Tefsir ve Usulü
Ercümend Özkan: Kur’ân tefsir edilirken imana tealluk eden hususlarda Kur’ân’ın dışına çıkılmamalı, Kur’ân dışı rivayetlere itibar olunmamalı ve Kur’ân dışı şeyleri Kur’ân’ın tefsirinde kullanmamalıdır… Amelî hususlarda ise aslolan yine kat’iyet ve buna ek olarak da zannı gâlib olduğundan Kur’ân’ın ruhuna uygun rivayetler ile Kur’ân’ın açıklanması (tefsiri) mümkün ve caizdir.
Ercümend Özkan
Tefsir Arapçada asıl itibariyle açıklama, yorumlama manasına gelmektedir. Lügatlar “fesr” kelimesinden geldiğini yazıyorlar. Kökü ise f-s-r harfleridir. Kur’ân’da Furkân suresinin 25. âyetinde geçmektedir. Burada Allah, “Onların sana (senin söylediklerini çürütmek için) getirdiği her misâle karşı mutlaka biz sana, (onların ileri sürdüklerini çürütecek) gerçeği, en güzel şekilde açıklayan misaller getiririz.” (Furkân 25/33) buyurmaktadır. Meâlde ‘açıklayan’ kelimesi ile ifade edilen kelimenin Arapçadaki karşılığı “tefsirâ” olarak geçmektedir. Açıklayıcı, açıklayan, yorumlayıcı anlamlarına gelen bu kelime hem herhangi bir konumun daha çok olarak anlaşılması, hem de bir konunun veya bir kitabın bütünüyle açıklanması anlamlarında kullanılagelmektedir. Hattâ daha öteye, tefsîr-yorum-açıklama ‘rüyâlar’ için bile kullanılır olmuştur; rüya yorumu, rüyâ tefsiri, rüya açıklaması gibi… Tabii konumuzun dışında olmakla beraber burada şunu söylemeden de geçmek istemiyoruz ki rüyâ yorumlarının hiçbir anlamı yoktur, rüya tefsirlerinin hiçbir usulü bulunmamaktadır. Tekrar konumuza dönerek tefsir yorum üzerinde düşüncelerimizi söylemeye devam edelim.
Konumuz ‘Kur’ân Tefsiri’ olduğuna ve yalnızca bunun tefsirini kapsadığına göre Kur’ân tefsiri üzerinde durmaya bakalım.
Kur’ân Tefsiri; Kur’ân açıklaması demek, malum olduğu üzere Kur’ân âyetlerinin beherinin anlamlarındaki -varsa-anlaşılmazlığa açıklık getirmek, giderek de bu işlemi tüm âyetlere, yani Kitab’ın tümüne teşmil etmenin adıdır. Bu tarifte şayet anlaşıyorsak bunu baz alarak, başlangıç noktası kabul ederek ilerleyelim.
Kur’ân, Allah’ın elçisi Muhammed’e gönderdiği vahiylerin toplamından teşekkül eden bir Kitab’ın adı olduğuna ve bu ismi de Kur’ân’a göndericisi verdiğine göre bu Kitab’ı açıklamak mutlaka ve öncelikle Allah’a ait bir keyfiyet olmalıdır. Bunda bir tartışmaya yer bulunmadığı açıktır. Zira her söz veya iş öncelikle sahibince açıklanmaya müstahaktır. Bunda önceliği söz veya işin sahibinden başkasına vermek bir şeyi ait olduğu yerden başka bir yere koymak olduğundan zulümdür. Zulüm ise adlin tersidir ve gerçeğe uygun olmayandır, ki sahibini sorumlu kılar, hesabını veremez eder.
Birinci nokta, ilk esas olarak bu gerçeği belirledikten sonra konumuza devamla bu Kitab’taki vahiylerin kendisine gönderildiği kimse -Allah’ın elçisi- gündeme gelmektedir. Madem ki O, insanlara bunları bana Rabbim Allah söylüyor demektedir, bu takdirde anlamak için önce Onu dinlemek gerekmektedir. Onun sözlerine ya inanılacaktır, veya inanılmayacaktır. Biz sağlamasını yaparak inananlar olarak Peygamberin bu Kitab’ı ve içindekileri nasıl anladığını, insanlara nasıl anlattığını ikinci olarak gündeme getirmek zorundayız.
