Söyleşi 3. bölüm: İslami mücadelenin ekseni davettir
Tahkikat.net sitesinin yazarımız Şükrü Hüseyinoğlu ile yaptığı röportajın son bölümünü ilginize sunuyoruz...
İkinci Bölümden …
Tahkikat: İslam’ın devletleştirilmesi ifadesini biraz açar mısınız?
Şükrü Hüseyinoğlu: Kendi kuruluş felsefesi, referansları ve kurumsal yapısı olan bir sistem var ortada. Bu sistem anayasal yapısıyla, felsefesiyle ve kurumlarıyla aynen varlığını sürdürüyor. Siz bu sistemi İslam’ın yıkıcı ve kurucu akidesiyle inkılaba uğratıp İslam’ı hâkim kılmak yerine, bu sisteme İslami meşruiyet sağlamaya çalışıyorsunuz, Yüce Allah’ın bildirdiği değil, devletin izin verdiği kadar bir “İslam” algısı üretiyorsunuz.
- İslam algılarımız devletin felsefesine mi uyduruluyor?
- Zaten buradaki tanım bu. İslam algımızdan da öte, “dindarların” iktidarı üzerinden İslam bu mevcut sistemin, devletin, işleyişin bir anlamda meşrulaştırıcısı, kutsayıcısı haline getiriliyor. Yani payandalaştırılıyor. Zaten bu sistem kuruluşundan beri Diyanet İşleri vasıtası ile İslam’ı kendisi için payandalaştırmaya çalışmış, onu araçsallaştırmaya çalışmış…
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Tahkikat: Zihinlerdeki şabloncu yaklaşımı kırmak çok zor. Çünkü sizi bir şablona sokup ona göre sizi değerlendirmek kolay bir yaklaşım. Bakın bu adam düşünüyor, İslami ilkelere bu derece dikkat ediyor, bu ilkelerle olaya adil yaklaşıyor, yaklaşmaya çalışıyor ve çok dikkatli konuşuyor. Ne diyorsunuz bu kafalardaki şablonlarla ilgili, şablonlarla düşünmek ve esasında düşünmemekle ilgili?
Şükrü Hüseyinoğlu: Mehmet Pamak, Türkiye'de yaşanan gelişmeleri değerlendirirken zaman zaman “görece özgürlükler, görece olumluluklar” der, bilirsiniz. Bazı Müslümanlar bu söyleme dahi tahammül edemiyorlar. Oysa mevzu bahis kişi ve kurumları meşru görelim veya destekleyelim demiyor, bir tanım yapıyor. Bir Müslüman bunu dahi yapmasın mı? Slogancılık kolay, analitik yaklaşım zordur. Kur’an’a bakıyorsunuz, o günün Kitab Ehli ile müşrikleri arasında bir ayrım yapıyor. Dahası Kitab Ehlini de tek bir düzlemde ele almıyor. Âl-i İmran 75. ayette, Mâide 82. ayette olduğu gibi onları da farklı değerlendirmelere tâbi tutuyor.
Kur’an analitik bir kitap, kategorize edip, damgalayıp atmıyor. Toplumu analiz ediyor bakın, önce var olan grupları analiz ediyor, sonra onları kendi içlerinde bile analiz ediyor. Farklı fıkıhlar belirleniyor, “onların kestiklerini yiyebilirsiniz” gibi.
- O halde şablonik düşünme sorunu Müslümanların bir kısmında niçin kendini gösteriyor?
- Sorun kimi Müslümanların düşünsel düzeyiyle ilgili. Geleneksel din anlayışlarının taklidi kurumsallaştırmış olmasının yanı sıra, bugün özellikle her meseleye matematiksel yaklaşan, her alanda 2 çarpı 2 eşittir 4 anlayışına sahip bir düz okuyuş sahibi olan Selefi akımların etkisiyle Müslümanlar çok ciddi bir şekilde zehirleniyor. Bugünü tanıma ve bugüne dair fıkhetme yeteneğini kaybediyor. Meseleleri tamamen şablonik ve sloganik değerlendiren, Kur’an’ın öğrettiği analitik düşünme sistematiğinden uzak olan bir akımdan söz ediyoruz. Bir şey konuşamıyorsunuz ki zaten, “Bu konuda şöyle bir hadis var" deyip kestirip atıyor. O rivayet Kur’an’a mutabık mı, bugün için ifade ettiği anlam nedir, bunların konuşulmasına fırsat bile tanımıyor.
