Şükrü HÜSEYİNOĞLU

12 Nisan 2010

TEKNOLOJİ: NE MAHRUMİYET, NE MAHKÛMİYET

En ileri teknolojiye sahip ülkelerden ABD'de yaşayan Amişler adlı topluluğu hepimiz duymuşuzdur. Pensilvanya eyaletinde yaşayan ve 250 bin civarında bir nüfusa sahip olan Amişler, elektrik ve dolayısıyla elektrikle çalışan araçları kullanmıyor, motorlu araçlar yerine at arablarıyla ulaşımlarını sağlıyor, telefon kullanmayı reddediyorlar. Dini inançlarını gerekçe göstererek teknolojiye kendilerini tamamen kapatmış bulunan bu Hıristiyan topluluk, halen hayatlarını bu şekilde idame ettirmeyi sürdürüyor.

İlk bakışta bu topluluğa gıpta ile bakmamak elde değil doğrusu. Egsoz gazı ve gürültü kirliliğiyle şehirleri yaşanmaz kılan motorlu araçların, her biri sürekli yenilenmeye muhtaç şekilde tasarlanıp üretilmiş kapitalist tüketim kültürünün birer enstrümanı olan elektronik aletlerin, insanları seyircileştirip esir alan ve gerçeklikten kopararak sanallığa mahkûm eden televizyonun, insanlar arası iletişimi alabildiğince sıradan ve bayağı hale getiren cep telefonlarının, bağımlılığın yeni ve en tehlikeli biçimini ortaya çıkarmış olan internetin olmadığı bir hayatı hangimiz tercih etmeyiz? Mahremiyetin, masumiyetin ve mesafenin "teknoloji fetişizmi"nin tehdidi altında olduğu bir işleyiş hangi Müslüman için cazip olabilir?

Bu açıdan bakıldığında, kapitalist sömürü çarklarının hükümran olduğu beldeleri terk ederek, Amişler örneğinde olduğu gibi kendi gettolarımızı oluşturmak ve doğa ve doğallıkla iç içe bir hayat arayışına yönelmek akla yatkın görünmektedir. Ne var ki, omuzlarına "insanlık için adil şahitler olma" misyonu yüklenen Müslüman kimliğine sahip insanlar açısından böyle bir tercih hoş bir nostaljiden öteye geçemeyecektir. "Yeryüzünün halifeliği" misyonuna namzet olan ve bu çerçevede âlemlerin Rabbi ile sözleşmiş bulunan Müslümanlar için, Amişler gibi hakim işleyişin uzağında kalarak "gemisini kurtaran kaptan" olma seçeneği yoktur, olamaz.

Rabbani mesajın öncü şahitleri olarak görev yapmış olan Peygamberlerin mücadele çizgisine göz attığımızda bu gerçeği net olarak görürüz. Peygamberlerin, aldıkları Rabbani mesajlarla doğrudan hakim zulmün merkezine yöneldiklerini ve öncelikli olarak tuğyanın önderlerini davete muhatap kıldıklarını görürüz. Çevreyi asla ihmal etmemekle beraber, mücadelenin kalbinin hep merkezde attığı, Peygamber kıssalarında açıkça müşahade edilir. Bu itibarla, Peygamberlerin misyonuna namzet olan Müslümanlar açısından zulüm, tuğyan ve ifsadla hesaplaşmaktan kaçmak, kendi gettolarını kurarak yalancı cennetler inşa etmek seçeneği bulunmamaktadır.

Hakim küresel ve yerel zulme karşı, bu zulmün bizatihi kurgulandığı ve icra edildiği merkezlerde yaşamak ve zulümle, tuğyanla, ifsadla hesaplaşmak bizim için bir seçenek değil zorunluluktur. Dolayısıyla motorlu taşıt gürültüsünden, egsoz gazından, cebimizde zır zır çalan cep telefonlarından, insanları tam anlamıyla kontrolsüz bir iletişim bombardımanına tabi tutan televizyondan, internetten uzak, doğanın güzellikleriyle içiçe bir hayat bizim için ancak bir özlem olabilir. Salt kendi huzurumuz için insanlığın dünya ve ahiret saadeti kavgasını terk edemeyiz.