Kur’ân âyetleri Mekke’de başlayarak 23 kamerî yıl boyunca elçisi Muhammed’e Allah tarafından yaşanan bir hayatla ilgili olarak gönderildiğine göre; bu hayatı, gerçeklerini, günün geçerli kavramlarını, insanlar arasındaki ilişkileri, gelen âyetlerin değindiği olayların niteliğini, gönderilen âyetlerin içinde geçen kelimelerin o gün nasıl anlaşıldığını ve insanlar arasında hangi anlamlarda kullanıldığını, âyetlerin düşünce ve inanç bakımından açıkladığı kabul veya reddettiği düşünce ve inançları, yine tealluk ettiği ameller bakımından o günkü insanların hangi amelleri ne şekilde yaptığını, nelere itibar ettiğini, iyi görmeseler bile nelerin ‘atalarını üzerinde yürür buldukları’ için kendilerini de yürür görmek düşüncesi ile hareket ettiklerini; ticârî, iktisâdi, içtimâi, siyâsî, ailevî, ibâdî ve sâir hayatı kapsayan düşünce ve davranışlarını tanımanın bu âyetlerin tümünü içeren Kitab’ı anlamakta gerekli gereçler olduklarını kabul zorunluluğu vardır. Nitekim bir şey anlaşılmak için o şeyin cereyan ettiği ortamın, şartların, insan telakkilerinin mutlaka bilinmesini zarurî kıldığı gibi bu şeye müteallik ikincisi, üçüncü vs. derecelerdeki şeylerin bilinmesini de gerekli kılmaktadır. Eşya (en genel anlamıyla) ancak gerçeğine uygun olarak böyle tanınabilir, ancak böyle tanımlanabilir. Bu tür tanımdır ki eşyayı gerçeğine uygun olarak anlamayı mümkün kılar. Kur’ân’da bir şey olduğundan yine aynı yolu takib ederek tanınabilir, tanımlanabilir, istisnaî bir durumu söz konusu değildir tanıma ve tanımlama, anlamını bilme açısından. Genel geçer tanıma ve tanımlama usulünün Kur’ân için de geçerli olmasına engel hiçbir hâl söz konusu değildir.
Kur’ân-ı önce Kur’ân açıklamalıdır? Zira yukarıda da söylediğimiz gibi Kur’ân Allah’ın, elçisi Muhammed’e gönderdiği vahiylerin oluşturduğu ve adını da Allah’ın koyduğu bir Kitab’tır ki tamamı itibariyle Allah’ın sözlerinden oluşmaktadır. Öyle ise -ki öyledir- bu sözlerin açıklaması da ilk ve öncelikli olarak Allah’a ait olmalıdır. Doğru olan budur. Bu sebeble diyoruz ve kabul ediyoruz ki Kur’ân, öncelikle Kur’ân tarafından açıklanmalıdır. Kur’ân-ı anlamak için, açıklanması için ilk olarak Kur’ân’a başvurulmalıdır.
Bu esâsı kabul ettikten sonra bu Kitab’ın içeriğine dikkatleri çevirmek gerekmektedir. Kur’ân değinileri itibariyle ele alındığında ‘iman’ ve ‘ameller’den bahseden bir Kitab’tır. Bu iki esas husustan ilki yani imana tealluk edenlerinin ortak niteliği ‘gaybî’ oluşlarıdır. Gayba tealluk eden imânî konular bir diğer tabirle ‘itikâdî’ konularda gerçekten tek geçerli tefsir tek geçerli açıklama-yorum ancak gaybın sahibince yapılabilir. Zira gaybı yalnızca O bilmektedir. “Gaybı ancak ben bilirim, ben” (6/59)* Ayrıca gaybı bilme konusunda da kimseyi kendisine ortak etmediğini açıkça belirtmektedir: “… Ve O, kendi hükmünde (gaybı yalnızca kendi bilme hükmü de dâhil) kimseyi ortak etmez.”(18/26). İmanın sahih olması için, yani Allah katında, hesab günü geçerli bir iman olması için mutlaka kesin delillere dayanması, gayba müteallik olduğundan da gaybın sahibince bildirilenlerden ibaret bulunması zorunluluğu vardır. Zira kime, nelere, nasıl ve ne kadar inanılacağı ile imânî-itikâdî konularda elimizdeki tek şüphesiz delil kaynağı Kur’ân’dır. Ayrıca Allah, kendisine nasıl inanılacağı ile ilgili olarak bilinmesini buyurduğu gibi bilinmeyi, inanılmayı istemektedir teslim olacak kullarından. Kullarının kuruntularının (zannlarının) gerçekten hiçbir şeyin ifadesi bulunmadığını da belirtmektedir : “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise gerçekten hiçbir şey kazandırmaz.”(10/36)**
İmanın kapsamına giren, Allah, Allah’ın birliği (tekliği, ortağı bulunmayışı), vasıfları (sıfatları) Muhammed’in Allah’ın elçisi oluşu, Allah’ın Ona vahyedişi, öldükten sonra diriltilip hesaba çekilme, Din (hesab) gününün varlığı, daha önce de Peygamberler gönderilmiş olması, Kitablar gönderilmiş bulunması, Meleklerin ve Cinlerin varlığı, Cennet ve Cehennemin varlığı, rızkı yalnızca Allah’ın üzerine almış bulunması, gaybı yalnızca Allah’ın bilmesi ve benzeri itikadın (imanın) kapsamına giren Kur’ân’da Allah’ın belirlediği ve açıkladığı şeylerin tümü yalnızca Allah’a ait olduğunda şüphe bulunmayan Kur’ân’ın belirlemesi ile itikadın kapsamına girebilen şeylerdir ki bu konuda Kur’ân dışında herhangi bir şey birinci olarak vahiy olmadığından, ikinci olarak da kat’î delil (hüccet) bulunmadığından kabul göremez, görmeyecektir. Zira aksi, itikadın zanna dayandırılması olacaktır ki böyle olması kabul edilmeyeceğinin açıklanması ile reddedilmektedir.
Tefsir, yani açıklama açısından konumuza üzerinde durursak iman(itikad)a tealluk eden hususlarda yalnızca Allah hangi hususlarda ne kadar açıklama yapmışsa -ki bunların tümü Kur’ân’dadır- ancak o kadarına inanmak, itikadını yalnızca onlardan ve orada açıklanan kadarından oluşturmak, ne azaltma ne de çoğaltma yapmadan bunu gerçekleştirmek zorundadır müslüman. Bu demektir ki itikâdî konularda Kur’ân’ın tefsiri esas bakımından yalnızca yine Kur’ân’a aittir. İtikadla ilgili Kur’ân âyetlerinin teşekkül ettiği kelimelerin anlamlarına bu âyetlerin çizdiği çerçeveyi aşmadan lügat, o günkü insanların bu kelimeleri nasıl anladığı ve ifadenin tealluk ettiği hususun çerçevesinin dışına taşılmadan anlam verilebilir. Usûl bakımından kesin ifadeler, zannî ifadelerle açıklanamaz. Zira zan, kesinliğe açıklık getiremez. Çünkü zan gerçekten bir şey kazandırmaz. Gerçeğe ulaşmak isteyenlerin de kendilerini gerçekten uzaklaştırıcı yol tutması yaraşmaz.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi yalnızca Kur’ân’ın belirlediği ve benimsememizi belirttiği hususlarda haddi aşmamak için dikkatli olmak zorundayız. Bizi itikâdî açıdan yalnızca Kur’ân ve Kur’ân’ın kendini tefsiri bağlar. Bunun dışına çıkılması haddin aşılması demek olur. Ki bundan men edilmişizdir. Biz Müslümanlar kime, neye ve ne miktar inanılacağını Kur’ân’dan almak zorundayız ki gaybın sahibinin bizler için yeterli gördüğü kadarı bu kitabta bulunmaktadır. Ne eksiği ne de fazlası olmadan bunlarla yetinmek zorundayız. Bu itibarla ne Mehdî’ye, ne Deccal denilegelmiş muhayyile ürünü varlığa, ne kabir azabına, ne Ali’nin vesâyetine, ne aşere-i mübeşşere kavramına, ne Hızır’a, ne Mirâc’a (Kur’ân’da bildirilen İsrâ olayı hariç) ve benzeri çoğaltılabilecek Kur’ân dışı şeylere inanılması kesinlikle gerekmemekte, bilakis inanılması halinde inancın zanna dayandırılmış olması nedeniyle hesabı verilemeyecek zannî bir iman söz konusu olacağından kaçınılması zaruri olan şeylerdendir. Sahih iman ancak Kur’ân’da belirtilen hususlara, yine Kur’ân’da belirtildiği şekliyle ve kadarıyla inanmakla mümkündür. Aksi, imanın sıhhatini bozar. Bozuk iman da iman (emin olma) değildir ve kabul edilmez, Allah katında.
Kur’ân tefsir edilirken imana tealluk eden hususlarda Kur’ân’ın dışına çıkılmamalı, Kur’ân dışı rivayetlere itibar olunmamalı ve Kur’ân dışı şeyleri Kur’ân’ın tefsirinde kullanmamalıdır. Bizden önce gelip geçenlerde gördüğümüz fâhiş tefsir yanlışlarının, imanı ifsad eden yorumların bu hususa dikkat edilmemesi yüzünden meydana geldiği bilinmelidir.
Amelî hususlarda Kur’ân’ın tefsirinde ise aslolan yine kat’iyet ve buna ek olarak da zannı gâlib olduğundan Kur’ân’ın ruhuna uygun rivayetler ile Kur’ân’ın açıklanması (tefsiri) mümkün ve caizdir. Zira amellerin yanlışlığı tevbe etmek ve tekrar etmemekle düzeltilebilir iken itikad böyle değildir.
