendilerine Rasulullah (a.s.)’ın ahlakından söz etmesini isteyen iki genç sahabiye söylediği rivayet edilen “Siz Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an’dı”[5] sözü bu anlamda önemlidir. Nitekim Rabbimiz çeşitli ayet-i kerimelerde Rasulullah’a hitaben “De ki: Ben ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum”[6] ifadesiyle bu hakikate vurgu yapmıştır.
Başta Aişe validemiz, Mü’minlerin iki emiri Ömer ve Ali (r.a.) olmak üzere öncü sahabîlerin Rasulullah’a dair kendilerine iletilen haber ve sözleri öncelikle Kur’an’a arz etme ihtiyacı duymaları ve Kur’an’la mutabık görmediklerinde o haber veya sözü tereddütsüz tekzib etmeleri de, Rasulullah’ın Siyerinin/Sünnetinin Kur’an’a tâbi ve râci olduğunun bilincinde olmaları sebebiyledir.
Meselenin temel çerçevesini bu şekilde ifade etmeye çalıştıktan sonra, birkaç somut birkaç konu üzerinden başlıktaki sorunun cevabını vuzuha kavuşturmaya çalışabiliriz. Kur’an’ın ilk ve örnek uygulaması vetefsiri demek olan Rasulullah’ın Siyeri/Sünneti’ni, kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan[7] Kur’an’ın şaşmaz terazisinde sağlamaya tâbi tutarak konuyla ilgili devasa haber yığınını sahihini mevzuundan ayırt edip Kur’ani bir zemine oturtmak, Kur’an’ı doğru anlamanın da gerekli şartlarındandır. Zira ifade etmeye çalıştığımız gibi, Allah’ın Rasulü’nün ilk ve örnek anlama ve uygulaması devre dışı bırakılarak Kur’an’ı anlama iddiası temelsiz bir iddia olmaya mahkûmdur.
Sözün özü, Kur’an’la onun “resmi tefsiri” olma niteliğine haiz Siyer/Sünnet arasında birbirinden ayrı düşünülmesi imkânsız, biri olmadan diğerinin gereği üzere anlaşılma ihtimalinden söz edilemeyecek bir sıkı, girift irtibat ve bağ söz konusudur.
Bu makalede biz, öncelik noktasında bu irtibat ve bağın mahiyetini anlamaya gayret göstereceğiz, inşaallah. “Siyer mi Kur'an'a tâbidir, Kur'an mı Siyer'e?” sorusunu şu konular üzerinden cevaplamaya çalışacağız:
- Rasulullah’a (a.s.) Yahudiler tarafından büyü yapıldığı ve onun 6 ay gibi bir süre bu büyünün etkisinde yaşadığı ile ilgili rivayet.
- Beni Kurayza’nın, Ahzab Savaşı’ndaki ihanetleri sebebiyle erkeklerinin tamamı öldürülecek şekilde cezalandırılmasıyla ilgili anlatı.
- Rasulullah vefat ettiğinde, zırhının borcu karşılığında bir Yahudi’de rehin olduğuna dair rivayet.
Bu her üç konuda da haberlere konu olan bir tarafın Yahudiler olması ilginçtir. Tabi bize göre bu ilginç olmanın ötesinde, Yahudilerin, Rasulullah (a.s.)’la ilgili olarak yaşadığı dönemde ona amansız bir muhalefet ve düşmanlık yaptıkları gibi, vefatı sonrasında da onu ve mesajını yaralayacak, tahfif edecek haberler üreterek düşmanlıklarını sürdürdüklerinin açık bir göstergesidir, bu durum.
İlk konudan başlarsak, konuyla ilgili rivayet şöyledir:
“Benî Züreyk Yahudilerinden Lebid b. el-A’sam tarafından Rasulullah (s.a.v)’e sihir yapıldı. Öyle ki, Rasulullah (s.a.v) yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken Allah'a dua etti, sonra tekrar dua etti. Ve dedi ki:
Ey Aişe, hissettin mi, sorduğum hususta Allah bana fetva verdi. Hangi hususta Ey Allah'ın Resülü? dedim. İki kişi bana gelip, biri başucumda, diğeri de ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine: Bu zâtın rahatsızlığı nedir? dedi. Öbürü: Büyüdür! dedi. Önceki tekrar sordu: Kim büyüledi? Diğeri: Lebîd İbnu'l-Asâm adındaki Benî Züreykli bir Yahudî, diye cevap verdi. Öbürü: Büyüyü neye yaptı? dedi. Arkadaşı: Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine, cevabını verdi. Diğeri: Pekala, şimdi nerede? diye sordu. Arkadaşı: Zervân kuyusunda, cevabını verdi.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v) Ashâbından bir grupla birlikte (r.a) kuyuya gitti, ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dönüp: Ey Aişe, Allah'a yemin olsun, kuyunun suyu sanki kına ıslatılmış gibi (bulanık) ve (o kuyu iIe sulanan) hurma ağaçlarının başları da sanki şeytanların başları gibiydi, dedi. Ben: Ey Allah'ın Resülü, onu (kuyudan) çıkardın mı? diye sordum. Hayır, dedi ve ilave etti: Bana gelince, Allah bana afiyet lutfetti ve şifa verdi. Ben ondan halka bir şer gelmesine sebep olmaktan korktum. Resulullah onun gömülmesini emretti ve yere gömüldü.”[8]
Buhari ve Müslim’in “sahihlerinde” yer aldığı için bu rivayet, her konuda son sözün sahibi Kur’an’ı nihai başvuru ve her şeyin kendisine arz olunması gereken asli ölçü olarak bilip ona arz etmeksizin hiçbir sözü, haberi onaylamayan az sayıdaki muhakkik insan dışında ne yazık ki genel kabul görmüş ve görmektedir.
