Şükrü HÜSEYİNOĞLU
TEVHİD ESMÂSI VE ŞİRK ESMÂSI
Temel İman İlkelerini, Kur’an’daki Esmâ İle Kavramak -III-
İslam’ı bir binaya/yapıya benzetirsek -ki evet o bütüncül bir hayat nizamı olarak, insanların fert ve toplum hayatlarını Âlemlerin Rabbi’nin ölçüleri üzere düzenlemeyi hedefleyen Rabbani bir inşadır- temeli ve o temel üzere yükselmiş ana taşıyıcıları, bağlantıları, katlarıyla insanlık için yegâne kurtuluş sığınağı olan bir binadır. O, itaatsizlik ve itaattan ibarettir. Allah’a ve Rasulüne itaat etmeyenlere itaat etmemek ve ancak Allah’a, Rasulü’ne ve onlara itaat eden emir sahiplerine itaat etmektir.[1]
İslam binasının temeli imandır, akidedir. Yani, Rabbimizin tekzip etmemizi istediği ne varsa kalbi, kavli, ameli bütünlükte tekzip etmek ve tasdik etmemizi istediği ne varsa yine kalbi, kavli, ameli bütünlükte tasdik etmek, Rabbimizin dünya ve âhiret hayatımızı ilzam edici olarak bize bildirdiği ve bizi, ittiba edip etmeme noktasında, imtihan gereği muhayyer bıraktığı sözleşme umdelerini (iman akitlerini, akideyi) bu tekzip ve tasdik zemininde, teberri ve ittiba, berâ ve velâ düzleminde net olarak öğrenip kavrayıp, Rabbimizle akdimizi (akidemizi) bu berraklık ve netlik üzere akdetmektir.
Temel, bu berraklık, netlik ve sağlamlık üzere atıldıktan sonra, taşıyıcıların, bağlantıların ve yapıtaşlarının yerli yerine konularak İslam binasının fert ve toplum hayatında yükseltilmesi kolay olacaktır. Rasulullah (as) ve beraberindeki ilk Kur’an neslinin, dâvetin ilk 13 yılında Mekke’de, Kur’an’ın öğretisi gereği bu temeli atmaya ve sağlamlaştırmaya yoğunlaşmış olmaları bu sebepledir.
Rabbimizin, iman akdinin (akidenin) beş temel esası olarak Bakara 177, 285 ve Nisa 136. ayetlerde “Allah’a, Rasulü’ne, Kitab-ı Kerimine, Âhirete ve meleklere imanı” zikrettiğini daha önce belirtmiştik. Yine belirttiğimiz gibi Rabbimiz, iman temelinin çekirdeğini oluşturan bu esasları da bize isim ve sıfatlarla tanıtmakta, ta’lim etmektedir Rabbimiz. Bize düşen, “kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan”[2]yegâne kaynak olan Kitab’ı Kerim’de bildirilen isim ve sıfatlarıyla bu iman esaslarını doğru kavramaktır.
İşte bu noktada, İslam akidesinin (iman akdinin) asli bir niteliğini hatırlamamız gerekiyor: “Lâ” ve “illa”. Yani imha ve inşa. Lâ, iman temeli ve onun üzerine kurulan İslam binasının zemininde gerçekleştirilmesi ön şart olan hafriyat çalışmasına denk gelmektedir. Hafriyat olmadan bina kurarsanız ne olursa, “lâ” hafriyatı yerine getirilmeden atılan bir “iman” temeli için de aynısı geçerlidir. Çarpık, düzensiz, üzerine kurulacak binayı taşıma mecali olmayan bir temel… Hakla bâtılın ayrıştırılmadığı, dolayısıyla tevhid yerine şirkin neşvü nema bulacağı bir zemin…
İslam binasının temeli mesabesindeki iman akdinin çekirdeği olan isim ve sıfatlar da aynı esasa tâbidir. Tenzih ve takdis, tekzip ve tasdik, teberri ve ittiba… Rabbimizi, Rasulünü, Kitabını, Âhireti (ve kapsamındaki Hesap Gününü) doğru anlayıp doğru tanımak da, öncelikle onlarla ilgili tarihsel süreçte ve bugün insanlar tarafından birer ümniyye (kuruntu), zan ve vehim ürünü olarak ortaya atılmış olan, geleneksel, modern ve post-modern tüm çeşitleriyle yanlış/bâtıl yaklaşım ve tanımları (üretilmiş, uydurulmuş isim ve sıfatları) tekzip etmek ve bu tekzip hafriyatıyla ortaya çıkan temiz, berrak zeminde, inzal edilmiş isim ve sıfatlar ile bu iman esaslarını kavrama cehdine yönelmek…
Tabi, inşallah ileride değineceğimiz üzere, mesela “tenzihin”, “tekzibin” sınırlarını da Kitab-ı Kerimden öğrenip almak zorunluluğu vardır. Aksi halde, Mekke müşriklerinin “tenzih akidesi” adı altında içine düştüğü şirk çeşidine düşmek de kaçınılmaz olacaktır. Onlar, Allah’ı tenzih etmek adına “Allah, bizim gündelik alış-veriş, yönetim vs süfli işlerimizle ilgilenmekten münezzehtir” yaklaşımıyla, Âlemlerin Rabbi’ni salt “göklerin rabbi” olarak algılama ilhadına düşmüşler, böylece “yerlerin rabliğini” kendilerine tahsis etme tuğyanına yönelmişlerdi.
