Şükrü HÜSEYİNOĞLU
TEMEL İMAN İLKELERİNİ, KUR’AN’DAKİ ESMÂ İLE KAVRAMAK -I-
İslam, âlemlerin Rabbi’nin insanlığa hidâyetinin adıdır. Silm’e girmek, yani barışın, uyumun, kusursuz işleyişin egemen olduğu kozmik düzenin Rabbi’ne teslim olarak bu külli barışın bir parçası olmak, “İşittik ve itaat ettik” karar ve teslimiyetiyle bütün bir hayatı, o hayatı bahşeden Rabb’e secde üzere, itaat üzere yaşamaktır.
Rabbimiz, biz insanları irade sahibi varlıklar olarak yaratmıştır. Bizi ne melek, ne de şeytan kılmıştır. Ancak bizi muhatap kıldığı imtihan gereği bizi donattığı akıl ve iradeyle, bizleri, “İşittik ve itaat ettik” bilinci üzere melekler gibi kendisine teslimiyet ve itaat üzere de olmamızın mümkün olduğu, aksine İblis ve taraftarları gibi “İşittik ve isyan ettik” tutumu üzere taat ve itaatten uzaklaşarak şeytanlaşabilen bir varlığa dönüşmenin de mümkün olduğu bir seçenekle başbaşa bırakmıştır. Lakin, başıboş bırakmamış[1], bize merhametinin bir eseri olarak, hidâyet öncüleri Peygamberleri (a.s.) ve onlarla bize bildirdiği hidâyet rehberi kitablarıyla bize hak hak olarak, bâtılı da bâtıl olarak apaçık şekilde bildirmiş, bize, dünya ve âhiret saadetimiz için bâtıldan ictinab ederek hakka yönelmemizi emir ve tavsiye etmiştir.
“Biz ona yolu gösterdik; artık ya şükredici olur, ya da nankör.” (İnsan, 76/3)
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk eğrilikten tamamen ayrılmıştır. Kim tağutu inkâr edip Allah'a iman ederse en sağlam kulpa yapışmış olur. Onun kopması söz konusu değildir. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 2/286)
Evet, Rabbimiz bize fert ve cemiyet olarak, kalben, kavlen ve amelen ittiba etmemiz, ölüm bize gelinceye kadar üzerinde sebatkâr olmamız gereken yolu, istikameti bildirmiştir. Peygamberlerini bunun için görevlendirmiş, Kitablarını bunun için bildirmiştir. İnsanlık için kıyâmet öncesi son Rabbani bildirim, Muhammed (a.s.)’a miladi 610 yılında Hira’da inzal edilmeye başlanan Kur’an’dır. O, hidâyet rehberi, hayat kılavuzu, kalplerde, kavillerde ve amellerde olan ferdi, ictimai, siyasi, iktisadi hastalıklar için Rabbani bir reçetedir.
“Şüphesiz bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjdeler.”(İsra, 17/9)
“Şüphesiz bu Kur'an sen ve kavmin için bir öğüttür. Ondan sorulacaksınız.” (Zuhruf, 43/44)
İslam, esas itibariyle Kur’an demektir. Zira bu dinin temel kaynağı Kur’an’dır. O asılların aslı, kaynaklar üstü kaynak, referanslar üstü referans, tüm ihtilafların nihai çözüm mercii, her alanda doğruyla yanlışın kendisiyle ayırt edileceği mikyastır. Hakîmdir, hakemdir, furkandır. Bu itibarla her alanda algılar, anlayışlar, yaklaşımlar, yönelimler onun öğretisi temelinde belirlenmeli, var olan algı, anlayış ve yönelimler de onun şaşmaz ve eskimez ölçülerine arz edilmeli, onunla ıslah ve inkılaba tâbi tutulmalıdır.
Rabbimizin bizim için hidâyet önderi, en güzel örnek, muallim, istikamet ışığı bir deniz feneri kıldığı Rasulullah (a.s.)’ın rehberi de Kur’an’dı. Bunu Rabbimiz Kur’an’da sıkça vurguladığı gibi, Seyyid Kutub’un o güzel nitelemesiyle “ilk Kur’an nesli”nin de yeri geldikçe bu hususa vurgu yaptığını görürüz. Aişe annemizin (r.a.), kendisine Rasulullah’ın ahlakını soran iki genç mü’mine “Siz Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an’dı” cevabını vermiş olması[2] buna örnektir.
