Şükrü HÜSEYİNOĞLU
TEKASÛR SORUNU ve SOMA FACİASI
Tarih boyunca insanlığın yaşayageldiği en önemli sorunlardan biri de “tekasûr sorunu”dur. Yüce Rabbimizin Kur’an’da Tekasûr Sûresi’nde ifade buyurup dikkat çektiği bu sorun, bugünün dünyasında zirve yapmış bir halde yaşanmaktadır.
Tekasûr, yani çoğaltma yarışına girmek ve çoklukla övünmek… Rabbimizin dikkatimizi çekip bizleri sakındırdığı bu tutum, Kur’an’da kıssaları anlatılan kadim toplumların da, Firavun ve Nemrud düzenlerinin de, Roma ve Sasani gibi imparatorlukların da sosyo-ekonomik işleyiş ve politikalarının temelini oluşturmuştur.
Tekasûr Sûresi’nden anlıyoruz ki, tüm bu cahilî toplum ve iktidarlar gibi Mekke cahiliyesinin sosyo-ekonomik işleyişinde de tekasûr sorununun belirleyiciliği söz konusu idi. Sınır tanımayan bir çoğaltma yarışı ve mal ve evlat (taraftar-asker) çokluğu ile övünmek, bunlarla büyüklenmek, müstekbirleşmek, çoğaltıp biriktirdiklerine bakarak kendini kendine yeterli görmeye başlayıp mustağnileşmek ve böylece tuğyan edip tağutlaşmak…
Rabbimiz Kur'an'da tekasûr soruna şu şekilde dikkat çekmektedir:
“Çoklukla övünmek, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar sizi oyaladı.” (Tekasûr, 102/1-2)
İşte İslam, cahiliye ile birlikte onun ürettiği bu sorunu, sosyo-ekonomik ve politik tuğyanı da ortadan kaldırdı. Çoğaltma yarışına girmeyi ve çoklukla övünüp bunu başkaları üzerinde tahakküm aracı kılma anlayışını mahkûm etti ve bunun yerine paylaşmayı ve tamahkârlık yerine kanaatkârlığı ikame etti.
İslam, çoğaltma yarışına girmek, biriktirdikçe biriktirmek ve sonra onunla övünüp müstekbirleşmek, mustağnileşmek yerine, tekasûr sorununa dikkat çekilen sûresin son ayetinde de olduğu gibi müntesiblerine sorumluluk ve hesap verme bilincini talim etti.
"Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?" (Tekasûr, 102/8)
İnsan dünyada her neye sahip kılınıyorsa, bunun sorumluluğunu üzerine aldığını ve hesap vermenin çok zor olduğu bir günde bunun hesabını vermek durumunda kalacağını nakşetti mü’minlerin zihinlerine ve yüreklerine.
Bu bilinç, mal ve evlatla övünmek ve böbürlenmek yerine, onların sorumluluk yükünü omuzlarında hisseden, bu yükü taşıma cehdiyle Rabbinin yardımına ve rızasına sığınan muttakiler topluluğunu inşa etti.
Ümeyyeoğulları, türlü hile ve desiselerle Mekke’nin Hz. Peygamber (s) ve arkadaşlarınca fethinin intikamını alırcasına İslam iktidarını yıkarak yerine Emevi sultasını kurarken, sosyo-politik tüm alanlarda cahiliyeyi yeniden canlandıran adımlar attılar. Hilafeti/imameti saltanata dönüştürdükleri gibi, sosyal ve ekonomik işleyişte de cahiliye dönemini yeniden canlandıran politikalar izlediler.
“Dine karşı din” politikalarıyla İslam kisvesi altında adım adım cahiliyeyi yeniden sosyo-politik alana taşıyan Ümeyyeoğulları, İslam’ın kanaat ve paylaşım esasına dayalı sosyo-ekonomik işleyişini tersyüz ederek sermayeci, tekelci cahiliye ekonomisini canlandırdı.
Böylece İslam’ın ortadan kaldırdığı tekasûr sorunu yeniden hayatiyet kazandı. Rabbimizin Haşr Sûresi 7. Ayette buyurduğu üzere zenginliğin paylaşılmasını esas alan İslam ekonomisi yerine, sermayenin tekellerde toplanmasını esas alan, yağmacı ve yığmacı cahiliye ekonomisi hâkim kılındı. Paylaşma sevincinin yerini yeniden çoğaltma hırsı ve yarışı aldı. Tekasûr tekebbürü, tekebbür istiğnayı, istiğna tuğyanı doğurdu.
