Şükrü HÜSEYİNOĞLU
SİYER Mİ KUR'AN'A TÂBİDİR, KUR'AN MI SİYER'E? -II-
Makalemizin geçen ay yayınlanan ilk bölümünde, “Siyer mi Kur'an'a tâbidir, Kur'an mı Siyer'e?” sorusunu, şu konular üzerinden cevaplamaya çalışacağımızı belirtmiştik:
- Rasulullah (a.s.)’a Yahudiler tarafından büyü yapıldığı ve onun 6 ay gibi bir süre bu büyünün etkisinde yaşadığı ile ilgili rivayet.
- Beni Kurayza’nın, Ahzab Savaşı’ndaki ihanetleri sebebiyle erkeklerinin tamamı öldürülecek şekilde cezalandırılmasıyla ilgili anlatı.
- Rasulullah vefat ettiğinde, zırhının borcu karşılığında bir Yahudi’de rehin olduğuna dair rivayet.
İlk olarak da, bahse konu “büyü” iddiası üzerinde durmuş, rivayet eksenli olmak yerine olması gerektiği gibi Kur’an eksenli yaklaşımla kaleme alınan istisna birkaç eser dışında[1], hadis ve siyer kaynaklarında ilgili rivayetlerin Kur’an’la sağlaması yapılmadan gerçek bir olaymış gibi aktarılagelen bu iddianın Kur’ani açıdan tasdik mi yoksa tekzib mi edilecek bir konumda olduğunu izaha gayret etmiştik.
Nasıl ki tefsirler için “rivayet tefsiri” ve “dirayet tefsiri” gibi nitelemelerle çok temel bir eksen farkına işaret eden usül çeşitliliğine vurgu yapılıyorsa, aynı durumun siyer kitapları için de geçerli olduğunu söylemek gayet mümkündür. Ve yine nasıl ki ilk tefsir kaynakları daha ziyade “rivayet tefsiri” formatına sahip idiyse, aynı şekilde siyer yazımında da Kur’an’la sağlaması yapılma ihtiyacı hissedilmeyen bir rivayet eksenli bakış açısının hâkim olduğunu söylemek haksızlık olmayacaktır.
Oysa her konuda olduğu gibi Siyer konusunda da temel kaynak Kur’an’dır, Kur’an olmak durumundadır. Kendisinde şüphe olmayan yegâne kaynak olan Kur’an, bu biricik niteliği sebebiyle her bilginin, haberin kendisine arz edilmesi gereken bir konumdadır. İlk neslin algısında aktif olan bu bilinç ve pratik, maalesef sonraki dönemlerde yitirilmiş ve devreden çıkmıştır. Aksine Kur’an naslarını rivayetler üzerinden anlama ve yorumlamaya yönelinmiştir.
Bu konuda “Esbab-ı nüzul” rivayetlerinin etkisi bilinmektedir. Bu konudaki kimi rivayetler, Kur’an naslarına yaklaşımda önyargı oluşmasına yol açabilmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Kur’an’ı anlamada yardımcı/faydalı olan rivayetlerden söz edilebileceği gibi, zaaf oluşturan rivayetlerden de söz etmek mümkündür.
Örneğin, “Allah yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin, şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.”(Bakara, 2/195) ayetiyle ilgili, Ebu Eyyubel-Ensari’den rivayet edilen nüzul sebebi rivayeti ve “Onlar Allah’tan başka, ahbar ve rahiplerini de rabler edindiler…” (Tevbe, 9/31)ayetine dair Adiy b. Hatim rivayeti, söz konusu ayetlerin şumulünü anlama konusunda çok önemli bir içeriğe sahiptirler.
Siyer Rivayetlerinin Kur’an’a Yaklaşıma Etkileri
Bakara sûresi 195. ayetle ilgili Ebu Eyyubel-Ensari rivayeti şöyledir:
“Bu ayet biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. O vakit ki Allah, Rasulü’ne yardım etti ve dini olan İslam’ı galibiyete mazhar kıldı. O zaman biz ‘Artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ile meşgul olalım mı?’ demiştik. Allah bu ayeti indirdi. Bundan dolayı, kendini tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup onları ıslah ile uğraşmamız ve cihadı terk etmemizdir.”[2]
Tevbe sûresi 31. ayete dair Adiy b. Hatim rivayeti ise şu şekildedir:
“Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı, ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı, Resulullah Berâetun (Tevbe) Sûresi'ni okuyordu, bana ‘Ey Adiy şu boynundaki veseni at’ buyurdu. Ben de çıkardım attım. ‘Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler’ anlamına olan âyetine geldi, ben, ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi, dedim. Resulullah buyurdu ki: ‘Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?’ Ben de ‘evet’ dedim. ‘İşte bu onlara ibadettir’ buyurdu.”[3]
Olumsuz, yani ayetlerin mesajını çarpıtan veya daraltan örnekler olarak ise, önceki makalede konu edindiğimiz “büyü rivayeti”ni ve kaynaklarda yer alan meşhur “Ehl-i Beyt rivayeti” üzerinden Ahzab Sûresi 33. ayette geçen “Ehl-i Beyt” ifadesinin şümulünü daraltan yaklaşımları zikredebiliriz.