“De ki: Ben size 'Allah'ın hazineleri yanımdadır' demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Size benim melek olduğumu da söylemiyorum. Sadece bana vahyedilene uyuyorum. De ki: Görmeyenle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"(En’am, 6/50)
“De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim.”(Ahkaf, 46/9)
Kur’an ve Rasulullah, biri diğerinden koparılamayacak, biri olmadan diğerinin olması, anlaşılması, hakkıyla takdir edilmesi mümkün olmayan, Rabbimizin aralarında kurduğu kopmaz bağ koparıldığında, tarihsel süreçte ve bugün tanıklık ettiğimiz üzere “Kur’an’sız Peygamber” ve “Peygambersiz Kur’an” algı ve anlayışlarıyla çıkmaz sokaklara, geleneksel ve modern hurafelere düçar olmanın kaçınılmaz olduğu bir bütünlüğü ifade etmektedirler. Rasulullah’ın bağlamı Kur’an, Kur’an’ın temel bağlamı da Rasulullah’tır. Ve bağlamından koparılan her ne varsa, anlamından koparılmış demektir.
Her binanın olduğu gibi İslam binasının da bir temeli vardır ve o temel iman ilkeleridir. Temeli sağlam olmayan, bozuk zemine ve çürük malzemelerle kurulmuş bir temelin üzerine ne kadar özenle bir bina yükseltmeye çalışırsanız çalışın, bina sağlam olmayacaktır. Öncelikle temele titizlenmek, temeli sağlamlığı konusunda olabildiğince hassasiyet göstermek gerekir. Bu sebepledir ki, Rabbimiz bizi körü körüne ataları taklitten[3], ümniyye (kuruntu) ve zanna uymaktan nehyetmekte[4] ve bize bildirdiği hayat menbaı dinini Kitabî bilgi (ilim) üzere anlayıp yaşamaya çalışmamızı istemektedir.
“Onlardan bir kısmı ümmîdir. Kitabı bilmezler, bildikleri ancak emaniyyeden (dayanağı olmayan kuruntulardan) ibarettir ve onlar zanna uyarlar” (Bakara, 2/78)beyanıyla, ıstılahi anlamıyla “Kitabullah’ın bilgisinden mahrum olmak” demek olan ümmîliği mahkûm edip, bizi Kitabîliğe (Kitab’a yönelerek dinini o temelde öğrenip anlama cehdine) sevk eden Rabbimiz, “Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme. Şüphesiz kulak, göz ve kalb; bunların her biri ondan sorumludur” (İsra, 17/36) beyanıyla da nu konudaki hükmünü, öğretisini tekit etmektedir.
Hakkı hak bilip ona ittiba ve bâtılı bâtıl bilip ondan ictinab etmek demek olan İslam’ın, hak ve bâtıla dair temel ölçüleri, iman ile tasdik ve inkâr ile tekzip edilecek hususlardaki öğretileri, Müslümanların ilim tarihinde “akîde” (çoğulu “akaid”) kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu kelime, “Ey iman edenler! Akitlerinize (ukud) vefa gösterin, onların gereğini yerine getirin…” şeklinde Mâide Sûresi 1. ayet-i kerimede geçmektedir. Türkçede de kullandığımız “akit” kelimesi, bilindiği üzere “hukuki sonuç doğuran sözleşme” anlamına gelmektedir. “Akd” kökünden “akîde” kelimesi “düğümlemek”, “Bir şeyi sıkı sıkıya bağlamak” lügat anlamıyla, Âlemlerin Rabbi’nin kulları için belirleyip bildirdiği kulluk sözleşmesini kendi tercih ve iradeleriyle kabul eden insanların, iman ahdiyle kendilerini bu sözleşmeyle bağlamasını ifade etmektedir.
Bir akdin temelinin ise, o akde taraf olan insanlarca sözleşme içeriğinin bilinmesi olduğu aşikârdır. Bu temel şartın olmadığı bir durumda gerçek anlamda bir sözleşmeden, akidden/akideden söz etmek mümkün değildir. İslam’ın ilme, öğrenmeye, okuma ve yazmaya bu kadar önem vermesinin, inen ilk Kur’an vahiylerinin temel gündemlerinden birinin bu hususlar olmasının sebebi, akdin/akidenin bu özelliği olsa gerektir. Öyle ki, Rabbimiz, ilk inen ayetler olan ve “Oku” emriyle başlayan Alak 1-5. ayetlerde, insana kereminin ilk maddesi olarak havayı, suyu değil, “ona kalemle yazmayı ve bilmediklerini öğretmesini” ifade etmektedir.[5] Rahman Sûresinin başında “Rahmân’dır O ki; Kur'an'ı öğretti, İnsanı yarattı” (Rahman, 55/1-3) ifadeleriyle, insana rahmetinin eseri olarak ona Kur’an’ı öğretmesini, onu yaratmasından bile önce zikretmesi, Rabbimizin ilme verdiği değere/öneme işaret etmektedir.
