“Tarihin Sonu” tartışmalarında din bize ne teklif eder?
‘Tarihin Sonu’ tezlerinin bugün de tartışıldığını belirten Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Fukuyama’nın ‘Ben yanlış anlaşıldım’ demesinin, tarihin sonu iddialarının yanlışlandığını görmesinden kaynaklandığını belirtti.
15 günde bir İktibas Dergisi salonunda düzenlenen programların 28 Aralık’taki konuğu Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün oldu. Prof. Düzgün, “Tarihin sonu” iddialarına karşılık ‘Din’in insana ne teklif ettiği üzerine bir konuşma gerçekleştirdi.
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, sözlerine, Francis Fukuyama’nın ünlü teorisini hatırlatarak başladı: “Japon asıllı F. Fukuyama’ya tarihin sonu ile ilgili bir kitap ısmarlandı. O da, insanlığın ekonomik olarak liberalizm, siyasal olarak da demokrasiye gelip dayandığını, başka bir sistem arayışına ihtiyaç bulunmadığını iddia etti. Fukuyama, Medeniyetler Çatışması teziyle bildiğimiz Samuel Huntington’un öğrencisidir. Samuel Huntington ölmeden önce ‘Who Are We?’ (Biz Kimiz?) adıyla, Amerika’nın çok kültürlü, her taraftan göç alan yapısına itiraz eden bir kitap yazdı ve Amerika’nın beyaz ve Protestan kimliğinin korunması gerektiğini iddia etti. Bu iddia, dünyanın yavaş yavaş kimlik siyasetine doğru kaydığını işaretleyen ilk çalışmalardandır.
Şaban Ali Düzgün konuşmasında özetle şu değerlendirmede bulundu:
‘Max Weber’in tezi de Harvey Cox’un tezi de yanlışlandı’
Tarihin Sonu tezleri bugün de tartışılıyor ve Fukuyama diyor ki; ‘Ben yanlış anlaşıldım aslında’. Yanlış anlaşıldım demesi şundan: Tarihin sonu ile ilgili iddiaların yanlışlandığını gördü Fukuyama. Bu tür teori kuranlardan epey yanlışlanan oldu; 2-3 örnek vereyim bu öngörülerden:
Türkiye’de sosyologlara en tanıdık gelen isim Max Weber’dir. Max Weber, Protestanlık ve kapitalizm arasında doğrudan ilişki kurduğu teziyle meşhurdur. Ona göre, bir ülkenin kapitalist olabilmesi için, bir çalışma ahlakı geliştirip o ciddiyetle üretmesi, tüketmesi ve müreffeh olabilmesi için Protestan olması gerekir; çünkü Protestanlık bir çalışma ahlakı verir. Buna göre, Allah kulunu çalışırken görmek ister, kilisede ibadet ederken değil. Katoliklerde kilisede ibadet eden, manastırlara çekilen kişinin aksine, Allah kulunu çalışırken görmek ister ve onun emeğiyle övünür. Protestanlığın ruhu budur. Çalışan, üreten, yaratan insanlar. Dolayısıyla Protestanlık ve kapitalizm arasında doğrudan bir ilişki vardır. Eğer bir ülke kapitalist olacaksa Protestan olmak zorundadır; Max Weber’in tezi buydu. Sonuç! Çin, Protestan değil kapitalist, Japonya, Protestan değil kapitalist. Kapitalist üretim-tüketim süreçleri içinde yer alanların çoğu Protestan değil. Max Weber’in tezi yanlışlanmış oldu, açık.
Yanlışlanan başka bir öngörü Harvey Cox’un sekülerliğin hakimiyet kazanımıyla ilgilidir. Cox, 1960’larda yazdığı Seküler Şehir (Secular City) kitabında, 40 yıl içinde bütün dünyada din, önce kamusal hayattan sonra da bireylerin hayatından yavaş yavaş elini-eteğini çekeceğini, ortadan silinip süpürülen dinin geride seküler bir dünya bırakacağını öngörüyordu. Bazen öngürünüz, olmasını istediğiniz ve insanların zihnine o şekilde kodladığınız şeydir, aslında.
Cox’un ömrü vefa etti ve 40 yıl geçtikten sonra bir makale yazdı. 40 yıl önce kitabımı okuyup da ona göre amel edenlerden özür dilerim dedi. Ben yanıldım dedi. Roma’ya, Katolikliğin başkentine en büyük camilerden bir tanesi yapılacak denseydi 40 yıl önce kimse inanmazdı, ama bugün var. Geldiğimiz nokta; dinin kamusal alanda görünürlüğün ve her alanda referans alışında bir artışın olduğunu göstermektedir.