Ben uzun süredir, “Ümmetin fanatik Şiilerden ve fanatik Selefilerden çekeceği var” diyorum. Ki her iki akımda da fanatizm maalesef çok yaygın. Oysa mesela klasik Sünnilik çizgisindeki insanlarla oturup konuşabiliyorsunuz. Kabul etmese de bir iletişim kurabiliyorsunuz. Fakat mesela bir Şii Müslüman veya Selefi Müslümanla oturup İslami konuları müzakere etmek, Kur’ani meseleleri konuşmak çok zor. Çünkü her ikisinde de mezhebi iddialar ve yaklaşım çok güçlü. Bu yönüyle klasik Sünniliği, ıslah edilebilirliliği dolayısıyla ümmet için “görece bir olumluluk” olarak görüyorum.
- Tarihsel olarak da Ehli Sünnet’in dengede olma, mutedil olma eğilimi söz konusu zaten…
- Evet, benim önemsediğim, bu klasik çizginin, ıslah edilebilir, üzerinde çalışılabilir bir çizgi olması. Bu gelenekten gelenlerle konuşabilirsin, gündemlerine birtakım Kur’ani meseleleri taşıyabilirsin. Çünkü öyle çok güçlü, köşeli bir mezhepsel gelenek yok. Mutedil olmak, aşırılıklardan uzak olmak noktasında, mesela Sünni gelenek “Ehl-i kıbleyi tekfir etmeyiz” diyor, ki bu tarz yaklaşımlar fanatizmi engelliyor. Geçenlerde ben bir haber paylaşmıştım, “Eymen Zevahiri: Şiilerin kanı helal değildir” başlıklı bir haber. Hatta haberde “Şii kardeşlerimiz” şeklinde bir ifade geçiyordu. Buna bile “Zevahiri Şiilere kardeşim demez, bu haberde yenlışlık var” gibi tepkiler geldi Selefi eğilimli arkadaşlardan. Fena mı yani, kötü mü demiş, dememiş olsa bile dese ne olur? Ehl-i sünnete göre Ehl-i kıble tekfir edilmez. Ama maalesef bu çizgi giderek zayıflarken, fanatizm yaygınlaşıyor, acı bir gerçek bu. Maalesef bu konuda İran’ın yanlış Suriye politikasının büyük etkisi olduğunu da söylemek gerekir.
- İktidar ve güç odaklı grupların birbiriyle mücadelesi şeklinde bir vakıa izledik, yöntem sorunu diyebileceğimiz konuya dönersek ne dersiniz?
- Evet, İslami argümanların, gayrı İslami hedefler için araç olarak kullanılmasından söz ettik. Aslında bu çatışma bizim yıllardır altını çizmeye çalıştığımız tevhidi mücadele, nebevi metod gibi temel ilkelerimizin hayati oluşlarını bir kere daha ortaya koydu. Baktığınızda tarafların her ikisi de temelde ve yöntem olarak şu iddiaya sahip: “Mevcut sistemi içeriden, sistem içi yollarla ele geçirerek o şekilde bir dönüşüm gerçekleştirmek”. Görüyoruz ki her iki taraf da şu veya bu boyutta kirlenmiş durumda. Bu ise gerek metod itibariyle, gerekse içerden fethedilmeye çalışılan sistemin mahiyeti nedeniyle kaçınılmaz bir durum. Bataklığa girip de kirlenmemek mümkün olabilir mi?
Birinci olarak, hedefe giden yolda birçok meşru olmayan hususun meşru görülmesi söz konusu. Mücadele ilke değil iktidar odaklı olduğu için, bir şekilde iktidarı ele geçirmeye odaklandığı için kendisine ilkesel bir sınır koymuyor. Allah’ın hükmüyle hükmedilen bir toplumsal/siyasal vasatı inşa etmek her Müslümanın hedefidir. Ancak bu hedefe giden yolun da meşru olması şarttır. Doğru hedefe yanlış vasıtalarla gidilemez. Bizim için her adımda bağlayıcı sınırlar vardır. Bu dinin ilkeleri, ahlaki ölçüleri, Hz. Peygamberin (s) örnekliği bizim için bağlayıcıdır, hedefe giden yolda bunları ihlal edemeyiz. Siz mutlak anlamda iktidar hedefi koyduğunuzda, hedefler esas kabul ediliyor, ölçüler ve ilkeler değil. Bu anlamda başta ilkeselliği ve ahlakiliği değil, hedefi öncelediğiniz için kirlenme kaçınılmaz oluyor. Çeşitli ahlaki ilkeleri çiğnemeyi baştan meşrulaştırmış oluyorsunuz.
İkinci olarak, bu sistem, Müslümanın akidesi için bir bataklıktır. Zira her türlü haramın meşru olduğu, meşruiyetlerin ise yasak görüldüğü bir sistemdir. Rabbimizin helal dediğine haram, haram dediğine helal diyen, bunu fiili olarak uygulayan bir sistemdir. Bu batıl sistemle mücadelenin yöntemi, bu bataklığı kurutmanın yolu, öncelikle sizin bataklıktan uzak kalmanızdır, doğru yöntem budur. Kur’an’da anlatılan Peygamberlerin (selam olsun onlara) mücadelelerinde, Allah Rasulü’nün mücadelesinde bunu görüyoruz. Öncelikle cahiliyeden ayrışma, ilkesel hicret, ruczdan, kirlilik ve batıldan temizlenme, kendi tevhidi konumunu koruyarak şirki, nifakı, fıskı reddederek ve onlarla bir yakınlaşmaya yönelmeden bataklığı kurutmaya çalışmak şeklindedir, doğru yöntem budur.
- Sistemi içeriden ele geçirmeye çalışanlar bugün ister istemez bunun kirine bulaşmış durumdalar yani…
- Bir tarafta yolsuzluk iddiaları söz konusu, bunun boyutları, doğruluğu nedir bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz ki bu sistemde yönetim erkini sürdürmek için yolsuzluk yapmak kaçınılmazdır, çünkü çark böyle kurulmuştur ve siz çarkı değiştiremiyorsunuz. Diğer tarafta ise gerek iddia edilen sınav yolsuzluklarında, gerekse güç temerküzü için ahlaki olmayan yöntemler kullanması söz konusu ediliyor. Mesela bir Müslüman bir yerde yanlış gördüğünde o yanlışa hemen müdahale eder. Uyarır, mücadele eder, zamanında teşhir eder. Ama burada görüyoruz ki söz konusu grup yolsuzluk iddialarını kendilerince tespit etmişler, bunları dosyalamışlar, ihtiyaç duyulduğu zaman da bunları iktidar çatışmasının bir aracı yaptılar. Burada yolsuzlukla mücadele ahlaki bir hedef değil, iktidar mücadelesinin bir aracıdır. Bu tavır en büyük yolsuzluktur. Yolsuzluğu ortaya çıkartıp mücadele etmek yerine, ihtiyaç halinde kullanmak için dosyalamak en büyük yolsuzluktur.
Dolayısıyla burada bizlerin, yani tevhidi duruş sahibi Müslümanların yapması gereken, bu yaşanan gerçeklikler üzerinden topluma şu gerçeği güçlü bir şekilde anlatabilmektir:
Bu sistem bir bataklıktır. Müslümanların bataklıkla mücadelesinin yöntemi kendi Dar-ul Erkam’larını, bağımsız çalışma ve kurumlarını oluşturmak; açık, sistematik ve yaygın davet mücadelesiyle, Kur’an toplumuna ve oradan iktidara giden yolu zorlamaktır. İslam davetinde her ne kadar merkezi ve çevresel davet iç içe olsa da, temelde İslami davet merkezi bir davettir.