İslam’ın temeli iman, imanın temeli de tevhiddir. Tevhid; Hayatı ve onunla ilgili ölçüleri özel alan-kamusal alan, dini alan - dünyevi alan gibi şirk esaslı kompartımanlara ayırmadan bir bütün olarak ele almak ve bu bütünlükte Âlemlerin Rabbi Allah’a has kılmaktır. Şirk ise; Hayatı ve hayatla ilgili ölçüleri kompartımanlara ayırıp parçalara bölmek, bu kompartımanlar üzerindeki egemenlik hakkını farklı “ilahlar” arasında paylaştırmaktır.
Tevhid düzen, şirk ise kaos demektir. Nitekim kozmik âlemde, tüm varlıklar Rabbimizin kendileri için belirlediği eksende hareket ettiği, O’na boyun eğip fıtri konumlarında görevlerini yerine getirdiği için tam anlamıyla bir kusursuz düzen söz konusudur. Yeryüzünde ise bu düzeni kurmak, imtihan gereği, yeryüzünün halifesi kılınan[6] insanın omuzlarındadır. İnsan, hayatı bir bütün olarak onu bahşeden Allah’a has kılarak, O’na itaat üzere bir dünya düzeni kurarak yeryüzünde silm’i, barış ve huzuru egemen kılabilir. Aksi, bugün olduğu gibi kaos, karmaşa, zulüm ve sömürünün kaçınılmazlığıdır.
Rabbimiz, asra, yani bir insan ömrüne denk gelen zaman dilimine kasem ederek, genel yöneliş itibariyle insanın ziyanda olduğunu bildirmekte ve bu ziyandan müstesna olan kullarının, ancak iman edip sâlih ameller işleyen ve birbirlerine hakkı ve sabrı, emrolundukları hak çizgide sonuna kadar sebatkâr olmayı tavsiye edenler olacağını haber vermektedir. Öncelikle de biz kullarına, iman edilecek hususlar ile imanın ön şartı, “hafriyat aşaması” mesabesindeki tekzip ve teberri edilecek hususları bildirmiştir. Kur’an’da imanın binlerce şartı, cüzü söz konusu edilmektedir. Bununla birlikte bu binlerce cüzün gelip kendilerine dayandığı, temel imani şartlar olarak beş iman umdesinin öne çıkarıldığını, mücmel anlamda “imanın şartları” olarak bize bildirildiğini görürüz. Bakara Sûresi 177 ve 285. ayetler ile Nisâ Sûresi 136. ayette söz konusu edilen bu mücmel şartlar, bilindiği üzere “Allah’a iman, Rasullerine iman, Kitablarına iman, Meleklerine iman ve Âhirete iman”dır.
“Ey iman edenler! Allah'a, Rasulü’ne, Rasulü’ne indirmiş olduğu Kitab'a ve daha önce indirmiş olduğu Kitab'a iman edin. Kim Allah'ı, Meleklerini, Kitaplarını, Rasullerini ve Âhiret Günü’nü inkâr ederse uzak bir dalâletin içine düşmüştür.”(Nisâ, 4/136; Ayrıca Bkz: Bakara, 2/177, 285)
Bu beş temel iman umdesi doğru anlaşılıp doğru bilindiğinde, Rabbimiz tarafından bu temel umdeler üzerine inşa edilmiş olan İslam’ı doğru anlamak ve yaşamak, aksi durumda ise anlama ve yaşama konusunda zaafiyete düşmek kaçınılmazdır. Tarihsel süreçte Müslüman kitlelerin içine düştüğü ve bugün de maalesef yaygın şekilde içinde bulunulmaya devam edilen Kur’an dışı, Kur’an’a rağmen İslam algı ve anlayışlarının temelinde, iman umdeleriyle ilgili yaklaşımların Kur’an düzlemi yerine, çoğunlukla farklı kanal ve kaynaklardan edinilmiş olması yatmaktadır.