Bugünün dünyasında hâkim ekonomik anlayış ve sistem durumunda olan kapitalizm, esasında tarihte hep var olagelmiş bu sermayeci, tekelci anlayışın daha bir kurumsallaştırılmış ve çarkları daha acımasız işleyen yeni bir biçiminden başka bir şey değil. Kapitalizmin temelini de neticede tekasûr sorunu oluşturuyor. Çoğaltma ve çoklukla övünme, çokluğu tahakküm aracı kılma anlayışı…
Bugün yaşadığımız coğrafyada, sermayeci, tekelci bu tekasûr ideolojisini omuzlayıp uygulayanların, kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayıp, bireysel de olsa İslam’ı referans gösteren insanlar[1] olmasının ne büyük bir çelişki ve ne kadar acı bir durum olduğunu da bu arada vurgulamış olalım.
Son birkaç asrın hâkim ekonomik sistemi durumunda olan kapitalizm, adı üstünde sermayeci, tekelci, yağmacı ve yığmacı bir sistemdir. Bu sistem için aslolan, kâr etmek ve sermayeyi artırmaktır. Yani çoğaltmak ve çoklukla övünmektir. Kapitalizm için muteber insan zengin olan, en muteber insan ise en zengin olandır.
Her yıl dünya çapında zenginler listeleri bunun için yayınlanır. Zenginler, bu listede en üstlerde olmak için ve bununla övünmek için yarışırlar. Bu yarış sebebiyledir ki, Karun’u kıskandıracak servetleri olanların bile gözü bir türlü doymaz. Çünkü listede geçmeleri gereken rakipler vardır. Şayet en üstte iseler, orayı kaybetmemeleri gerekir. İşte küresel ve yerel çapta bu tekasûr yarışı sürüp gitmektedir.
İşte tekasûr sorununu ve bu sorunun günümüzdeki sistemleşmiş hali olan kapitalizmi anlamadan ve kavramadan Soma’da geçtiğimiz günlerde yaşanan faciayı anlayamayız. Soma’da 301 emekçinin canına mal olan facianın temelinde ihmal filan değil, düpedüz bir kasıt vardır ve bu kasıt da kapitalizmin “minimum maliyet, maksimum kâr” mantığından neşet etmiştir.
Soma’daki faciadan kurtulan işçilerden Mehmet Ali Dinçer, facia sonrası basına verdiği demeçte şu ifadeleri kullanıyordu: “Güvenli odayı kaldırdılar. Maliyeti de insanlığı da düşürdüler.”
Bu sözler yaşanan facianın sebebini özetler niteliktedir. Kapitalizm, sadece Soma’da değil, her yerde maliyetleri düşürmek için insanlığı düşürmektedir ve insanları üretim-tüketim bantlarının iradesiz birer köleleri haline getirmeye çalışmaktadır.
Soma Eynez maden ocağında yaşanan facia ile acı şekilde kendisini gösteren bu gerçek, bugün kapitalizmin hâkim olduğu her alanda tanık olduğumuz, insanı nesneleştirme ve yeryüzünü “insansızlaştırma” ameliyesinin kaçınılmaz neticesidir.
Her yerde, Soma’daki gibi insanın maddi hayatına kast eden facialar yaşanmıyor olabilir, ancak Âlemlerin Rabbi tarafından yeryüzünün halifeleri makamına layık görülen insanların, çoğunlukla üretim-tüketim bantlarına mahkûm köleler olarak yaşıyor olmaları daha büyük bir facia değil midir?
Çağın tekasûr ideolojisi ve hâkim ekonomi sistemi durumundaki kapitalizme karşı İslam’ın insanlıktan yana sesini duyurmak ve sermayeci, tekelci yığmacılığa karşı, kanaat ve paylaşmanın pratiğini üreterek insaniyeti yükseltmek bizlere düşmektedir.
[1] “Bireysel referansım İslam’dır” diyerek, bireysel olanla kurumsal olanı birbirinden ayırmak ve İslam’ı salt bireysel hayatın referansı kılmanın laik bir anlayış olduğunu belirtmemiz gerekir.