O halde üzerinde durmamız gereken mesele, kapitalizmin "teknoloji fetişizmi" üzerinden yürüttüğü sömürü ve ifsada karşı, hayat alanlarını ve kavgayı terk etmeden Müslümanca bir tutumu nasıl takıncağımız konusu olmalıdır. "Teknoloji fetişizmi"ne teslim olmamakla, teknolojinin imkânları üzerinden yürütülen küresel ve yerel ifsada karşı bu imkânlardan mahrum kalmama tutumunu telif edecek bir yaklaşımın fıkhını oluşturmamız gerekmektedir.

Soyut olarak teknoloji mefhumu üzerinde tartışmak, teknolojinin gerekliliği veya gereksizliği üzerinde fikir yürütüp tutum belirlemeye çalışmak işlevsel bir yaklaşım değildir. Teknolojinin hayatımıza soktuğu araçları ele alıp bu araçların insan ve toplum hayatı üzerindeki etkileri üzerinde değerlendirmeler yapmak ve bu çerçevede bir fıkıh üretmek lazımdır. Zira evlerimizi aydınlatan ampul de teknolojinin ürünüdür, kitle imha silahları da. Meseleyi bu somutluğu içerisinde ele almadan, “Teknolojiye evet” veya “Teknolojiye hayır” şeklinde soyut bir tutum belirlemek, bizi pratikte herhangi bir çözüme ulaştırmayacaktır.

Bu şekilde bir yaklaşımla teknolojiye tavır alıp imkânlarından mahrum kalarak hayat alanlarında var olamayacağımız ve küresel ve yerel ifsad odaklarına karşı ıslah mücadelesini ileri götüremeyeceğimiz gibi, sınırları belirlenmemiş bir ilişki de, tıpkı "Müslümanlar güçlü olmalı" denilerek çıkılan yolda kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerine entegre olanlar örneğinde olduğu gibi, modernizme ve teknoloji fetişizmine teslimiyet sonucunu doğurabilecektir.

Teknolojiyle olması gereken irtibatımızı kısaca "ne mahrumiyet, ne mahkûmiyet" formülüyle özetleyebiliriz. Aslında temelde insanlığın ortak birikiminin sonucu olarak değerlendirilmesi gereken teknolojiyi salt Batının ürünü olarak görmek ve Batı emperyalizminin/kapitalizminin teknolojiyi bir sömürü ve ifsad aracı olarak kullanmasından yola çıkarak teknoloji mefhumuna mutlak olumsuz anlam yüklemek doğru değildir.

Bir defa teknoloji dediğimizde somut bir nesneyi kastetmiş olmuyoruz. Yukarıda ampul ve kitlesel silah örnekleriyle ifade etmeye çalıştığımız gibi, teknolojinin faydalı sonuçlarından da, zararlı sonuçlarından da söz etmek mümkündür. Dolayısıyla teknoloji adlı soyut kavramı hedef alıp bir anlamda hayalet taşlamaktansa, teknolojinin ürünü olan araçları ele almak, bu araçları hem yapısal olarak, hem de mevcut kullanım biçimleri açısından değerlendirmek gerekir. Mesela bir radyo ile televizyonu aynı kefede değerlendiremeyiz. Televizyon, sadece beraberinde taşıdığı ve henüz başı mamur bir alternatifi üretilememiş olan Batı menşeli “Tv kültürü” sebebiyle değil, yapısal olarak da sorunlu bir araç özelliği taşıyor. Televizyon göze ve kulağa aynı anda hitap ettiği için insanı esir alan bir özelliğe sahip. Oysa radyo yapısal olarak bu tür bir olumsuzluğa sahip değil. Televizyon izleyen bir kimsenin aynı zamanda kitap okuması mümkün değilken, radyo dinlemesi pekala mümkün.

