20-05-2008 18:25

Tarihi an(la)mak için, ‘ilkellik ve kutsama’ şart mı?

Resmî ve sun’î / yapmacık bir heyecan sonunda, beklenen misafir gözüküyordu: Bir ‘büst’! Subaylar onu kutsal bir nesne gibi, tâzim ile taşıyor ve herkes huşû’ içinde selâmlıyordu. Ve, bu ‘ilkel ülke’nin neresi olduğu açıklanınca da, insanlar daha bir hayret ediyorlardı. Bu ilkel ülke, ne yazık ki, benim ülkemdi..

Tarihi an(la)mak için, ‘ilkellik ve kutsama’ şart mı?

Selahaddin Eş Çakırgil

1981 yılında, ingilizlerin ünlü BBC yayınında, bir ‘ilkel ülke’den bir sahne aktarılıyordu..

Bir sahil şehrinde, mülkî ve askerî erkan ile şehrin öteki önde gelenleri ve halk kitleleri, bir gemiden inecek olan bir önemli misafiri karşılamaya hazırlanıyorlardı..  
  
Resmî ve sun’î / yapmacık bir heyecan sonunda, beklenen misafir gözüküyordu: Bir ‘büst’! Subaylar onu kutsal bir nesne gibi, tâzim ile taşıyor ve herkes huşû’ içinde selâmlıyordu.

Ve, bu ‘ilkel ülke’nin neresi olduğu açıklanınca da, insanlar daha bir hayret ediyorlardı.

Bu ilkel ülke, ne yazık ki, benim ülkemdi.. Dahası, o şehir de benim şehrim..
Dönem, Ken’an Evren isimli bir generalin, halkı bir daha ‘kurtardığı’ 12 Eylûl’ün başlarıydı.. (Zamanın 2. Ordu Kom. Org. Bedreddin Demirel, ‘Biz, yönetime el koyma işini, Temmuz 1979’da yapmayı kararlaştırmıştık, ama, bir müdahalenin toplum tarafından kabullenilmesi için, tablonun biraz daha karmaşık olması gerekiyordu. Onun için, 15 ay kadar beklemek gerekti..’ diye yazacaktı -özetle-, hatıralarında.. Yani, binlerce genç insan daha birbirini o kurulu anarşi çarkının dişlileri arasında öldürecekti ki; sonunda halk, ‘Ordu nerde yahu? Niye müdahale etmiyor?’ diye bir susamışlıkla karşılasındı, ‘kurtarıcı’ları.) Ve, General Evren, rejimin ‘kurucu’sunun muhtemelen 100. doğum yıldönümünü en görkemli törenlerle ve bütün ülkeyi, -neredeyse köylere varıncaya kadar- baştan başa heykellerle donatarak karşılamaya çalışıyordu..

O törenler yine sürüyor mu, diye, dünkü haberlere baktım.. Hele de, Samsun’dakilere.. Ve Ankara’daki törenleri de izledim, ekranlardan.. Özellikle de, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, Samsun’dan getirilen bir bayrak ve Selanik’ten, M. Kemal’in doğduğu kabul edilen evden getirildiği söylenen toprağın verilişini.. (Ki, o evin de, onun doğduğu değil, babası öldükten sonra annesinin evlendiği, üvey babası Ragıb Bey’in evi olduğu gözardı edilir.) Gençler, o nesneleri öperek takdim ediyorlardı, Gül’e.. Ve ilginç olan, Cumhurbaşkanı Gül de aynı şeyi tekrarlıyordu.. (Gül’ün kendisine aid tavırlar geliştirmesi umulur.. Anıt-Kabir defterine, yıllardır, hattâ bazısı çok komik bir şeyler yazılır. Ama, bu komikliğe, Sezer, yazdığını yüksek sesle okumak ‘bid’at’ını da eklemişti. Gül de onu tekrarlıyor! Kezâ, ‘Ölüden bir şey beklenmesinin ilkelliği’ ileri sürülerek, ‘Tekke ve Zaviyelerin kapatılması’na dair devrim kanununun değiştirilemezliği ortadayken, laik rejim tarafından bir ‘kutsal mezar’ haline getirilen bir mekânın nasıl bir sosyal-pozitivist çarpıklık sergilediği de bir ayrı faciadır.)

E. Ardıç’ın, ‘Bugün, sanırım Küba ve Kuzey Kore dışında, hiçbir ülkede böyle birtakım gösteriler de yok! (...) Bu tür gösteriler, faşist ve komünist ülkelerde vardı.. Yani Mussolini İtalyası, Hitler Almanyası ve Stalin Rusyası... Biz onlardan aldık. (...) Fakat şu gösterileri de aldık ve bir türlü bırakamadık. Tıpkı, Mussolini'nin ‘figlio della lupa’, yani ‘dişi kurdun oğlu’ örgütünü birebir kopya edip bir de ‘yavrukurt’ örgütü kurduğumuz gibi..(…) Bunlar, ‘totaliter’ rejimlerin gençlik gösterileridir..’ tesbiti ve ‘stadyum âyini’ benzetmesi yersiz mi?

