Şükrü HÜSEYİNOĞLU
SUS PAYLARINA RÂZI OLMAK VEYA OLMAMAK
2011 yılında "Sus Payları ve Müslümanlar" başlıklı bir yazı yazmıştım. İnşallah aşağıda okuyacağınız üzere o yazıda, AKP iktidarı sürecinde Müslümanlar açısından olumlu anlam taşıyan kimi adımların, nedense hep büyük resimde emperyalist işgal güçleriyle ve siyonist işgal rejimiyle atılan kirli bir adımın veya İslam coğrafyasına laiklik tavsiyesi gibi Müslüman mahallesinde salyangoz satışı gibi adımların ya hemen öncesine ya da ertesine denk geldiğini belirtmiş ve bunun sebebinin iktidar açısından bu adımların Müslümanlara yönelik sus payları olarak görülme ihtimaline değinmiştim.
Son günlerde yaşananlara baktığımızda AKP ve onun yönettiği laik Türkiye Cumhuriyeti cephesinde yeni bir şey olmadığını, aynı politikanın istikrarla sürdürüldüğünü görmek mümkün.
Astana sürecinden başlayıp, en son, işgalci Rusya'nın lideri katil Putin'le Ankara'da ve işgalci İranlı yetkililerle Tahran'da yapılan görüşmelerin ardından, Suriye'de Esed'li geçiş süreci ve yeni bir laik Suriye'nin kurulmasının önündeki engel olarak görülen İdlib'deki mücahitleri bu şehirden çıkarmaya yönelik operasyon kararının açıklanmasına denk gelen günlerde benzeri bir "sus payı" gelişmesine tanıklık ettik.Muhafazakâr-din(i)dar medya organlarında büyük bir zafer edasıyla haberleştirilen gelişme, TSK'nın Kara Harp Okulu'na başörtülü bir öğrencinin alınmasıydı. Muhafazakâr-din(i)dar kesimlerde bu gelişme "devlet-millet barışması" şeklinde takdim edildi. Ki söz konusu kesimin İslam'ı, bâtılın her çeşidini temelden reddeden, ibâdeti ve siyasetiyle bütüncül bir hayat nizamı olarak değil de, "milli ve manevi bir değer" olarak algıladığı gerçeğini hatırlarsak bu durum şaşırtıcı değildi.
Şaşırtıcı veya üzücü olan tek husus, yıllarca "cahiliyeden ayrışma" Kur'ani akide ve çizgisini savunduktan sonra, son 15 yıllık süreçte merhale merhale bu çizgi ve duruştan uzaklaşarak, hak sözde sebat etmek yerine ak sözlerin taraftarlığını yapmaya çalışan bir çevrenin bir öncüsünün, muhafazakâr bir yayın organına verdiği demeçte "Bu gelişme karşısında Rabbimize hamdediyoruz" diyecek kadar tevhidi dünya görüşünden uzaklaştığını ortaya koymasıydı.
Düne kadar bu çevrenin de paylaştığı bir güncel sosyal-siyasal fıkhımız vardı bizim oysa; bir Müslüman, cahiliye düzeninde hangi işlerde ve mevkilerde bulunabilir, hangilerinde asla bulunamaz diye. Maalesef cahiliye sistemi konusunda akidevi duruş terk edilip, kimi pragmatist beklentilerle sistem içi aktörlerin aktif taraftarı haline gelinince ortada ne fıkıh kalmış, ne sâbite.
Hamd ancak Âlemlerin Rabbi'ne yapılır değil mi? Peki Âlemlerin Rabbi herhangi bir Müslümanın, cahiliye düzeninin korunup savunulması noktasında üst düzey bir mevkiyi ifade eden subaylık görevine gelmesine râzı olur mu? Kendi ahkâmıyla hükmetmeyenleri kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelendiren Rabbimiz (Bkz: Maide, 44, 45, 47. ayetler), insan hevasına dayalı laik bir ahkâmın câri olduğu bir düzeni koruyup savunma mevkii ve o mevkie namzet olan insanlara rıza gösterir mi? Böyle iken, söz konusu zâtın hamdi hangi Rabbe ve neyedir?
Evet, Kara Harp Okulu'ndaki başörtülü öğrenci konusuyla, işgalci Rusya ile birlikte İdlib'e yönelik operasyon hazırlığının tamamen tevafuk olduğunu, bunlar arasında "sus payı" gibi bir korelasyon kurmanın komplo teorisinden başka bir şey olmadığını söylemek de mümkün. Ancak bu tür "tevafukların" son 15 yılın klasiği haline gelmiş olması ister istemez bu ihtimali güçlü şekilde akla getiriyor.
Şimdi birileri bizden, emperyalizmin savaş ve işgal aygıtı olan NATO'nun bir parçası, yerine göre Amerikan, yerine göre Rus emperyalizmiyle ortak hareket eden ve son olarak Esed'li geçiş süreci ve yeni laik Suriye'nin kurulmasının önünde engel görülen mücahitleri İdlib'den çıkarmak için işgalci Rusya'nın yedeğinde İdlib'e operasyon düzenleyen TSK'ya bu büyük resim çerçevesinde değil de, lütfedip harp okuluna bir tane başörtülü kabul etmiş bir kurum olarak bakmamızı ve müteşekkir olmamızı istiyor.