Bununla birlikte, gerek kurumsal bir tebliğ aracı olarak, zulme ve tuğyana karşı mücadele aracı olarak televizyon, radyo ve interneti kullanmak, gerekse kişisel olarak bilgilenme ve gündem takibi açısından bu araçlardan faydalanmak konusunda özgün bir yaklaşım üretmek zorunluluğumuz vardır. Televizyonu, interneti, radyoyu, cep telefonunu, motorlu taşıtları, elektrikli ev aletlerini Müslümanca konumlandırmak ve Müslümanca kullanmanın fıkhını üretip pratize etmek gerekmektedir. Aksi takdirde alternatif olma iddiasıyla yola çıkıp hakim kültüre tabi ve teslim olmak kaçınılmaz olmaktadır. Ki bugün, değiştirmek için yola çıkıp kendileri değişen nice televizyon kanalı, radyo, internet portalı, gazete bunun acı örneklerini teşkil etmektedir. Davet aracı olarak yola çıkıp da, reyting canavarına teslim olan ve bunun için de kitlelere cazip gelecek pahalı yapımlara yönelip kapitalizmin toplumlara dayattığı üretim-tüketim çıkmazının katalizörü olan pahalı reklamlara muhtaç hale gelerek, izleyicilerine "sınırsız alışveriş mutluluğu" propagandası yapma konumuna düşüveren nice "alternatif" girişimlere tanık olduk. Alternatif internet sözlüğü olma iddiasıyla yola çıkıp da, diğer internet sözlükleri gibi dedikoduya, insanlar hakkında doğru-yanlış iddialara ve hatta iftiralara yer vermekle eleştirilen İHL Sözlük'ün yöneticilerinden biri geçenlerde bu eleştiriyi şöyle yanıtlıyordu: "Yapacak bir şey yok. Bu işin formatı böyle. İnsanların yazdığı maddelere müdahale ettiğinizde bir daha yazmıyorlar." Bu tam anlamıyla teknolojiye ve onun hakim kültürüne teslim olmak, dolayısıyla mahkûmiyet demektir.        

Teknolojinin, beraberinde taşıdığı Batı tandanslı kültürüyle birlikte insan ve toplum hayatını kuşattığı, bir taraftan teknolojiyi toplumları sömürmenin etkili bir aracı haline getiren kapitalizmin neredeyse aylık periyodlarla ürünlerin daha ileri modellerini piyasaya sürerek kitleleri tam anlamıyla tüketim köleleri haline getirirken, bir taraftan da sattığı bu ürünlerin kullanım biçimleri üzerinden kitlelerin düşünce kodlarını ve hayat anlayışlarını belirlediği bir dönemde, teknoloji üzerine ayakları yere basmayan  felsefi tartışmalar yapmak yerine somut çözümlere yönelmeyi, ütopik olmayan Müslümanca bir duruş üretmeyi bilmeliyiz.  

Bugün kitlelerin Batı kültürü adına sevk ve idare edilmesinde son derece etkili araçlar olarak işlev gören bir televizyon ve internet konusunda nasıl bir tutum takınmak gerekir? "Televizyon ve internete hayır" diyerek işin içinden çıkmak mümkün müdür? Şayet dünya gezegeni dışında bir yerde yaşıyor olsaydık, televizyona, internete, cep telefonuna hayır diyerek içinden çıkabilirdik. Ne var ki, bu araçların neredeyse her evde ve herkeste bulunduğu, iletişimin ve iktidar mücadelesinin bu araçlar üzerinden yürütüldüğü bir dünyada ve zaman diliminde yaşamaktayız ve dolayısıyla bu tür bir hayırcı yaklaşımla hayatın içinden bir çözüm üretilemeyeceği ortadadır. 

Hayatın içinden Müslümanca çözümler, reel olanı görmezden gelmeyen, fakat ideali, ilke ve ölçüleri reel olana kurban etmeye de asla yanaşmayan bir yaklaşımla mümkün olabilecektir. Bu açıdan, teknoloji konusunda sorgusuz sualsiz topyekun bir kabul modernizme teslimiyet ve mahkûmiyet anlamına geleceği gibi, aslında pratikte bir karşılığı da bulunmayan "Teknolojiye hayır" şeklindeki bir yaklaşım ise, teknolojinin imkânlarından mahrumiyet ve meydanı modernizme terk etmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Teknolojiyle, Donkişot'un yeldeğirmenleriyle savaşması misali hikmetle kuşanmayan kör bir savaşa tutuşmaktansa, tuğyan içerisinde bulunan bu mefhuma haddini bildirmeye, onu Hududullah'a tabi kılmaya ve onu süvarilikten azledip eşyanın hakkı olan bineklik konumuna mahkûm etmeye yönelik bir tutumu hayat içerisinde somutlaştırmayı bilmeliyiz.

(Bu yazı Vuslat Dergisi'nin Nisan sayısında yayınlanmıştır)