Amellerle ilgili âyetlerin anlaşılmasında, birinci olarak yine Kur’ân-ı Kur’ân’a başvurarak anlamaya çalışmak zarureti başta gelmektedir. İkinci olarak, Resulullah’ın bize kadar gelmiş davranışlarıyla ilgili rivayetlerine bakmak, bu konuda Peygamberi gereği gibi anlamak da Kur’an’daki amellerin anlaşılmasında büyük rol oynamaktadır. Zira Resulullah Kur’ân-ı ahlâk edinmiş, yani itikad ve amellerinin, bir diğer tabirle düşünce ve davranışlarının ölçüsü edinmiş kişiliği ile yine Kur’ân tarafından biz Müslümanlar için “bir güzel örnek” olarak gösterilmektedir. Kur’ân-ı ahlak edinenin Kur’ân’ın dışına çıkması, Kur’ân’ın ruhuna aykırı davranması ve düşünmesi düşünülemeyeceğinden Ondaki pratiğe ihtiyacımız vardır ve bu ihtiyaç Allah tarafından Resulullah’a bakarak karşılanmalıdır. Bu yüzdendir ki bize O, bir güzel örnek olarak gösterilmiştir. Resulullah’ın yaptığından emin olduğumuz davranışlar biz müslümanları esas itibariyle bağlar. Ne var ki bu bağlama Ondan olduğunu bildiğimiz davranışların İslâm’la, Kur’ân’ı anlaması ve yaşamına geçirmesiyle ilgili olmalıdır. Bu bağlamda deveye binmesi, entari giymesi, iklim gereği başına sarık sarması, yemeğini eliyle yemesi gibi Kur’ân’la alakalı bulunmayıp yaşadığı iklim, zaman ve mekânın gereği olarak yaptığı ve yapmak durumunda bulunduğu türden davranışların Müslümanları bağlaması söz konusu değildir. Ama namazı nasıl ikame etti ise bizlerin de öyle ikame etmesi zorunluluğu vardır. Nasıl setr-i avret etti ise öyle setr-i avret etmemiz zarureti vardır. Komşu hukukuna nasıl riayet etti ise öylece riayet etmemiz gereği vardır. Ama o yapmadı veya mümkün bulunmadığından yapamadı diye bizlerin de örneğin telefonla konuşması, uçağa binmesi, buzdolabından su içmesi veya otomobil kullanmamız sünnette fiilen bulunmuyor olmasına rağmen kaçınmamız gereken şeyler olamaz. Kimilerinin ‘Kavunu nasıl yediği ile ilgili bir rivayete rastlamadığı gerekçesi ile belki kavun yeme konusunda sünnete aykırı hareket etmiş olurum mülahazası ile kavun yemekten kaçınması’ düşüncesi kadar saçma ve İslâm’ı anlamaktan uzak bir anlayışa aslâ itibar edilmemelidir. Böyle düşünenleri hatalı olarak görme yerine takvalı görme temayüllerini de yanlışa hayranlık olarak görüyoruz. Sakat bir kafa ürünü olarak değerlendirdiğimiz bu tür düşüncenin İslâm’ı yalnızca indirildiği asra mahsus kılması kaçınılmazdır. Böylesi bir düşünce ise İslâm’ı kıyamete kadar insanların müşkillerini çözecek bir ana kitab (düşünce ve davranışların kaynağını oluşturacak kitab) özelliğini yok edicidir. Böylesi Kur’ân dostluğu, başka türlü Kur’ân düşmanlığından daha tehlikelidir. Böylesi Peygamber sevgisi Ebu Leheblerin Peygamber düşmanlığından daha vahim ve daha tehlikelidir. Zira Ebu Leheb’in Peygamber düşmanlığı açık ve cephe almış fakat esassız bir düşmanlık iken, örneklendirdiğimiz peygamber dostluğu örtülü bir düşmanlık olduğundan daha fazla zarar verici ve saptırıcıdır.
Kur’ân tefsiri ile ilgili olarak sözü uzatmadan söylemek istediklerimizi yukarıda yazmaya çalıştık. Elbette daha fazlasını yazmak da mümkündü. Lâkin biz öz üzerinde durmayı tercih ettik. Sözü uzatmakla söz daha da doğrulaşmaz.
İleriki sayılarımızda bugünlere kadar intikal etmiş tanınmış (meşhur) tefsir kitablarındaki fâhiş yanlışlarla ilgili alıntılar yapacak ve eleştireceğiz. Ki ne demek istediğimiz daha rahat anlaşılsın ve müdellel olsun.
* 2/33, 11/123, 16/77, 18/26, 25/6, 27/65, 31/34, 34/48, 35/38, 49/18, 72/26 âyetlerine bakınız.
** 6/148, 10/36, 17/36, 49/12, 2/216, 31/34 âyetlerine bakınız.
(İktibas, sayı 156)