Dün, değişik kanallara baktım.. Birçoğunda, saatlerce aynı mavallar.. Ve bu arada, Cumhurbaşkanı’nın huzurunda yapılan gösterilerden sahneler.. Ki, çoğumuzun, sorumsuzlukla ancak başkasının kızları olduğunda tahammül edebileceği ve de halkımızın ahlâk anlayışıyla taban tabana zıd, birtakım oğlan ve kızların bu günle ilgisi de sorgulanması gereken ve ancak, çılgınlıkların yaşandığı gece kulüplerindeki dans figurleri..

30 yıl önce, bir MSP’li m. vekilinin anlattığı, yaşanmış bir vak’ayı hatırladım.
Güneydoğu vilayetlerinden birinde, esnaf, bu resmî törenlerden rahatsızlıklarını şehrin valisine de duyurmak istemişler.. Vali de onları kendi konağında kabul etmiş..

Vali beyin mazbut kıyafetli kızı, ‘hoşgeldiniz’ demiş, sonra da kahve ikramı filan..
Biraz sohbetten sonra, ‘esnaf’ın önde gelenlerinden birisi söze girmiş:

-‘Vali bey, biz bu törenlerden rahatsızız.. Kızlarımızın teşhir edildiğini, nice genç oğlanların da yarı üryan haldeki onları seyretmek için stadlara koştuğunu siz de biliyorsunuz herhalde..’

*Ama, şey.. Bu konulara öyle bakmamak gerekiyor. vs.. (kem-küm..)
Vali hem onlara hak verir havasında, hem de o törenlerin mecburîliğini anlatıyor..

Bunun üzerine, hey’et içinden, sözünü dudaktan esirgemez bir zat söze katılıyor:
-‘Vali Bey, kerimeniz gelse de, şurada karşımızda bir eğilip-bükülse, amuda kalksa..’

*..........(Vali kızarır-bozarır..) O zaman o yaşlı zat, taşı gediğine koyar..

-‘Beyefendi.. Siz kızınızın burada sadece 8-10 kişi huzurunda ve bir-iki hareket yapmasını kabullenemiyorsunuz da, bizi ve kızlarımızı ne sanıyorsunuz? Ve, herkesin huzurunda..’

Vali, söz bulmakta zorlanır; ve o yıl, kızların mahallî kıyafetlerle katılımı sağlanır.

İşin bir başka yönü, daha da ilginç..

Siz bakmayınız şimdi, 19 Mayıs üzerine nutuklar atılmasına.. 1936’dan önce, 19 Mayıs diye bir şey yok.. Ama, hristiyanlığa korkunç bir nefret duyup, (türkçeye Deccâl adıyla tercüme edilmiş olan) ‘Anti-Christ’ diye bir kitab yazan F. Nietsche’nin miladî takvimi reddedip, tarihi yeniden ve ‘sıfır’dan başlatmasına öykünerek, tarih yeniden yazılmak istenip, geçmiş bütünüyle reddedilip, yeni bir tarih başlatılmaya çalışıldığı o dönemde; her gün bir yeni şeyin uydurulduğu meşhur sofrada, bir akşam da, -Padişah Vahiduddin tarafından- Samsun’a gönderiliş hatırlanır; 16 sene sonra!. Ve, o günün kutlanmasının yerinde olacağı söylenir sofradakilerce.. Sonuçta bu teklif kabul de görür.. Despot bir Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) olan Şükrü Kaya, hemen Valilik’lere bir genelge gönderir ve o gün kutlanmaya başlanır. Ve, o zamanın ‘faşist, nazist ve stalinist’ rejimlerinden ve de, antik Yunan’da, ‘Bağbozumu tanrısı Dionisos’ şerefine tertiblenen törenlerden ilham alınarak sportif gösteriler düzenlenir.

Halbuki, Osmanlı’nın son döneminde, İttihadçı’larda da vardır, benzer kutlamalar.. Genç kabiliyetlerin sportif kabiliyetlerinin geliştirilmesi için, İdman Bayramı, 1916’da kutlanmaya başlanır.. Bu günü ihdas eden de, ‘idman muallimi’ (spor öğretmeni) Selîm Sırrî (Tarcan) Bey’dir. O, hâtırâtında, o ilk ‘idman bayramı’nı etraflıca anlatır.

Bir ilginç noktayı da ekleyeyim.. Alman İmp. II. Wilhelm, (Sultan Abdulhamîd’in culûsunun, / tahta çıkışının 25. yıl törenlerine katılmak üzere; ilk kez geldiği 1898-99’dan sonra) 1914 başında ikinci kez gelir, İstanbul’a.. Yapılan karşılama merasiminde mektebli kızlar da yer alır.. Etekler diz altındadır, ama, dize doğru çekilmiştir.. II. Wilhelm, gelecekte savaşa birlikte gireceği müttefikini uyarmak gereğini duyar ve Tal’at Paşa’ya der ki: ‘Bundan daha fazla ileri gitmeyiniz.. Aksi halde, savaş gücünüzü yitirirsiniz..’

Yersiz bir uyarı mıydı, o?

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !