Şükrü HÜSEYİNOĞLU

30 Mayıs 2017

TARİHTEN İKİ ÖRNEK OLAY IŞIĞINDA GÜNCEL ŞAHİTLİK YÜKÜMLÜLÜĞÜMÜZ

Müslüman olmak, şahit olmaktır. İnsan, yeryüzünde hak ve ona dayalı adalet üzere şahitliğini yapmak için bulunan bir misafirdir. Rabbimiz, insanlara öğretmen ve örnek olmaları için vahyiyle mücehhez kılarak görevlendirdiği Rasullere yüklediği temel misyonu “şahitlik” olarak beyan ettiği gibi, Rasullere tâbi olan insanları da bu misyonla yükümlü kılmaktadır.

“Şüphesiz, biz seni bir şahid, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Fetih, 48/8; Ayrıca bkz: Ahzab, 33/45)

“Allah uğrunda gereği gibi cihad edin. O sizi seçti ve dinde sizin için bir güçlük kılmadı. Babanız İbrahim'in dininde (olduğu gibi). O, Rasulün sizin üzerinize şahit olması, sizin de insanların üzerine şahit olmanız için sizi daha önce de, bunda (Kur'an'da) da Müslimler olarak adlandırdı. Artık namazı ikame edin, zekatı verin ve Allah'a dayanın. O sizin mevlanızdır. O ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır.” (Hacc, 22/78)

“Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta (vasat) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde şahid olsun…” (Bakara 2/143)

Evet, İslam’ı din/hayat nizamı olarak kabul edip, Rabbimizle İslam üzere akitleşmekle; yeryüzünde hakkın adil şahitleri olma yükümlülüğünün altına girmiş olmaktayız. Bu akdi kabullenip deklare ettiğimiz andan itibaren şahitlik yükümlülüğümüz başlamaktadır.

Bu noktadan sonra şahitlikten imtina etmemiz, onu gizlememiz, eğip bükmemiz gibi bir seçeneğe sahip olmamaktayız. Bu tür bir tutum ve yönelim, Rabbimizle yaptığımız akdi fiilen bozmak ve feshetmek anlamına gelecektir ki, bunun neticesi dünyada zillet, âhirette ise ebedi ziyana düçar olmaktır.

Müslüman, iman akdinin gereği olarak, Rabbinin Kitab-ı Keriminde bildirmiş olduğu hakikatleri (insanlara ağır da gelse) açık olarak insanların gündemine taşımakla, onları gizlemekten veya konjonktürün gerektirdiği şekilde eğip-bükmekten kaçınmakla mükellef olduğu gibi, tanıklık ettiği hayatta olup-bitenler konusundaki tanıklığını/şahitliğini de bu hakikatler ışığında net olarak ortaya koymakla yükümlüdür.

Allah’ın ayetlerini okuyup anlama çabası gösteren ve fakat o ayetlerin güncel okumasını yapmaktan, güncele okuma yükümlülüğünden kaçınanlar, şahitlik görevini terk etmiş olurlar.

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 4/135)

“Ey iman edenler! Adil şahidler olarak, Allah için hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Maide, 5/8)

“Hakkı bâtıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz.” (Bakara, 2/42)

Evet, fert olsun, topluluk olsun Müslümanlar için temel yükümlülük; her coğrafya ve zamanda hakkın adil şahitleri olmaktır. Hangi hesapla olursa olsun hakkı gizlemeye, şahitliği terk etmeye kalkışmamaktır.

Müslümanların şahitlik misyonunu hakkıyla yerine getirmeleri, Rabbimizin muradı gereği hakla bâtılın arasının ayrılması ve insanların hakkı hak olarak ve bâtılı bâtıl olarak net şekilde ayırt ederek tercihlerini ona göre yapmasını doğuracaktır. Aksi durumda ise, hakla bâtıl birbirine karıştırılacak, hakka bâtıl ve bâtıla hak elbisesi giydirilmesi gibi neticelerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Bugün yaşadığımız coğrafyada ve genelde yeryüzünde olup-biten tam da bu değil midir zaten? Kendisini İslam’a nisbet eden fert ve toplulukların, konjonktürel gerekçeler ve pragmatist beklentilerle, yeryüzündeki hâkim tuğyanın reddi ve Allah’ın dininin hâkim kılınması üzere şahitliklerini gizlemeleri veya eğip-bükmeleri ve giderek de yaşadıkları gibi inanmaya başlayarak şahitliklerini terk etmeleri sonucu, hakla bâtılın kitleler açısından ayırt edilemeyecek ölçüde birbirine karıştırıldığı, meşhur deyimle at izinin fena halde it izine karıştığı bir dönemden geçmekteyiz.

İslam’ı, üstelik de öyle atalardan miras olarak filan değil, doğrudan Kur’an’a ve Rasulullah’ın (a.s.) örnekliğine yönelmiş olarak tanıdığını bildiğimiz nice Müslümanın bile, olup-biteni, bildikleri İslam’a göre yorumlamak ve değerlendirmek yerine, İslam’ı olup-bitene göre yorumlama ve konumlandırma gibi bir sapma içine düştükleri bir dönem…

Küresel ve yerel mevcut statükoların İslam’a göre değerlendirilmesi ve konumlandırılması yerine, maalesef İslam’ın bu statükolara göre konumlandırıldığı, İslam’ın şiar ve kavramlarının statükolara uyumlu hale getirilmeye çalışıldığı[1] bir dönem…

Bir partinin iktidarı uğruna, tüm İslami iddiaların arka plana itildiği ve giderek terk edildiği, apaçık bâtıl işleyişlerin hak, hak üzere sebatkâr duruşların bâtıl ilan edilebildiği, iktidarı zor durumda bırakmamak adına hakka hak, bâtıla bâtıl demekten imtina edilerek şahitliklerin terk edildiği bir dönem…

Geçmişte, lânetlenmiş siyonist işgalcilerle anlaşmalara imza atanları “O anlaşmalara imza atanlar zaten hiç taş atmamışlardı ki” ezgileriyle kınayanların, üstelik Mavi Marmara gemisinde hunharca katledilen Müslümanların kanları üzerine Siyonist işgal çetesiyle meşum anlaşmalara imza atanlara bir tek kelam etmekten bile imtina ettikleri bir dönem…

Ekonomide kapitalist, eğitim-öğretimde laik-Kemalist, dönemlerinde içki fabrikalarının sayısının artmasından övünecek derecede toplumsal politikalarda liberal, dış politikada zaman zaman “Dünya 5’ten büyüktür” retoriğini dillendirdiği halde neticede bu 5’li çete ile iş tutan, NATO müttefiki, Afganistan ve Irak örneğinde olduğu gibi işgal koalisyonlarının ayrılmaz ortağı bir statükonun, tüm bu niteliklerine rağmen dünün muvahhidlerince bile “ümmetin kalesi” olarak nitelenebildiği karmakarışık bir dönem…

İşte bu noktada kendisini İslam’a nisbet eden insanların, durup ciddi bir muhasebe yapmaları gerekmektedir. Tabii ki kırıp dökmeden, güzellikle hakkın adil şahitleri olmak yükümlülüğümü omuzlamak yerine, bâtıla hak elbisesi giydirmeye kalkışmaktan başka bir anlamı olmayan mevcut şahitliklerin, hakka dayalı adil bir şahitlik olmadığını kavramalıdırlar.

Ölümlü bir hayatı yaşadığımızı, öncelikle yaşadığımız günün/günlerin şahitliğinden yükümlü olduğumuzu bilmemiz gerekir. Geleceğe dair beklentiler adına bugünkü tanıklığımızı erteleyemeyiz, demagojilere boğamayız. Ansızın gelip çatacak[2] bir Kıyamet inancına sahip, ölümün yalnızca bir nefeslik uzağında yaşayan bizler, şahitliğimizi hiçbir hesaba feda edemeyiz. Zira Rabbimize, bizim için gayb olan geleceğin değil, görüp yaşadığımız şimdinin şahitliğinden hesap vereceğiz.

Bu noktada, tarihte yaşanmış iki örnek olayı dikkatlerinize sunmak istiyorum. Hakkın adil şahitleri olma sorumluluğunu zor şartlarda yerine getirmiş örnek şahsiyetler ile, iman akdi gereği şahitlik misyonunu yerine getirmek yerine statükoların savunucusu ve sözcüsü durumuna düşen iliştirilmiş/embedded “ilim adamları”nın farkını ortaya koyması açısından ibretlik içeriğe sahip olan söz konusu olaylardan biri, 9 ve 10. Miladi asırlarda Maveraunnehir bölgesinde hüküm sürmüş olan Samanoğulları devrinde yaşanmıştır.