Bugün kendisini İslam’a nisbet eden kitlelerin Allah tasavvurları, Peygamber algıları, Kur’an’la ilgili tanım ve yaklaşımları, âhiret inanışları Kur’an’ın öğretileriyle ne kadar mutabıktır? Bu soruya çok olumlu bir cevap vermek ne yazık ki mümkün değildir. Zira Kur’an kendisini İslam’a nisbet eden kitlelerin gerçek anlamda kaynağı olan vasfını yitireli asırlar olmuştur. Hidâyet rehberi, hayat kılavuzu, ölçü menbaı, hüküm kaynağı ve nihai hüküm mercii olma niteliği yerine, ölüler ve mezarlıklar kitabı, sevap makinası muamelesinin ötesinde en fazla “sembolik kral” muamelesine muhatap, hâkim değil mahkûm, belirleyen değil, mevcut mezhebi-meşrebi anlayışlar çerçevesinde belirlenen mehcur, mahzun bir durumdadır Kur’an. Onun tüm kaynaklar üstü kaynak, deliller üstü delil oluşu, pratikte geçerli kılınan bir kaide olmaktan ziyade, usül kitaplarının “Edille-i Şeriyye” tanımında yer alan bir söylemden ibaret kalmıştır.
Kur’an kendisiyle algıların belirlendiği, anlayışların oluşturulduğu, akîdenin öğrenilip amellerin temellendirildiği ana kaynak olmaktan uzaklaştırıldığı, tarihsel süreçte teşekkül eden anlayışlar mutlaklaştırılıp dondurulduğu, bu sebeple de Kur’an’ın belirleyici olma ve mevcudun sağlamasını yapma işlevi ortadan kaldırıldığı için, dondurulup mutlaklaştırılan anlayışlar nesilden nesile aktarıla gelmiştir. Bugün, bir yanda bu çizgide koyu bir gelenekçiliğin varlığı, diğer yanda ise, sahih ve muharref ayrımı yapmadan İslami geleneği bütünüyle yok sayıp reddeden, modernist ve post-modernist tuğyani temelli türedi, köksüz yaklaşımlarla muhatabız. Bu iki yaklaşım da İslam’ın ölçüleri açısından kabul edilebilir değildir. İslam, yeryüzünün en köklü, en eski geleneğinin, ilk insanlardan bugüne devam eden Nebevî geleneğin adıdır.
Nebiler hep birbirinin izi üzerine gelmiş, hep aynı Rabbani dâvâyı omuzlayıp temsil etmiştir. Onlar, her defasında bu köklü Nebevî geleneği Allah’ın vahyi temelinde ıslah ve ihya etmişlerdir. Rabbimizin yeryüzüne vahyiyle son müdahalesi demek olan Muhammed (a.s.)’ın risaleti de işte bu Nebevî geleneğin bir parçası, süreği ve o zincirin son halkasıdır.
“Yahudi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanif olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” (Bakara, 2/135), “İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona tâbi olanlar ile uyanlar, bu Peygamber ve ona iman edenlerdir. Allah müminlerin velisidir.” (Âl-i İmran, 3/68), “De ki: Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırdetmeyiz. Biz ancak O'na teslim oluruz.” (Âl-i İmran, 3/84) ve benzeri onlarca ayet-i kerime bu Nebevî geleneğe vurgu yapmaktadır. Bugünün Müslümanları olarak bize düşen, geleneğin sahih olanıyla muharref olanını furkan olan Kur’an’ın hakemliğinde tefrik ederek, Nebevî geleneği ihya etmektir. Hem geleneksel hem modern hurafelerden uzak, sahih, bütüncül İslami algı ve yönelim ancak bu yaklaşımla mümkündür.
Rabbimizin, Rasulü’nün, Kitab-ı Keriminin ve Âhiretin Esmâsı
“Akîde”den, dolayısıyla “akîdemiz”den söz ettiğimizde, Rabbimizle yapmış olduğumuz kulluk sözleşmesinden söz etmiş oluyoruz. Bu tabii ki insanlar arası yapılan sözleşmelerde olduğu gibi karşılıklı bir uzlaşma ve anlaşmaya dayalı bir sözleşme değil, Rabbimizin yaratıp yaşattığı biz kullarına, bizim hayrımıza ve faydamıza olarak belirleyip bildirdiği, biz mü’minlerin de elhamdülillah ki “işittik ve itaat ettik” diyerek tasdik ettiğimiz bir sözleşmedir. Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk neslin de muhatap olduğu ve tasdik ettiği sözleşme metni Kur’an’dır, bizim de aynı şekilde muhatap olup kalbi, kavli ve fiili/ameli olarak tasdik etmemiz gereken sözleşme metni Kur’an’dır.