‘Fukuyama demokrasi ve liberal ekonomi dışında alternatif görmüyordu’
İşte yanlış çıkan öngörülerden bir tanesi de Fukuyama’nın tarihin sonu tezi. Ne öngörüyordu adam? Şöyle dedi: Ekonomik anlamda liberal düşünce, politika anlamında da demokrasi artık insanlığın gelip dayandığı yerdir. Bundan sonra bütün milletin uygulayacağı ekonomik sistem liberal, sistem de demokratik olmak zorundadır, bunun dışında alternatif yok, daha arayışa gerek de yok dedi.
Peki, geldiğimiz noktada soruyoruz: Yüksek geliri olan müreffeh ülkelerin ne kadarı liberal ve demokrattır? Çin ne kadar liberal? Japonya ne kadar liberal? Hatta Avrupa ülkeleri ne kadar liberal ve demokrat? Chicago Üniversitesinden siyaset bilimci Sherry Berman, bugün Avrupa’da demokrasinin otoriterlik ve demokrasi karışımı hibrit/melez bir sisteme evrildiğini iddia etmektedir. Nereden anlıyoruz bunu? Batı’da aşırı sağın yükselmesinden, yabancı düşmanlığından ve kimlik siyasetinin popüler zeminde karşılık buluyor olmasından. Demokrasinin dayandığı kök kavram ‘rıza’ epey örselendi. Birlikte yaşadığımız insanları tolere etmeye, yaşam biçimlerine rıza göstermeye ve saygı duymaya dayanan demokratik kültür, yerini yabancı düşmanlığına ve tek kültür hegemonyasına bırakmıştır.
Tarih nereye doğru akıyor? Bir tekamül, yani mükemmele doğru bir gidiş mi var, yoksa tekerrür mü ediyor?
Tarihin sonu tartışmaları bağlamında; insanlığın bir bütün olarak tekamül ettiğini, iyiye, mükemmele doğru gittiğini, yani lineer/çizgisel bir seyir takip ettiğini düşünüyorum. Kastım şu: Tarih nereye doğru akıyor? Bir tekamül, yani mükemmele doğru bir gidiş mi var, yoksa tekerrür mü ediyor? Tekerrür şöyle oluyor: Hepinizin bildiği İbn-i Haldun’un bahsettiği o döngü sistemi. Devleti kuran adamlar önce kendi akrabayı taallukatından, aşiretinden, kan bağı olanlardan bir destek alarak başlarlar. Sonra işin içerisine din girer, kanun girer, idealar girer, büyümeye başlarlar. Refah gelir arkasından, herkes müreffeh olur. Sonra o refahtan pay alabilme mücadelesi başlar. Devletin kuruluş aşamalarının ikincisinde devreye giren din/idea sahipleri bu mücadelenin tasfiye edilenleri olur ve devleti kuranlar ilk halkaya yani akrabalar halkasına geri dönerler. Din dediğimiz unsur artık kurucu bir bağ olmaktan çıkar ve devleti kuran insanlar ta o ilk başta kendilerinin kurdukları aşirete, akraba, dosta tekrar dönerler. Bu döngü aslında yıkılıştır. Tarihin tekürrüden ibaret olarak tanımlanması bu döngünün kırılamamasıyla ilgili bir tespittir.
İbn-i Haldun’a göre akrabalarla, aşiretle, yakınlarınızla başlıyorsunuz. Sizi en zor zamanınızda kim destekleyecek onlarla başlıyorsunuz ki, bu Hazreti Peygamber’de de var, aşiret, akraba, onları önce uyar. Çünkü seni esirger korurlar. Sonra daha idea içeren din işin içine giriyor. O zaman biyolojik kardeşlik, yani akrabayla kurduğumuz biyolojik kardeşlik, din ile ruhani bir kardeşliğe evriliyor. Bu ruhani kardeşlik, ruhani velayet olarak bizim kültürümüzde kullanılır. Bu kavramın yaratıcısı Maturidi’dir. Ruhani velayet, yani birbirleriyle biyolojik akrabalığı olmayan insanlar birbiriyle akrabaymış gibi birbirlerini korurlar, gözetirler.