Bahse konu olayı, Ebu Yusr Muhammed Pezdevi‘nin “Ehl-i SünnetAkaidi” isimli eserinden okuyalım:

“Samanoğullarının son zamanlarında Kaderiyye ve MutezileBuhara’yı hakimiyetleri altına almışlardı. Ve­zir de bunlara eğilim gösteriyordu. Ehl-i Sünnetve Ce­maat mensupları bunların ellerinde mağlup durumdaydı. Söz konusu emirin Sünni bir hocası vardı. Bir gün emire, ‘Kendilerini Kaderiyye’den sayan şunlar senin emir ve sultan olmadığına inanıyorlar. Ehl-i Sünnet ve Cemaat’te olan imamlar ise senin sultan olduğuna (yöneticiliğinin hak ve meşru olduğuna) inanıyorlar’ dedi.

Emir ‘Nasıl olur?’ Sünni Hoca, ‘Yarın inşaallah sana gösterir, öğreti­rim’ dedi. Ertesi gün Ehl-i Sünnet ve Cemaatin imamla­rını çağırdı, emiri de bir sütre gerisine gizledi ve onlara şunu sordu; ‘Emir, haram olduğuna itikad ettiği halde, zina yapar, zulüm işler, şarap içer ve oğlanlarla birlikte olursa, azledilmesi gerekmez mi?’ Bu soruya onların ce­vabı; ‘Hayır, ama bu günahlardan tevbe etmesi gerekir’ şeklinde oldu. Bunlara çıkmaları için izin verdi ve daha sonra Kaderiyye ve Mutezile imamlarını davet etti.

Hoca onlara şu soruyu sordu; ‘Emirlerden biri helal saymaksızın (haram olduğuna inandığı halde) zulüm olarak mal alsa, zina etse, içki içse, oğlanlarla birlikte olsa azledilme­si gerekir mi?’ Hepsi birden; ‘Azledilir’ dediler ve bu konuda fikirlerinde ısrar gösterdiler. Sonra onların çıkma­sı için izin verdi. Hoca, daha sonra Emire; ‘Söyledikleri­ni işittin’, Emir; ‘Evet’ dedi. Sünni Hoca, ‘Seni azledil­miş, emirlikten uzaklaştırılmış görüyorlar, zira sen bu çir­kin işlerden bazısını işliyorsun’ diye ilave etti.

Bunun üzerine Emir, Kaderiyye ve Mutezile mensuplarının yaka­lanmasını ve cezalandırılmasını emretti ve onların kökü­nü kazıdı. Böylece Buhara’da sadece Hanefi mezhebi kaldı ve o Emir her bir Ehl-i Sünnet ve Cemaat imamına lüks elbise hediye edip giydirdi.”[3]

Pezdevi’nin, üstelik “Akaid” başlığını taşıyan eserinde, o dönem ve bölgenin Sünni ilim adamları için utanılacak kötü bir örneklik teşkil eden bu olayı Sünnilik adına örnek-olumlu bir olay olarak nakletmesi gerçekten vahim bir durumdur. Bu, aynı zamanda Emevi ve Abbasi sultalarına karşı örnek İslami direnişiyle tanınan, onların kadılık görevi teklifini reddettiği için neticede Abbasi zindanında hakka şahitlik üzere can vermiş olan İmam Ebu Hanife’nin çizgisinin birkaç asır içinde nasıl bir statükoculuğa payanda kılındığını göstermesi açısından da ibretliktir.

Görüldüğü gibi Pezdevi, Sünni hocaların statüko yandaşı, iliştirilmiş tutumlarını olumlarken, Mu’tezili hocaların bağımsız İslami duruş ve tutumunu olumsuzlamaktadır. Oysa oradaki Mu’tezili hocaların tutumu tam da Nebevi örnekliğe uygun şahitliğin ifadesidir.

Diğeri ise, miladi 11. asırda Fas ve civarında yaşayıp, öncülük ettiği mücâdele ile “Muvahhidler Devleti” adlı İslami bir devlet kurmaya muvaffak olmuş İbn Tumert (Muhammed b. Abdillâh b. Tumert) ile dönemin statüko yandaşı iliştirilmiş “âlimleri”nin yer aldığı bir hâdise.