“Büyü rivayeti”ni; sebepler âlemi üzerinde tasarrufta bulunma, gaybi olarak insanlara olumlu veya olumsuz etkide bulunabilme gibi İslami ıstılahtailahlığa denk gelen vasıfların Allah’tan başka hiçbir varlığa isnad edilemeyeceği ve Rasulullah (a.s.)’ın ismetinin (Allah’ın elçisi vasfına zeval getirecek her türlü dış etki ve etkilenmelerden korunmuş olması niteliğinin) onun Allah’ın elçiliği görevinin gereği olduğu gibi temel Kur’ani ölçüleri gözetmeden, inanılmaz bir gözü ve bilinci kapalılıkla kabul etmiş olan tefsircilerin, bu kabulle birlikte Kur’an’ın birçok ayetine dair yaklaşımları da haliyle zaafa uğramıştır. Öyle ki, sırf bu rivayet hatırına, Felak ve Nas sûrelerinin Mekke sonrasında Medine’de yeniden inzalolduğunu öne sürecek kadar gerçeklikten kopabilmişlerdir.
Oysa konuyla ilgili söz konusu külli Kur’ani ölçülerin yanı sıra, yalnızca, Rasulullah’ın büyülenmiş olduğu iddiasının Mekkeli müşriklerin İslam dâvetine karşı dile getirdiği bir bühtan olduğu gerçeğini hatırda tutsalardı, Rasulullah’a ve onun İslam dâvetine karşı açık bir kasıt içeren bu Yahudi masalına hiçbir şekilde pirim vermezlerdi:
“Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zalimlerin: ‘Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.” (İsrâ, 17/47)
Geleneksel algıyı her halükârda savunma refleksiyle hareket eden bazı yazarlarca, Tâ-Hâ sûresi 66. ayette Musa (a.s.)’la Firavn’un sihirbazlarının karşılaşmasına dair yer alan “Bir de baktı ki, büyülerinden dolayı ipleri ve sopaları kendisine koşuyor gibi görünüyor” ifadesinin, söz konusu rivayeti savunmak için bir dayanak kılınmaya çalışıldığını bile görmekteyiz. Güya bu ayette, Musa (a.s.)’ın büyüden etkilendiği bildiriliyor imiş ve dolayısıyla Rasulullah (a.s.)’ın büyüden etkilenmiş olması da (haşa) mümkün imiş.
İşte Kur’an’la rivayetlere bakmak yerine, rivayetlerle Kur’an’a bakmanın getirdiği çarpık bir bakış açısı! Ayeti anlamaya çalışmak yerine, onu geleneksel bakış açısı doğrultusunda payandaşlaştırmaya kalkışmanın ibretlik bir örneği!
Oysa bahse konu ayete, bir rivayeti savunmak refleksiyle değil de, bizatihi onu anlamak için yaklaşan bir Kur’an okuyucusu, bu ayetten büyü denilen hususun, kadim zamanlardan bugüne şirk kültürlerindeki hâkim algıda olduğu gibi birtakım insanların başka insanlar üzerinde gaybi olarak tesirde bulunabildiği bir “gaybi silah” değil, baştan sona gözbağcılığından, illizyondan ibaret bir aldatmaca, korkutma ve yönlendirme ameliyesi olduğunu kolaylıkla anlar. Bu ayette ifade edilen, Musa (a.s.)’ın göze hitap eden bu fiziksel illüzyonu gerçekmiş gibi algıladığından ibarettir.
Söz konusu ettiğimiz rivayette olduğu gibi (haşa) gaybi olarak bir etkide bulunma ve o etki neticesinde aylarca kimi akli fonksiyonlarda zaaf yaşanması gibi bir durum söz konusu bile değildir. Sihirbazların, fizik alanında, karşılıklı olarak bulunulan bir ortamda, ellerindeki iplerle icra ettikleri maharetli bir illüzyon gösterisidir bütün olan-biten. Nihayetinde de zaten onlar, Rabbimizin, Musa (a.s.)’ın asası üzerinden gaybi müdahalesini, tasarrufunu gördüklerinde, bunun kendi gözbağcılıklarına benzemeyen apaçık bir ayet olduğunu fark edip, tereddütsüz olarak iman edeceklerdi.
“Ehl-i Beyt” Mefhumu Nasıl Daraltıldı?