Esmâ ve “Lâ” Bilinci
Esmâ denilince genelde ve yaygın olarak yalnızca Rabbimizin esmâsının (Esmâ’ul-Hüsna) akla ve gündeme gelmesi, inşallah bizim bu çalışmada Esmâ’ul-Hüsna’nın yanı sıra üzerinde durmaya çalışacağımız, Rasulullah’ın, Kur’an’ın ve Âhiret’in/Hesap Günü’nün Kur’an’da zikredilen isim ve sıfatlarının yaygın şekilde ihmal edilmesi sorununun yanında önemli bir sorun da, esmâ konusunda Rabbimizin Kur’an’da gündemleştirdiği çok önemli, temel bir hususun gündem edilmiyor olmasıdır. Bu husus, esmâ ile ilgili olarak Rabbimizin Kur’an’da dikkatimizi çektiği “şirk esmâsı”nın gündeme getirilmesi ve güncel boyutlarıyla gündemleştirilmesidir.
Evet, Rabbimizin, Rasulünün, Kitabının, Âhiretin (ve kapsamındaki Hesap Günününün) Kur’an’daki isim ve sıfatlarından müteşekkil “Tevhid esmâsı” söz konusu olduğu ve bu isim ve sıfatların tevhid binasının temelini teşkil ettiği gibi, bir de “şirk esmâsı”ndan söz eder Rabbimiz, Kitab-ı Keriminde.
Dolayısıyla esmâdan ve onunla İslam’ı doğru anlamaktan söz etmemiz için, bir ön şart olarak esmâ konusunda “lâ bilinci”nin bulunması gereğinden söz etmemiz gerekir. Ne var ki, Rabbimizin Kur’an’da gündemimize getirdiği bu önemli hususun, tarihsel süreçte ve günümüzde yaygın bir ihmalin muhatabı olduğunu belirtmemiz gerekir. Aslında “Lâ” bilinci ve onun ihmali denilince, asırlardır İslam’ı anlama ve yaşama konusunda bu hususta genel anlamda bir ihmalin söz konusu olduğunu söylememiz gerekir. Yaygın “Lâsız İslam” algı ve anlayışlarının teşekkülü ve etkinliği bu ihmalin açık ve acı kanıtı durumundadır.
“Lâsız İslam”, tabii ki olacak şey değildir. “Lâ”sız, yani teberrisiz, reddiyesiz, tezkiyesiz bir İslam’dan söz etmek, hafriyatsız, temelsiz bir binadan söz etmek gibidir. Tabii ki aynı şekilde “İllasız İslam” da söz konusu olamaz. Teberrisi, reddiyesi olan, ancak inşası, ihyası olmayan bir İslam algı ve anlayışı da Rabbimizin bildirdiği din-i mübin-i İslam’a mutabık değildir. Tarihsel olarak Mürcie ve Hariciliğin sembolize ettiği her iki yaklaşımın bugün de taraftar buluyor olmasını esefle karşılamaktayız, haliyle.