‘Döngüsel tarih, sanki dinlerin tarihi gibi’
Din, biyolojik akrabalığın vermediği değerleri, ideaları, motivasyonu sağlar. İlkeler, normlar, prensipler verir. Ve o ruh sizi aynı zamanda hem insan yapar, hem de ekonomik anlamda müreffeh kılar. Sonraki aşama ne? O refah ortaya çıkınca refahın devamı konusunda aramızda üleşme sorunu başlar. Akçeli işler işin içine girer. Ondan sonra o ikinci aşamada denir ki; yani akrabaların dışında ikinci aşamada İbn-i Haldun’a göre yanınıza gelen insanların tasfiyesiyle başlar düşüş. Düşüşün ilk işareti tasfiyedir İbn-i Haldun’a göre. O tasfiyeden sonra sizi koruyacak olan o küçük halkaya dönmek zorundasınız. İşte o ilk koruyucu, onlarla beraber artık tüketmeye, onlarla paylaşmaya başlarsınız. Bu tipik bildiğimiz nepotizmdir, yani akraba kayırmacılığı. Hazreti Osman’ın başını yiyen olay, nepotizm. Dinin getirdiği kardeşliği kıymanın getirdiği zorunlu başa dönüş ve dekadans.
İbn-i Haldun, ‘bu döngüden çıkmak için ne yapmak lazım geldiğini sorar. O zaman döngüsel tarih yani sürekli başa sarma ve aynı hataları tekrar yapma bir zorunluluk değil. Kur’an bu döngüselliğe ‘mesülât’ (Ra’d, 6) adını vermekte ve eleştirmektedir.
Tarihsellik ile Tarihilik arasındaki fark
Machiavelli ile İbn-i Haldun’u karşılaştıran çalışmalar, İbn-i Haldun’u döngüsel tarihin temsilcisi olarak resmektedirler. Oysa İbn-i Haldun bu döngüden çıkılması gerektiğini söylüyor. İbn-i Haldun hem bir devlet adamı, hem bir filozof. Tarihçi diyeceğim de tarihçi değil, çünkü İbn-i Haldun tarihi, felsefenin bir alt dalı olarak görüyor. Tarihin felsefesini yapıyor. Sadece tarihin nasıl aktığı değil “Neden bu şekilde aktığı” sorusunu soruyor.
Bu kronolojik tarih okuması değil, kairotik tarih dediğimiz tarih okumasıdır. Kronolojik tarih, tarihin zamansal akışını, kairotik tarih olayların akışını verir. Almanca’daki geschichte kelimesi history kelimesinden farklı olarak bu kairotik tarihi vermek için kullanılır. Örneğin; Hazreti Peygamberin doğum yılı 571 diyelim. 571 bir tarih, doğru. Akışta 569, 570, 571, 572 gidiyor. Kronolojik olarak baktığınız zaman bu tarih, history. Fakat 571’in 69’dan ve 72’den bir farkı var. 71’de Hazreti Peygamber doğmuş, bakın o 571’e “anlam” katan bir olay var. O olay üzerinden tarihi okursanız bu kronolojik okuma değil, kairotik okumadır. Yani tarihsellikten değil tarihî bir olaydan bahsediyoruz demektir. Bu, tarihsellik (historical) ile tarihîlik (historic) arasındaki farktır. Tarihin akışını belirleyen tarihi olaylardır. Mesela Hazreti Peygamberin gelişi niye tarihidir? Birçok peygamber geldi ama beş tanesini Kur’an-ı Kerim ulu’l-azm/kesin kararlı peygamberler olarak adlandırdı. Zira onlar tarihin akışını değiştirdiler. Anakronik (patinaj yapan) tarihin akış yatağını değiştiren isimler onlar: diyakronik tarihi inşa edenler. Insanın zihninden başlayarak bedenine kadar özgürleştirenler.
Tarihin sonu tezlerinde Kur’an’a bakarsanız, tarihin sonunun cennete çıktığını görürsünüz. Bu ölümden sonra gidilecek cennet değildir. Cennet tasvirlerinin burada karşılık bulduğu ideal yaşam yurdudur. Kur’an, insanların cennette kalplerinden her türlü ‘ğıll’in çekilip çıkarıldığını söyler. ‘Ğıll’ kin, nefret demek. Aynı zamanda insanın eline ayağına vurulan zincir/bukağı anlamına gelir. Bu şu demektir: Öyle bir toplum yaratın ki içinde insanların birbirine karşı kin/nefret duyacakları mekanizmalar olmasın. İnsan ‘sadr’ında/bilinç altında bile bu kini ve nefreti duymasın. Herkes ruhen ve bedenen özgür olsun. İnsan ilişkileri tahakküm/hegemony ilişkisi olmasın. Her ilişki, her kesişme bir başkasını var etsin.