Adnan Adıgüzel’in “İbn Tumert ve Muvahhidler Devleti” başlıklı makalesinden okuyalım:

“İbn Tumert, Meknase'ye geçti. Ancak oradan da taşlı sopalı saldırılarla kovuldu. Ve sonunda Murabıtlar Devleti'nin merkezi Marakeş'e ulaştı. İyiliği emir ve kötülüğü yasaklama hırsı ve gördüğü kötülükleri en azından diliyle değiştirmeye olan inancı onu sürekli eza, cefa, sürgün, hakaret... vb. ile karşı karşıya getirdi. İnançlarını yerine getirirken hiçbir tepkiden çekinmeyen İbn Tumert, ıslahatçı hareketini sürdürürken karşısındakinin sıradan insan, ileri gelen ve hatta devlet başkanı bile olması onu kelimeleri eğip bükmeye, inandığını gizlemeye sevk etmedi. Ve bir gün Marakeş sokaklarının birinde günün emiri Ali b. Yusuf ibn Taşfin'in kız kardeşini de tesettürsüzlüğünden dolayı şiddetle eleştirdi.

Bu olay üzerine emir kendi taraftarı olan alimlerle İbn Tumert'i karşı karşıya getiren bir toplantı tertipledi. Emir'in isteği üzerine ve Emir'in gözetiminde düzenlenen bu toplantı öncesinde Emir kendi tarafları olan alimlerine İbn Tumert'in kendilerinden ne istediğini sormalarını istedi. Meriyye Kadısı Muhammed b. Esved'in ‘Adil, halim, hak ve hukuka bağlı ve Allah'a itaate özen gösteren melikimiz hakkında söylediğini duyduğumuz şeyler için ne diyeceksin?’ şeklindeki sorusuna, İbn Tumert; kendisinin söylediklerine her zaman sahip çıkacağını, ancak onların Melik hakkında söylediklerinin ispata muhtaç sözler olduğunu ve Melik'i kibirlendirerek zarar vermekten başka işe yaramadığını ve yine bu sözlerin alimlere yakışamayacağını söyleyerek eleştirilerine şöyle devam etti:

‘Ey Kadı sen her yerde açıktan içki satıldığını, domuzların Müslümanlar arasında dolaştığını, yetimlerin haklarının yendiğini bilmiyor musun?’ dedi ve daha buna benzer eleştirilerde bulundu. Onun konuşmalarından etkilenen melik, çevresindeki alimlerin onun ölümle veya hapisle cezalandırılması gerektiğini, çünkü ileride başına bela olacağını söylemelerine rağmen sürgün etmekle yetindi.”[4]

Görüldüğü üzere zaman ve coğrafyalar değişse de, ilminin ve bu ilme dayalı iman akdinin gereği olarak her şart altında hakkın adil şahitliğini yapanlarla, ilminin ve iman akdinin gereğini yerine getirmek yerine statükolara yandaşlık yaparak ilmini maalesef beş paralık hale getirenler, iman akidlerinin gereği olan şahitlikten imtina edenler, hakkı ketmedenler, eğip-bükenler hep varolagelmiştir.

Bugün de olup-biten bundan başkası değildir. Dün olduğu gibi bugün de her birimiz neticede kendi imtihanımızı verecek ve Rabbimizin huzurunda tek başına hesaba çekileceğiz.[5] Bu itibarla kendisini İslam’a nisbet eden her ferdin, hepimizin, yaşadığımız çağ ve coğrafya açısından hakkın adil şahitliği misyonunu yerine getirip getirmediğimiz konusunda kendimizi muhasebeye tâbi tutmamız gerekmektedir.


[1] http://www.haksozhaber.net/siyasal-degerlendirmelerde-kurani-olcu-34982h.htm (Okuyucuların, bu linkteki metnin altına duyarlı bir Müslüman tarafından yazılmış olan yorumları dikkatlice okumalarını tavsiye ederim.)

[2] Bkz: Muhammed, 47/18; A’raf, 7/187 vb

[3] Pezdevi, Ehl-i SünnetAkaidi, Sh. Sh. 274-275, Kayıhan Yayınları

[4] İbn Tumert ve Muvahhidler Devleti, Adnan Adıgüzel, Haksöz Dergisi, Sayı: 32

[5] “Siz, ilk kez yarattığımız gibi bize yalnız başlarınıza geldiniz ve size verdiklerimizi arkanızda bıraktınız. Allah'ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçilerinizi de beraberinizde görmüyoruz. Aranızdaki bağlar kesildi ve (şefaatçi olacak) sandıklarınız yanınızdan kayboldular.” (En’am, 6/94)