- Merkezi ve çevresel davet mefhumlarını biraz açar mısınız?
Merkezi davet, toplumun ve coğrafyanın kalbinin attığı, siyasal, ekonomik ilişkilerin belirlendiği şehirlerin veya ülkelerin merkezlerine yönelen davettir. O yüzden Rabbimiz, Peygamberleri davet konusunda öncelikli olarak ana kentlere ve kentlerin merkezlerine yönlendirmiştir. Çevreyi teşkil eden köylere, kasabalara değil. Musa (a.s.) doğrudan doğruya Firavun’un sarayına gitmiştir. Muhammed (a.s.) da Mekke’deki toplumsal, siyasal ve ekonomik konuların belirlendiği Daru’n Nedve’nin de yer aldığı, Kabe çevresindeki meydanda davette bulunuyordu. Yine Peygamberlerin kentlerin önde gelenleriyle mücadele içinde olduğunu, mesela Salih (a.s.) Kur’an’ın ifadesiyle “dokuzlu çeteyle” mücadele ediyordu. İbrahim (a.s.), tarihsel kaynaklarda ismi Nemrud olarak geçen hükümdarı tevhide davet ediyordu. Kur’an’ın konuyla ilgili anlatımları ve davetle ilgili “ana kent” vurgusu bize şunu gösteriyor ki, İslami mücadele temelde merkezi hedefe sahip bir mücadeledir. Ve bu mücadelenin temel ekseni davettir.
Önceliği bu olmakla birlikte merkezi davetle çevresel davetin iç içe olduğunu, birinin diğerini ertelemeyi veya terk etmeyi gerektirmediğini görmekteyiz. Burada bir eşgüdümlülük ve eşzamanlılık söz konusudur. Musa (a.s.)’a Firavun’a gitmesi emredildiği gibi aynı zamanda Mısır’da kıbleye dönük evler oluşturma emri de bu bütünlüğü göstermektedir. Muhammed (a.s.) ve beraberindeki ilk Kur’an Nesli de hakeza bir taraftan Mekke oligarşisinin şirkiyle ve siyasal/ekonomik zulümleriyle mücadele ederken diğer taraftan halk katmanlarına ulaşıyor ve daveti yaygınlaştırıyorlardı.
Günümüzden bir örnekle bu konuyu açmaya çalışayım. Biz çevre çalışmaları yapıyoruz, ev dersleri vs. Türkiye’de diyelim ki bu şekilde bir haftada 100 bin kişiye ulaşabilirsiniz. Fakat iktidar gücüyle mevcut sistem Tv ve okullarıyla bir günde milyonlarca insana ulaşıyor, ifsad edici müfredatıyla, dizileriyle, reklam kuşaklarıyla, haberleriyle. Mesela yardım kuruluşlarımız var değil mi? Poşetler ve kolilerle yardımlar ediliyor. Fakat iktidar erki faizleri iki puan artırıyor ve milyonlarca insan yoksullaşıyor ve birkaç bin kişi zenginleşiyor. Bu anlamda İslami davet merkezi bir niteliğe sahiptir. Bununla birlikte çevreye yönelik davet hiçbir şekilde ihmal edilmemiştir, çünkü İslam tepeden inme bir dönüşümü öngörmez. Tabii ki siz sarayı hedef alırsınız, ancak bu yolda meşru araçlarla, ilkelerinizle yürümek, daveti gizlememek, şahitliği terk etmemek kaydıyla. Sarayı hedeflemek, sarayı entrikalarla ele geçirmeye çalışmak değildir, olmamalıdır. Daveti öncelikle oraya ulaştırırsınız, oranın toplum üzerinde etkisi söz konusudur. Çarpıtılan Yusuf (a.s.) örneği de esasında bu minvaldedir. Sarayın, İslam’ın iktidarına ikna olması. Saray ikna olursa, olumlu karşılık verirse toplumun dönüşümü daha kolay olur. Mesela Medine’nin İslami dönüşümü böyle olmuştur. Evs ve Hazreç’in liderleri Müslüman olduğunda, Yesrib’in Medine olma yolu açılmıştır. İslam’la kitleler arasındaki güç engeli ortadan kalkınca kitlelerin Müslümanlaşması kolaylaşmıştır.
Rabbimiz, Musa (a.s.)’a “Firavun’a git, çünkü o azdı” diyor değil mi? Burada dikkat edelim, Musa (a.s.) Firavun’a gidip şunu yapmıyor: “Ben zaten bu sarayda büyüdüm, buradan biriyim, Firavun’la aramı düzelteyim ve birtakım entrikalarla burayı ele geçireyim” demiyor. Sistem içi mücadele ile sarayı ele geçirmeye çalışabilirdi, günümüzdeki mantıklarla. İslami davetin doğrudan hedefi saraylardır, ancak saraylarda entrika çevirmek ve oraları ilkesiz ve birtakım ahlaki olmayan yöntemlerle ele geçirmeye çalışmak değildir. Saraylarda Allah’ın dinini haykırmak, onun dinini ortaya koymak ve açık davet karşısında sarayın tavrına göre yeni pozisyonlar almaktır. Kabul ederlerse, iman ederlerse ona göre farklı pozisyon, reddederse de açık mücadele pozisyonu almaktır. Bu, mücadelenin merkezi tarafıdır. Musa (a.s.) kıssasında, az önce de belirttiğimiz üzere Mısır’da evler edinme emr-i İlahisi bu merkezi mücadelenin yanında çevresel davetin önemine vurgu yapmaktadır. Yani burada bir bütünlük söz konusudur.
- Merkez dediğimizde siyaset ve iktidar, çevre dediğimizde ise toplumdan söz ediyoruz. Bu anlattıklarınızdan toplumsal tabanı olmayan bir siyasi mücadelenin aslında boş olduğunu, tek başına iktidarı elde etmenin yetmeyeceğini anlayabilir miyiz?
- Tersi de geçerli tabi. Tebliğ cemaati var biliyorsunuz, Allah razı olsun kendilerince bir çaba içindeler. Merkezleri Hindistan’da bildiğim kadarıyla, park park, şehir şehir geziyorlar ve insanları davet ediyorlar. Ama şu eksikleri var, hükümranlığa dair bir eleştirileri ve iddiaları yok. Biz bu konulara girmeyiz diyorlar.
Kısacası çevreyi ihmal eden çalışma da, merkezi ihmal eden çevre çalışmaları da eksiktir, zaaflıdır. Çevreyi ihmal eden çalışma yanlıştır, zira siz çevreyi kazanmadan, Allah’ın dinini onlara ulaştırmadan, sarayı size verseler ne yapabilirsiniz ki? Eğer insanlar Allah’ın dinine iman etmemişse, nasıl yöneteceksiniz ki kadronuz olmadan? Bu açıdan Yusuf (a.s.)’ın zindan arkadaşlarına daveti örnektir.
Bunun yanında salt çevreye odaklanan ve merkezi ihmal eden bir çalışma da yanlıştır. Siz çevrede çalışıyorsunuz ve koşturuyorsunuz, fakat bir toplumun bütün ilişkileri merkezde döndüğü ve belirlendiği için siz oraya, ana çarklara müdahale etmezseniz bataklık sivrisinek üretmeye devam edecektir.
Türkiye’de belirleyici olan nedir? Medya, okullar değil mi? Nesillerimizi kim yetiştiriyor? Şimdi sen günde iki üç kişiye ulaşayım, anlatayım diyorsun, aynı gün on milyon öğrenci sistemin taliminden geçiyor. O yüzden bizim asıl merkezi mücadeleye odaklanmamız lazım. Kur’an kıssalarında bunu sıklıkla görürsünüz. Mesela Hz. Peygamber (s), salt çevre çalışması yapsa tepki görür müydü? Böyle yapsaydı Daru’n Nedve onu tolore ederdi. Fakat doğrudan doğruya putları eleştirdiği ve hedef aldığı için, Mekke oligarklarıın yetimi ve yoksulu doyurmamalarını, tartıda ve ölçüde hile yapmalarını (ekonomik sömürü çarklarını) dile getirdiği ve bunları eleştirdiği için hedef oldu.
- Tepki toplayan çalışmalar, genelde merkezi çalışmalar olmuştur diyorsunuz…
- Tabi, asıl mücadeleyi bu başlatıyor. Mesela Rabbimiz Musa (a.s.)’a şöyle demiyor: “Firavun çok azdı, git İsrailoğullarını örgütle, davette bulun ve onları yetiştir, güçlen ve Firavun’la ondan sonra mücadele et.” Bunun yerine “Firavun’a git, çünkü o azdı” diye buyuruyor. Mücadelenin temeli “Firavun’a git”, ancak çevreyi de ihmal etme. Mısır’da kıbleye dönük evler edinerek toplumu yetiştir.
Benzer şekilde Yusuf (a.s.) da saraya yöneliyor, Muhammed (a.s.) da Daru’n Nedve’ye yöneliyor. Kur’an’da anlatılan tüm Nebiler (s) bakıyorsunuz şehrin ileri gelenleriyle mücadele veriyor.
Dolayısıyla bizim şunun altını her daim çizmemiz gerekiyor: İlke ve süreç odaklı tevhidi mücadele yerine, sonuç odaklı mücadele yöntemi yanlıştır, İslami değildir. Meşru hedeflere ancak meşru araçlarla, meşru yollarla gidilir.
Meselenin bir de şu boyutu var: Hangi peygamber yolsuzluk, şantaj veya güç toplamak için birtakım kirli ilişkilere girmekle itham edilmiştir? Onlar neyle suçlandı? Putlarımıza dil uzatıyor, atalarımızın dinini reddediyor, hep böyle düşünsel ve “dini” eleştirilere muhatap kaldılar. Ama burada bakıyoruz her iki taraf için de ahlaki eleştiriler söz konusu. Burada şunu ortaya koyabilmeliyiz, ortaya çıkan ahlaki zaaflar bizzat kişilerden veya gruplardan kaynaklanmıyor. Aksine tercih ettikleri yöntemlerinin, temel yaklaşımlarının bu tür zaafları doğurmayı kaçınılmaz kılması söz konusu. Yaşanan süreç üzerinden bu gerçeği insanlara daha rahat anlatabiliriz, doğru İslami duruşu ve yöntemi bu vesileyle yeniden insanların gündemine taşıyabiliriz kanaatindeyim.
- Tam da sistemin tıkandığı noktada, Müslümanlar bir alternatif koyabilmekten çok uzaklar, onun yerine sistemi yeniden doğrultacak hamleler yapıyoruz. Onun yerine sistemde bir iki konum elde etmeye yönelik ucuz ve basiretsiz politikalara izliyor ve büyük iddiaları terk ediyoruz.
- Şu anda savunmaya çalıştığımız İslami duruşun net bir şekilde ortaya konulabileceği ve toplumda da karşılık bulabileceği bir dönemdeyiz. “Biz” olarak, bağımsız İslami duruşumuzla, İslami ölçülerle analizlerimizi yaparak ve sistem içi tüm aktörlerden beri olduğumuzu, İslami duruşun nasıl olması gerektiğini topluma güçlü bir şekilde deklare ederek, güçlü bir temsiliyetle ortaya çıkabilsek, ciddi bir toplumsal karşılığı olacağı düşüncesindeyim. Bu işler birkaç kişinin söz söylemesiyle olmuyor. Yazı yazıyoruz, seminerler veriyoruz ancak bu sadece bir fikri ortaya koyuyor. Ulaşabildiğimiz insanlar bu tevhidi çizgiyi önemsiyor, ancak bir temsiliyet de talep ediyorlar haklı olarak.
- Şükrü bey bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
- Ben teşekkür ederim.
-
Ş. Hüseyinoğlu 11-04-2014 15:11
Ve aleykum selam abi. Rabbim cümlemizden razı olsun.
-
i.metin 11-04-2014 09:07
Selamun aleykum Allah razı olsun bizler de teşekkür ederiz