‘İbn Haldun’un sorduğu soruyu, Machiavelli sormuyor, çünkü pozitivisttir’
Temel soru şu: Döngüsel -circular- bir tarih yani iyiye, mükemmele doğru giden, tekrar kendisini yıkıp baştan başlayan, böyle bir tarih, maalesef gerçek gibi görünüyor. Kur’an’ın ‘mesülat’ eleştirisi de bunu gösteriyor. İbn-i Haldun’a göre, insanın aç gözlülüğü, ihtirası, ortaklaşa iş görmeme, görememe beceriksizliği bu döngünün sebebi. O zaman normal olan bizim bu döngüden çıkmamızdır. Peki, soru o zaman şu: Nasıl çıkacağız bu döngüden?
Böyle bir soruyu Machiavelli sormuyor, çünkü Machiavelli pozitivisttir. Yani, olana teslim olur. Machiavelli’ye göre de bir toplumu kuran unsur olarak ‘din’ zorunludur. Fakat bir enstrüman olarak düşünüyor dini. Mesela Allah en yüce otoritedir doğru mu? Peki, Allah’ın en yüce otorite olarak bizim toplumumuzdaki karşılığı nedir? Kanunun mutlak otoritesidir. Allah diyor ki, şöyle yaparsan ebediyyen Cehennemde kalırsın. Kanun ne diyor? Böyle bir suç işlersen müebbet yatarsın. İlahi olan, seküler alanda aynı karşılığı buluyor, hukuk üzerinden. Dolayısıyla Machiavelli diyor ki, işte din burada işe yarıyor diyor.
‘Voltaire de, otoritesinden faydalanmak için din gerekli diyor’
Buna Voltaire’i de ekleyin. Fransız ansiklopedistlerden inançsız biri Voltaire. Ama ne diyor: “Baylar, Tanrı yoksa da onu var etmek lazım” Neden? Machiavelli ile aynı gerekçeden.
Ama İbn-i Haldun’da durum böyle değil. İbn-i Haldun, dini gerçekten kurucu bir unsur olarak görür. Benzer bir yargıyı Mâverdî’de görürüz. El-Ahkamü’s-Sultaniye/Yönetimin İlkeleri’nde dini/birleştirici bağı, güç/ordu ve servetle birlikte devletin kurucu unsuru olarak anar. Bir devlet kuracaksanız diyor, şu üç unsurun olmazsa olmaz olduğunu bilin: Bunlardan bir tanesi servet, zenginlik. İkincisi güç, yani ordu. Üçüncüsü o insanları birbirine bağlayan bir bağ, yani din. İnsanları birbirine bağlayacaksınız, işte ruhani velayet denilen o kardeşlik. Maturidi çok güzel diyor: Siz ruhani velayetle birbirinize bağlanacaksınız, toplumu var edeceksiniz. Sonra o var ettiğiniz toplum nefsani velayeti yaratacak, yani kendisini kuranların bütün teker teker haklarını koruyacak. Yani biz bir devlet kurduk, toplum kurduk, otorite verdik onlara. Düşünün polis bizim, zabıta bizim, yargı bizim, bütün bu erkleri biz ayırmadık mı? Toplumu, devleti, kim kuruyor? Devlet kim? Hepimiziz. Bak, ‘ruhani velayet’ dediği şeyi biz yaptık. Beklentimiz ne? Her birimizi teker teker korumasıdır. Nefsanî velayet denilen şey.
Tekrar meselemize dönersek; Bu dünyanın kötüye mi, iyiye mi gittiği ya da sürekli döngüye mi girdiği konusunda yaptığımız yorumun hikmetle ilgili olduğunu bilmemiz gerekir. Hiçbir varlık, hiç kimse bir şeyi, kötüye gitsin, gittikçe daha da kötü olsun diye yapmaz. Yani “Allah’ın kurduğu sistem gittikçe iyiye doğru mu gitsin, yoksa gittikçe kötüleşsin mi?” diye sorarsanız buna negatif cevap veremezsiniz. Bu, Allah’ın hikmetine aykırıdır.
‘Nur suresi 55’inci ayeti tarih felsefesi açısından muhteşem’
Ciddi bir tarih felsefesi yapan Nur Suresi’nin 55. ayetini konumuz açısından analiz ederek, tarihin etkin gücü olarak sahneye çıkma iradesi gösterdiğimizde Allah’ın bize neler vadettiğini göstermek istiyorum:
“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur…”
Bir toplumu, devleti kuran adamın halkına bir vaadi vardır, değil mi? Bir siyasi partinin bir vaadi vardır. Peki, Allah’ın vaadi nedir, nasıl bir tarih kuruyor, kurduğu tarih nereye akıyor? Öncelikle şartlı bir vaat var. Onu fark edelim. Kur’an’ın gelecek kurgusunda bu şart hep vardır. Bir şeyin gerçekleşmesini, bir şarta bağlar. Bu da insanı tarihin gerçek öznesi yapar. “İman eder/güven verir ve sulha hizmet eden eylemlerde bulunursanız, sizi yeryzünün halifeleri yaparız.”
Ayette geçen anahtar kelimelerden biri, salih ameldir. Salih amel nedir? Bir insan, eğer kendisinin faydasını görmediği bir eylemi yapma erdemine erişmişse, zaten o toplum standardın üstüne çıkmış demektir. Bu, erdem ahlakı dediğimiz seviyedir.
‘Kur’an’da ne yazıyorsa inanıyoruz, çünkü söyleyene güveniyoruz’
Anahtar kelimelerden biri de iman şeklinde Türkçe’ye aktardığımız kelimedir ki asıl anlamı ‘güven’dir. İman dediğimiz şeyin evvel emirde bir “güven” içerdiğini görmemiz lazım. Allah’a iman, Allah’a güvendir. Şu Kur’an’da ne yazıyorsa, diyorsunuz ki, hepsine inanıyorum. Neden? Çünkü söyleyene güveniyorsunuz da ondan. Yani imanın bir güven olduğunu lütfen yeniden bir tartın zihninizde. İman dediğimiz şeyin güven olduğunu fark edin.
‘Mekânda yer tutmak, ayağı yere sağlam basmak için din olacak’
“Allah’a inanan/güven duyan ve salih amel işleyenlerin dinini mekanın kurucu unsuruna dönüştürecektir” diyor ayet. Allah, onlar için razı olduğu bir yaşam biçimini, onlar için bir mekânda yer tutan yaşam formuna dönüştürecek. Ayette geçen ‘ve-leyümekkinenne’ kelimesi, Arapça’da ‘ke-ve-ne’ (kâne) kökünden gelir. Mekân da, kâinat da aynı kökten türemiştir. Bütün oluşların üzerinde cereyan ettiği yer. Bütün oluşları düzenleyen şey ise dindir yani yasadır. Evrende de böyledir, toplumda da.
“Allah’ın razı olduğu bir dini sizin için mekânın kurucu unsuru yapacak” diyor ayette. Demek ki Allah’ın razı olmadığı din de var. Bir kadını ‘darp’ etmenin farklı yollarını anlatan bir din herhalde Allah’ın razı olmadığı bir din. Yine, beline kadar toprağa gömüldükten sonra suçluyu taşlatarak öldüren bir din herhalde Allah’ın razı olmadığı bir dindir. Öyle bir mekânda yer tutacak ki bu din, Allah’ın razı olduğu bir biçimde işleyecek insanların istediği şekilde değil.
‘Güvenin olmadığı durumda patolojik bir zihin ortaya çıkıyor’
Allah’ın razı olduğu din, “Geçirdikleri bütün korku dönemlerinden sonra insanları güvene kavuşturan, korkunun ve kaygının yerine güven duygusunu ikame edendir.
Ve ayet tarihin kurucu aktörlerinin en önemli özelliğine geliyor: “Lâ yuşrikûne bî şey-â” “bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar.”
Müşrik ve Hanif kavramları
Allah’a şirk koşmak ne demek? Şirkin teolojik ve antropolojik referansları nelerdir.
Müşrik bireyin karşıtı, zıttı nedir? “Müşrik olmayın” diyen ayet, ardından ekliyor: Hanif olun. O zaman şirkin karşıtı haniflik. Şirki anlamak için hanifliği, hanifliği anlamak için şirke bakmak gerekiyor. Şirk-hanif diyalektiğini en iyi anlatan ayet Hac Suresi’nin 31. ayeti.
Ayet müşriki, bireyselliğini kaybeden, gökten boşluğa düşmüş, yırtıcı kuşların didik didik ettiği ve rüzgarın ücra bir köşeye sürükleyerek esamesini okunmaz hale getirdiği insan olarak tanımlıyor. Boşluğa düşen bir birey müşrik olarak anılıyor. Neden? Çünkü o artık, her türlü yırtıcı kuşun, kimliğini ve kişiliğini parçalayan ideolojinin, grubun hedefindedir. Ve ele geçirildiğinde de başına gelecek olan didiklenmek ve kimliksiz, anonim, amorf birine dönüştürülerek unutulmaya mahkûm edilmektir.
Peki, müşrikin karşıtı olan hanif’in özelliği ne? Hanif, adam gibi kendi ayakları üzerinde dikilmesini bilen, kimlikli, kişilikli birey demek. Birey, tek başına. O bireyi yetiştirirseniz, o bireyin oluşturduğu, o ben’in oluşturduğu “biz”i düşünsenize nasıl sağlam yere basar? Öyle büyük bir biz, tarihin ne kadar etkin kurucusu olur?
‘Tarihin akışını değiştiren, tarihe yön veren ‘kavramlar’dır’
Tarihin akışıyla tartışmamız gereken bir konu da, tarihin akışını belirleyenin ne olduğudur. Yasa mı, bir kişi mi, bir toplum mu? Bu unsurların her birinin savunucusu var. Benim kanaatim; tarihin akışını belirleyen, tarihe yön verenin ‘kelimeler/kavramlar’ olduğudur. Tarihte yer tutacak olayları hangi kelimelerin tetiklediği meselesidir bu. Hz. İbrahim’in kelimelerle imtihan edildiğini, başardığını ve böylece milletlere önder yapıldığını söyleyen ayeti bu bağlamda okumak gerekir (Bakara, 124).
Tarihi eviren kelimelerdir. Özgürlük gibi. Eşitlik gibi. Adalet, merhamet gibi. Düşünsenize, bir peygamber geldiği topluma: Ey millet, ben size kölelik vadediyorum! Herkes kölelikte eşit olacak”. Bunun insanlarda bir karşılığı olur muydu? Tabi ki hayır. Peygamber herkesin özgür olacağı ve karnının doyacağı bir düzen vadettiği için karşılık buldu. İşte tarihi eviren bu eksen kavramlardır.
Haniflik, sahih tekillik bu eksen kavramların başında gelir. Kur’an’ın temel hedefi böyle etkin bir bireyi inşa etmektir. O bireyi inşa ettikten sonra, o birey toplumu inşa eder, o birey devlet kurar, o birey ekonomik sistemi kurar, o birey hukuk kurar. Bizim kötü alışkanlığımız şu: Zannediyoruz ki Allah Kur’an’da bizim için her şeyi kurdu, normlarını belirledi, dedi ki buyurun. Devleti kurdu, ekonomisini kurdu, nasıl siyasal bir sistem olarak yürüyecek onu kurdu. Unutmayınız! Kur’an bir hidayet kitabı. Yani bütün bu kurumların yürüyeceği temel ilkeler konusunda sizi yönlendiriyor. Hidayet, yönlendiriyor. Bir yargı sistemi kuracaksanız, size yönlendirir: En yakınını dahi adaletten kaçırma ve kızgın olduğun insana hak etmediği bir cezayı verme.
‘Hanif bireyi yetiştirin, toplumu-devleti kursun’
Dolayısıyla bu idealar üzerinden gittiğimiz zaman, hanif bireyi yetiştirin, o birey, toplumu, devleti kursun. Kimlikli, kişilikli bireylerden oluşan toplum elimize hâsıla olarak gelir. Ve sonuçta eğer tarih değişecekse, o tarihin değişeceği aktörleri kim olacak? Bu kavramların inşa ettiği insan olacak.
Tarihin aktif öznesi olan bu hanif birey, Kur’an’ın şehîd (çoğulu şühedâ)/tarihin aktif öznesi olarak tanımladığı kişidir. Şehîd kelimesine yakın bir diğer Kur’an terimi şâhid’dir (çoğulu, şâhidûn). Eğer aktif özneyseniz şehîd, olup biteni sadece seyrediyorsanız şahid olarak adlandırılırsınız. Allah hanif bireyleri birinciye davet etmektedir.
Soru-Cevap Faslı
BİR KATILIMCI: Konuşmanızın son bölümünde “tarihe yön veren, kavramlardır” dediniz. Burada da devlet-vatandaş ilişkisi bağlamında ulü’l emre itaat kavramının algılanış biçimi, Müslümanların tarihindeki tezahürlerine dair bir şey sormak istiyorum. Biliyorsunuz ulü’l emre itaat kavramı bizde devlete itaat şeklinde algılanmıştır genellikle. İbn-i Haldun’dan bahsetmiştiniz, o da “döngüsel tarihten nasıl çıkabiliriz”e dair bir arayış içerisindeydi. Burada sorum şu: Bizim bu ulü’l emre itaat kavramını, devlete itaat şeklinde algılamamız, döngüsel tarihten çıkamamamızın sebeplerinden birisi olabilir mi?
PROF.DR. ŞABAN ALİ DÜZGÜN: Nasıl bir devletten bahsettiğimiz önemli burada ‘Hakem’ rolü yüklediğimiz bir devletten bahsediyorsak, o devlete itaatte sakınca yok. Zira o devlet, hakkın, adaletin, merhabetin temsilinden ibarettir. Ama hegemonik bir güç olarak devletten bahsediyorsak, bu durumda esas olan ona itaat değil, değiştirip-dönüştürmektir.
Ulü’l emr ifadesindeki “ulû” kelimesi çoğuldur, dolayısıyla tek bir şeyi göstermiyor. O tekil olarak ne devlettir, ne devlet başkanıdır, ne de herhangi bir kurumdur. Ulû, çoğul olduğuna göre, ulü’l emr yönetimde payı olan bütün kurumsal yapılar; yasama, yürütme, yargı diyebilirsin erk olarak, bakın erkleri ayırabilirsin bunun içerisinden. Yani o ayetin sebeb-i nüzulü olarak, askeri -seriye- bazı olaylar anlatılıyor. Ayetlerin yorumunda sebebi nüzullere fazla önem atfetmemek gerekir. Onun için ayeti daha genel anlamda alabiliriz, düzenin, sistemin yürümesine imkan veren ne varsa onlara insanların itaati isteniyor, diyebiliriz.
Bir hukuk, hukuki bir sistem, düzen varsa itaat edilmesi gerekir; yok, beğenmiyorsak, değiştirilmesi gerekir. Kim değiştirecek onu? Sen, ben değiştireceğiz.
‘Deizm artışı var ama bu bir reaksiyon, bir protest durum var’
PROF.DR. ŞABAN ALİ DÜZGÜN: Kısa süre önce İstanbul’da Orient Institue tarafından Türkiye’de Deizm ve Ateizm konulu bir çalıştay yapıldı. Orada bir sunumum oldu. Özet olarak ülkemizde son yıllarda kendini deist, ateist olarak tanımlayanların sayısında bir artış olduğu kesin. Burada bir reaksiyon var, bir protest durum var, dolayısıyla bu Türkiye’ye has. Adam geliyor diyor ki ben deist oldum ateist oldum.
‘Deist oldum’ demek, deizmin bütün iddialarını masanın üzerine koydum, inceledim, tarttım, muhteşem gördüm ve karar verdim deist olacağım, demek değil… Süreç böyle işlemiyor. Böyle bir süreç sonunda karar verip deist veya ateist olanlar da olabilir, ama istisnadır. Ağırlıklı olarak Türkiye’deki durum, mevcut din anlayışına bir protestonun gittikçe dozajının arttığı şeklinde okunmalıdır. O zaman da soru, bu insanların neyi protesto ettiğine döner. Bu da mevcut din kavrayışımızı masaya yatırmamız gerektiği sonucuna bizi götürür.
‘Hep savunmada kalan bir dünya, kaybeder arkadaşlar’
Dinin modern dünyada tuttuğu yerin ve kullandığı dilin şürekli reaktif oluşu, savunma konumu, onu zayıflatmaktadır. Yakın zamanda yapılan 6. Din Şurası’na üye olarak kadıldım ve orada da seslendirdim şu gerçeği. Bugün yaşadığımız dünyayı var eden süreçlerin (Rönesans, Aydınlanma, Reformasyon, vs.) tamamına karşı duran ve her yeni duruma karşı sürekli savunma mevzileri geliştiren bir dinin bu dünyada tutunması zordur. Tabirimi mazur görün: Çarşı her şeye karşı durumunda din bugün. Bu reaksiyon dilinden kurtulmak gerekir. Böyle bir dil, özellikle genç zihinlerde karşılık bulmamaktadır. Protestonun ana sebeplerinden biri bu. Reaksiyoner tutumun yerine, bugünün dünyasında yaşayan insanların zihnine ve kalbine hitap eden bir kavram haritası geliştirmemiz gerekir. Daha doğrusu Kur’an’ın Mekke dönemi ayetlerinin içine gömülü bu kavramların çıkarılıp insanlara sunulması gerekiyor. Akıl, özgür irade gibi zihni inşa eden; adalet, hakkaniyet, liyakat gibi toplumu inşa eden; merhamet, diğerkamlık gibi kalbi inşa eden kavram haritamız var bizim. Bu kavramların dilimizde dönüp dolaşıyor olması gerekir. Yılın 52 haftası hutbelerde bu kavramların anlatılması gerekir. Camilerdeki oturakları kendine mesele edindiği kadar, bu kavramları da mesele edinmesi gerekir Diyanet’in. Yarın öbür gün “diş dolgusuyla gezen cünüp gezmektedir” diye bir fetva yayınlarsa Diyanet şaşmayın! İnsanın zihnini ve kalbini değil de doğrudan bedenini hedef alan bir söylemin yaşama şansı yok. Öyle bir fetvayı yayınlarsın veya ilmihal kitaplarına yazarsın, sonra da insanlar deist-ateist oluyor acaba neden diye sorarsın!