Bu noktada, olup-bitenin çok da "tevafuk" olmadığını anlamamıza yardımcı olabileceğini düşündüğüm 2011 tarihli "Sus Payları ve Müslümanlar" başlıklı yazımla başbaşa bırakıyorum sizleri:
Bugünlerde, 28 Şubat sürecinde yürürlüğe konulan çeşitli yasak ve baskı uygulamalarının art arda yürürlükten kaldırıldığına dair haberler okuyoruz. Hükümetin, bir Kanun Hükmünde Kararname ile yaz Kur’an kurslarında 12 yaş sınırını kaldırması...
YÖK Başkanı’nın, katsayı uygulamasının bu yıl itibariyle kaldırılacağı doğrultusundaki açıklaması... Yine YÖK’ten gelen, yasakçılıkta direnen rektörlerin görevden alınacağına dair açıklama…
Tekil olarak olumlu bulmakla birlikte bu gelişmelere sevinemediğimi, bu kararların bende olumlu anlamda bir heyecan meydana getirmediğini belirtmek istiyorum.
Açıkçası, bu gelişmelere bakıp mest olan, Hükümeti bu kararlarından ötürü adeta ayakta alkışlayan Müslümanları da anlamakta zorlanıyorum.
Kimi Müslümanların, büyük resmi görmemekteki (görememek demiyorum, çünkü her şey çok açık) ısrarını ve olup-biteni bütüncül olarak değerlendirmekten inatla imtina edişini üzülerek takip ediyorum.
Yaz Kur’an kurslarında 12 yaş sınırı kaldırıldı… Böylece 28 Şubat sürecinin bir dayatması daha tarih oldu… Fena mı?
Tabii ki yukarıda da belirttiğimiz gibi tekil olarak değerlendirildiğinde olumlu hâdiseler bu ve benzeri gelişmeler. Fakat büyük resme baktığımızda, bu olumlu gelişmelerin hangi maliyetlerle önümüze konulduğunu, bunlar karşılığında Türkiyeli Müslümanlar olarak ne tür bedeller ödediğimizi, bunlar karşısında nelere razı kılındığımızı, hangi suçların ortağı olmayı sessizce geçiştirdiğimizi düşündüğümüzde, sevincimizin kursağımızda kalması işten bile olmuyor.
Belki de kimi Müslümanlar, sevinçleri kursakta bırakan gerçeklerle yüzleşmemek için büyük resme bakmaktan imtina ediyordur, bilemiyorum.
Peki, daha açık yazayım…
Kur’an kurslarına yönelik yasağın kaldırıldığına ve katsayı uygulamasının tarih olacağına dair haberleri okuduğumuz geçtiğimiz hafta, ajanslara düşen başkaca haberler nelerdi?
Emperyalizmin savaş ve işgal örgütü NATO’nun Füze Kalkanı’nın, Türkiye’ye (Malatya Kürecik’e) konuşlandırılması konusunda ABD Büyükelçisiyle karşılıklı imzaların atıldığı haberi…
Türkiye Hükümetinin aksi iddialarına rağmen, Füze Kalkanı’nın siyonist işgal rejiminin güvenliğiyle de ilgili olduğu haberi… ABD ve Türkiye’nin eşbaşkanlığında, İslam coğrafyasında “köktendinci” avı başlatılacağı haberi… Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın, “Arap Baharı” vesilesiyle ziyaret ettiği Mısır’da yaptığı laiklik çağrısı haberi…
İşte bu büyük resme baktığımızda, İslam düşmanı işgalci NATO’nun ve efendisi emperyalizmin bekçiliğine ve İslam coğrafyasında onların misyonerliğine razı olmak karşılığında - böyle bir suç ortaklığı karşısında tabir caizse gök kubbeyi zalimlerin başına yıkması gereken - Müslümanların ağzına bir kaşık bal niyetine, sus payı olarak birkaç dayatma ve yasağın kaldırılmasının söz konusu olduğunu görmekteyiz...
Baştan beri bu böyle olmuyor mu? Menderes dönemini hatırlayalım… Özal dönemini hatırlayalım... Kemalist zulüm devletinin baskılarından bunalan halkın sırtından birkaç sopayı eksiltme karşılığında, daha önce sistemi kökten reddeden nice Müslümanlar hem laik sisteme entegre edildi, hem de emperyalizmle işbirlikçiliği suçuna razı ve ortak kılındı.
Şimdilerde de olan biten o günlerden farklı değil. Bir taraftan siyonistlere efelenirken, diğer taraftan onların efendisi emperyalizmle her türlü işbirliği ve suç ortaklığına devam eden, Afganistan ve Pakistan’a yönelik emperyalist işgale fiilen destek veren ve bu çerçevede öncekilere ek olarak yeni yeni askeri üsleri emperyalizmin hizmetine vermekte beis görmeyen muhafazakâr demokratlar, katsayı, 12 yaş gibi sus payları ile Müslümanları susturarak bu suçların ortağı kılmaya çalışıyor.
Ne yazık ki, içimizden, büyük resmi görmemekte ısrar ederek bu sus paylarına razı olanlar da yok değil. Ağızlarına çalınan bir kaşık bala aldanarak, Uhud’daki nöbet yerlerini terk eden ve bâtıl sisteme entegre olma yoluna giren birçok çevre var ne yazık ki.
Bizler, büyük resmi görmeye devam edelim ve duruşumuzu asla konjonktürel gelişmelere endekslemeyelim. Hiçbir sus payının bizleri hakkı söylemekten alıkoymasına ve zulmün her çeşidi karşısında itirazımızı yükseltmemize engel olmasına müsaade etmeyelim.