Oysa Rabbimizin bize Kur’an’da öğrettiği akidevi ilkeler ve Rasulullah’a dair Kur’an’daki beyanlar dikkate alındığında, bu rivayetin baştan sona bir Yahudi senaryosu olduğunu ve Rabbimizin yine Kur’an’da haber verdiği üzere müşriklerin mü’minlere yönelik “…Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz…”[9]sözlerini doğrulamak maksadıyla uydurulan, Rasulullah’ı ve onun risaletini tahkir etmeyi amaçlayan büyük bir bühtandan başka anlam ifade etmediğini görmek hiç de zor değildir.
Her şeyden önce, herhangi bir insanın çeşitli nesneler üzerinden yapacağı bir işlemle (büyü ile) başka bir insana gayben etki edebileceği iddiasını içeren bu rivayet, İslam’ın temel akide ilkesi olan “Allah’tan başka ilah olmadığı” ilkesine aykırıdır. Zira burada bir kişide (Yahudi Lebid b. el-A’sam)“başkaları üzerinde gaybi bir tasarrufta bulunabilme, gaybi olarak başkasına zarar verebilme yetisi” vehmedilerek ona ilahi vasıflar atfedilmektedir.
İkincisi “Öyle ki, Rasulullah (s.a.v) yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu” ifadelerini de hâvi olanbu rivayet, Maide 67. ayete açık şekilde aykırıdır. Zira söz konusu ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey Nebi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Maide, 5/67)
Söz konusu rivayetin başka versiyonlarında, özellikle son 40 gün Rasulullah (a.s.)’da büyünün etkisinin şiddetlendiği, namazını ikame edip etmediğini bile hatırlayamayacak duruma düştüğü gibi ifadeler yer almaktadır. Görüldüğü üzere bu rivayet, İslam düşmanı Yahudilere, Rasulullah’ı büyü ile etki altına alma yetisi, başarısı ithaf ederken, Allah’ın Rasulü’nü ise onların büyüsünün etkisi altına girme ve altı ayını bu büyünün etkisi altında geçirme zaafiyeti atfetmektedir.
Rabbimizin Kur’an’da defaatle vurguladığı, şeytan ve yandaşlarının (cin ve ins şeytanlarının), vesveseleri ve gözboyacılıklarıyla ancak kendilerine tâbi olanları etkileri altına alabilecekleri, Allah’ın has kulları üzerinde bir tasarrufta bulunamayacakları[10] hususu apaçık ortada iken, Rasulullah’a büyü yapıldığı ve onun altı ay gibi bir süre bu büyünün etkisinde yaşadığı gibi bir Yahudi senaryosu, ne yazık ki bizim kaynaklarımıza girebilmiş, asırlardır sahih kabul edilip aktarılagelmiştir.
Tek başına bu misal bile, Rasulullah’ın Siyerini öğrenmeye ve anlamaya çalışırken temel mihengimizin Kur’an olması gerektiğini, tıpkı ilk neslin fâkih öncüleri gibi tüm haberleri, kendisinde şüphe omayan yegâne kaynak mahiyeti taşıyan Kitabullah’a arz ederek ancak değerlendirmeye almanın önemini kavramaya yeterlidir kanatindeyiz.
İnşaallah devam edeceğiz…
[1]Şüphesiz bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir.” (İsra, 17/9)
[2]“Siyer, sözlükte, iyi ya da kötü tutulan yol, hayat tarzı, gidişat anlamlarına gelir. Hz. Peygamber’in doğumundan vefatına kadar hayatını konu alan ilmin adı ’siyer’dir…” (Dini Kavramlar Sözlüğü, Sh. 597, “Siyer” maddesi. DİB Yayınları)