Genç soruyor müftüye: Dövme yaptırmanın hükmü nedir? El-Cevap: Haramdır. Caiz değildir bile demiyor, doğrudan haram. Buna haram diyene kadar, özellikle kalıcı dövme yaptırdığınız da o bölgedeki kaslarda erime meydana gelir ve sağlığınıza zarar verir deyin. Dolayısıyla dinen caiz değildir, şeklinde gerekçeli (ta’lilî) bir açıklama yapsanız durum değişir. Hükümler ta’lilidir, yani bir hüküm veriyorsanız onun gerekçelerini açıklayacaksınız. Her olaya ilişkin bir fetva geliştirmek gibi kötü bir alışkanlığımız var. Mübahlar/serbestlikler alanını daraltan bir zihniyete sahibiz. Bu zihin protesto ediliyor, bunu görmemiz gerekir.
‘Yapılan işlerin boşa çıkması’
BİR KATILIMCI: Bir arkadaşım var yabancı. Kendisi Allah’a inanıyor ama Müslüman değil, Norveç’li. 60’lı yıllara kadar fakirken, petrol bulunduktan sonra zenginleşen küçük bir ülke Norveç ve yurttaşlarına sunduğu yaşam standartları, hak ve hukukun egemenliği noktasında takdiri hak eden bir ülke. Sanki Nur Suresi’nin 55. ayeti bunları tanımlamaktadır. Burada yaşayan bu dostumun konumunu sormak isterim. Kur’an’daki “Allah’a ve ahirete iman eden ve salih amel eyleyenler kurtulacaktır” ayeti bağlamında bu arkadaşın durumu nedir? Müslüman olmadığı için cehennemlik midir?
PROF.DR. ŞABAN ALİ DÜZGÜN:
Gençlerin itiraz ettiği konulardan biri bu; çok iyi insanlar var veya insanlığın hayrına icatlar yapanlar var, diyorlar. Bunların öbür dünyadaki yeri ne? Verilecek cevabın ‘adil’ olmasını talep ediyorlar.
Allah’a iman edip salih amel işleyen, hatta daha ilerisi Allah’a inanmadığı halde insanlığın hayrına işler yapan insanlar var. Kur’an’ın ‘amellerin boşa çıkması/“habitat a’malühüm” ifadesini de bu değerlendirmemizde göz önünde bulunduralım.
Bir evladınız var, -çoğu zaman meseleyi anlamak açısından bu tür analojiler işe yarıyor- evladınız çok başarılı bir çocuk, yani sizin evladınız millete hayrı dokunan işler yapıyor her anlamda başarılı bir insan, ama anne-baba olarak sizi reddediyor. vibratör Bu mümkün mü? Mümkün. Örnekleri var. Anne-baba olarak bu çocuğun durumunun sizde yarattığı his nedir? Buyurun söyleyin.
BİR KATILIMCI: Nankörlük.
PROF.DR. ŞABAN ALİ DÜZGÜN: Nankörlük. Nankör kelimesinin Arapçası küfür, yani kafir. Allah’ın bu insanlara ilişkin tutumu bu. izmir escort Anne-babanın iyi olan ama kendilerini reddeden çocuğuna karşı tutumu ile Allah’ın iyi olan ama Allah’ın varlığını inkâr edenlere karşı tutumu aynı. Bu çocuğa karşı anne-babanın tutumu nedir? Nasihat ederiz, hatasını görsün isteriz, ve “Evet ya ben yanlış yaptım baba, yanlış yaptım anne” desin isteriz. Ben bu ilişkinin Allah’la insanlar arasındaki ilişkide de aynen böyle olduğunu düşünüyorum.
Allah’ın kendisini inkar eden, böyle bir yaratıcı varlığı bütünüyle yok sayan bir zihni, bir düşünceyi doğal olarak “nankörlük” olarak tanımlıyor. Gerçekten küçük bir zihin egzersizi dünyada hiçbir şeyin sebepsiz olmadığını bilir. Bu kadar sofistike bir sistemin yaratıcısını yok sayarak, umursamayarak bir hayat sürmeyi Allah nankörlük/küfür olarak tanımlıyor. Peki, bu nankörlüğe nasıl bir karşılık verir. Bu konudaki hükmü, anne-babanın çocuklarıyla arasındaki ilişkiye benzetmemin sebebi bu. Bu hükmü Allah’la kullarına bırakalım, derim. Kullarına karşı merhametli olmayı kendine farz kılan Allah’ın (En’am, 54) bu konuda adaletiyle ve merhametiyle muamelede bulunacağına kaniyim.