Tarihsel süreçte “Ehl-i Beyt” mefhumu, bilindiği üzere bir mezhebin (Şia), temel inanç konusu ve esası haline gelmiştir. Şia’nın bütün bir öğretisi “Ehl-i Beyt’e tâbi olmak” söylemi üzerine kurulmuştur. Ehl-i Sünnet anlayışında da bu kavram önemli bir yer tutmaktadır, fakat Şia gibi belirleyici / ana esas konumunda tutulmamıştır.
İşte bu noktada “Ehl-i Beyt” kavramının şümulü ile birlikte doğru anlaşılmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Rabbimizin Kitab-ı Keriminde bu kavrama dair beyanıyla, mevcut algılardaki tanımlar birbiriyle uyumlu mudur? Konuyla ilgili Rabbimizin beyanı ile, kaynaklarda yer alan ve bu konuda geleneksel anlayışlara kaynaklık eden meşhur rivayete dair algıları karşılaştırdığımız zaman, aralarında ciddi bir kapsam farkı görmekteyiz. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey Peygamberin hanımları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma’ruf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde vakarla oturun, ilk cahiliye kadınlarının süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın. Namazı ikame edin, zekatı verin, Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” (Ahzab, 33/32-33)
Görüldüğü üzere 33. ayet-i kerimede “Ehl-i Beyt” terkibi, doğrudan ve öncelikle Rasulullah’ın hanımlarına hitaben kullanılmaktadır. Ne var ki, kaynaklarda yer alan aşağıdaki rivayeti, “Ehl-i Beyt” mefhumunun şümulünü belirleyici şekilde algılayan hâkim algılar, bu apaçık Kur’ani beyanın anlam alanını daraltmış ve hatta farklılaştırmıştır:
“Aişe radıyallahu anha anlatıyor: ‘Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, üzerinde siyah yünden nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin evden çıktı. O sırada Hasan geldi, onu örtünün altına aldı. Sonra Hüseyin geldi onu da aldı. Sonra Fatıma geldi, onu da aldı. Sonra Ali geldi onu da örtünün altına aldı. Sonra da; ‘Ey Ehl-i Beyt, Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor’ (Ahzab, 33) ayetini okudu.”[4]
Bu rivayete istinaden “Ehl-i Beyt” mefhumu, Rasulullah (a.s.)’ın kızı Fatıma (r.a.), damadı Ali (r.a.) ve onların nesillerine hasredilmiştir. Dahası yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi Şia’nın din algısının temelini de, giderek tam anlamıyla bir kült haline getirilen bu “Ehl-i Beyt” anlayışı oluşturmuştur. Burada yapılan yanlış, ayetteki söz konusu terkibin doğrudan muhataplarının Rasulullah’ın hanımları olduğu gerçeği çok açık olmakla birlikte, yukarıdaki gibi “Ehl-i Beyt” rivayetlerinin, bu ayetin şümulünü daraltacak şekilde algılanıp merkezileştirilmesi ve asıl muhatapların kapsam dışı bırakıldığı bir “Ehl-i Beyt” tanımının meydana getirilmiş olmasıdır.
Oysa bu önemli kavram, rivayetler üzerinden değil de öncelikle ilgili ayet-i kerime üzerinden algılanıp tanımlanmış olsaydı, bu şekilde bir anlam daraltılmasına maruz kalmamış olurdu. Söz konusu rivayet ancak “Fatıma ve Ali (r.a.) ile çocuklarının da Ehl-i Beyt’ten olduğuna” dair bir karine kabul edilir, o rivayet üzerinden bu temel kavramın tanımlanması ve şümulünün farklılaştırılıp daraltılması yoluna gidilmezdi.
İnşaallah önümüzdeki ay, Beni Kurayza rivayeti ve Rasulullah (a.s.)’ın bir Yahudi’ye borçlu olarak vefat ettiği rivayetlerini konularıyla devam edeceğiz…
[1] Bu konuda özellikle tavsiye edebileceğimiz bir eser olarak, İzzet Derveze’nin “Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı” adlı siyer çalışmasını zikredebiliriz.
[2]Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 3 (2972); Ebu Davud, Cihad, 22’den naklen; Hak dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Cilt 2, Sh. 40-41, Azim Dağıtım
[3]Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 9, (10)’dan naklen; Hak dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Cilt 4, Sh. 317-318, Azim Dağıtım. Bu ayet-i kerime ve ilgili rivayetle ilgili Elmalılı’nın yorumları da dikkate değerdir: “Allah'tan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler." Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar, Allah'ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah'ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allah'ın ‘yapmayın’ dediği şeyleri yaptılar, ‘yapın’ dediklerini de yapmadılar. Allah'ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Onlara, Allah'ın emirlerini uygulayan, O'nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz'etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular.”
[4] Müslim, Fedailu's-Sahabe 61, (2424)
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Haziran 2020 sayısında yayınlanmıştır)