Nasıl ki bir kira veya iş akdinde sonuna kadar geçerli olan akit, akdolunan orijinal metinde yazanlar ise, bir anlaşmazlık durumunda tarafları ilzam eden, anlaşmazlığın çözümüne kaynaklık eden metin ancak imza altına alınan o orijinal metin ise, aynı şekilde İslam akdinin, akîdesinin metni de, Rabbimizin Kitab-ı Kerimi Kur’an’dır. Akdi Kur’an dışına taşıracak, Müslümanların gündemine Kur’an’a rağmen akit/sözleşme maddesi, akîde umdesi getirecek her türlü yaklaşım, yönelim ve etkileşim akdin/akidenin tabiatına aykırıdır. Düğüm atılarak kesinleştirilmiş, karara bağlanmış bir akdin (akîde) noksanlaştırmaya olduğu gibi, fazlalaştırmaya da tahammülü yoktur.
İşte bu genel çerçeve içinde, Rabbimizle akdimizin (akîdemizin) esasını teşkil eden, temel iman umdeleri mesabesindeki Allah’a, Peygamberlerine, Kitablarına ve Âhiret Günü’ne iman konularında mevcut anlayışlarda var olan yanlış yaklaşımları izâle ve ıslah etmek ve akdin/akidenin Kur’an çerçevesinde kavranması çabalarına karınca kararınca bir katkı sağlamak gayesiyle, bu konuları Kur’an’daki esmâ ile anlama ve anlatmaya yönelik bir çalışma yapmak istedim. Bu çalışmada, Rabbimizi, Rasulü’nü, Kitab-ı Kerimini ve Âhireti, Kur’an’da yer alan isim ve sıfatlarıyla anlayıp tanımaya, böylece bu temel iman umdeleri konusunda Kur’ani çerçeveye yeniden dikkat çekmeye gayret edeceğiz, inşaallah.
Özellikle Rabbimizin esmâsı, Kur’ani ifadesiyle Esmâul-Husna konusunda birçok çalışma yapıldığı malumdur. Konuyla ilgili telif edilmiş birçok eser vardır. Bizim çalışmamız hem Rabbimizin isim ve sıfatları yanı sıra, Rasulünün, Kitab-ı Keriminin ve Âhiret Günü’nün isim ve sıfatlarını konu alması, hem de bilgi yoğun olmaktan daha çok “perspektif yoğun” bir çalışma olmayı hedeflemesi ile konuyla ilgili çalışmalardan farklılaşmaktadır. Konular işlendikçe, mevcut anlayışlarda yer etmiş birçok algının, Kur’an’ın bildirdiği isim ve sıfatlar karşısında güneşin karşısında eriyip giden kardan adam misali eriyip gittiğini inşallah hep birlikte göreceğiz.
Gerek Rabbimizin isim ve sıfatlarını, gerek Rasulünün, Kitab-ı Keriminin, gerekse Âhiret’in isim ve sıfatlarını konu edindikçe, birçok defa “Kur’an’ın bu açık beyanlarına, çizdiği bu net çerçeveye rağmen, bu Kur’an dışı algı ve anlayışlar nasıl üretilebilmiş ve yaygın anlayış haline gelebilmişler” sorusu sorulabilecektir. Hakikaten aradaki makas çok açılmıştır. Yine okundukça görüleceği üzere, bu çalışma, temel iman umdeleri konusundaki geleneksel hurafe ve yanlış yaklaşımlar kadar, hatta onlardan daha güçlü şekilde modernist ve post-modernist hurafe ve yanlış yaklaşımları da konu edinecek ve Kur’an’ın ilgili beyanları çerçevesinde değerlendirmeye tâbi tutacaktır.
İslam’ın bir mâbed dini değil, hakikat ve hâkimiyet iddiası eksenli Rabbani bir egemenlik öğretisi olduğu gerçeğini, Kur’an’ın diğer beyanları gibi isim ve sıfatlar da bize çok net bir şekilde ifade etmektedir. Rabbimizin, tüm hayat/egemenlik alanlarının rabbi, ilahı ve meliki olduğunu, Rasulullah’ın, İslam nizâmını yeryüzünde egemen kılma dâvasının önderi olarak ferdi, ictimai, siyasi her alanda bizim en güzel örneğimiz olduğunu, Kur’an’ın bir ritüel kitabı değil, Rabbimiz tarafından insanlar arasında kendisiyle hükmedilmesi için inzal edilen bütüncül hayat rehberi olduğunu isim ve sıfatları ele aldıkça daha yakinen görmüş olacağız.