İslam’ı “lâ” ve “illa” bütünlüğüyle anlamak ve yaşamak yükümlülüğümüz vardır. Kur’an’ın bütün öğretisi bu bütünlüğü ifade ettiği gibi, Rasulullah (as) ve beraberindeki ilk Kur’an neslinin algı, anlayış, yöneliş ve pratiği de bu bütünlük üzere idi. Onlar hep, bâtıldan ictinab edip hakka ittiba etme, sahte rab ve ilahları tekzip ve onlardan teberri edip, yegâne hak ilah ve rab olarak Âlemlerin Rabbi Allah’ı tasdik ve O’na itaat bilinç ve pratiği üzere oldular. İşte bugünün Müslümanları olarak bizlerin de bu bütünlük üzere İslam’a ittiba edebilmemiz, her konuda “lâ” ve “illa” bilinci üzere olmamızla mümkündür.
Esmâ konusunda Rabbimizin Kur’an’da söz konusu ettiği, dikkatimizi çektiği “lâ” öğretisi ve bu öğretiye dayalı “lâ” bilinci ihmal edilirse, ilahlık, rablik ve melikliği yalnızca Allah’a has kılma noktasında, yalnızca O’nu ta’zim ve yüceltme, insanlar için yol gösterici, hayat nizamı belirleyici olarak yalnızca O’nu tanıma konusunda zaafa düşmek kaçınılmaz olur. Aynı zamanda Allah’ı ve İslami ıstılaha göre tağut ve cibt konumunda olanları yüceltmek, ta’zim etmek gibi bir şirk tutum ve yönelimine düçar olmak söz konusu olur.
Bugün yaygın şekilde böyle olmuyor mu? Bir taraftan minarelerde Âlemlerin Rabbinin adı yüceltilirken, tekbirlerle lafzen O’nun üstünde bir merci tanınmayacağı, O’nun sözünün üzerine söz, hükmünün üzerine hüküm bilinmeyeceği şiarı dillendirilirken, diğer taraftan egemen düzenin tüm eğitim, medya, yönetim imkânlarıyla , Âlemlerin Rabbi’nin Kitab-ı Kerimini “gökten indiği sanılan dogma” olarak, “Arapoğlunun yavesi” olarak niteleyen egemen figürünün adı yüceltilmiyor mu? Toplumun yol göstericisi, ittiba ve itaat edilecek nihai merci, izinde olunacak en üst otorite olarak propaganda edilmiyor, dahası dayatılmıyor mu?
Namazlarında âlemlerin Rabbi’ni tekbir eden birçok insan, belli günlerde “ulu önder” gibi ta’zim ve ululama ifadeleriyle “Ata dini” figürünü, başka birçok insan da “gavs-ı azam”, kutb-ul aktab”, “efendi hazretleri”, “ayetullah” gibi vasıflandırmalarla “atalar dini” figürlerini ta’zim ve takdis etmiyorlar mı? Demek ki her konuda olduğu gibi, esmâ konusunda da öncelikle “lâ” bilincini inşa etmek gerekir. Bunu yaparken de, hurafenin gelenekseli, moderni, post-moderni arasında ayrım yapmamak icap eder. Yapılması gereken yegâne ayrım, tevhid dâveti sürecinde yaşanılan tarihsel dönem ve mekanda egemen hurafeyi, egemen putperestliği doğru tesbit etmek ve asıl hedef olarak onu belirlemektir.
Bugün yaşadığımız zaman ve coğrafyada egemen hurafe, egemen putperestlik “atalar dini” kültü müdür, yoksa resmi “ata dini” kültü müdür? Bu hususu doğru tesbit edemez isek, isabetli ve etkili bir tevhid dâveti yürütmemiz mümkün olmaz. Tedavinin ön şartı, doğru teşhistir bilindiği üzere. Aksi halde, egemen şirki, putperestliği gündemleştirmek ve ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, egemenlik ilişkilerinde doğrudan belirleyici olmayan, daha ziyade toplum üzerinde kültürel etkisinden söz edebileceğimiz hurafelerle gereğinden fazla meşgul olarak kendimizi oyalamış oluruz.
Bu alanda da maalesef bütüncül, tutarlı ve ehem – mühim hususunda teşhis ve tesbitini doğru yapmış etkili bir İslami dâvet ve mücadele çabasından söz edemiyoruz bugün. Evet, bu bütüncül yaklaşım ve yönelim içinde İslami dâvet çabalarını sürdüren İslami çevreler var, ki dergimiz İktibas 40 yıldır bu çizgide istikamet üzere istikrarla sözünü söylemeye gayret eden mecralardan birini teşkil ediyor, çeşitli İslami çalışma grupları da bu konuda aynı istikamet ve istikrarı temsil etme hüviyetine sahip, fakat yaygın tutum bu bütüncüllük ve berraklıkta değil.
Ya hurafe ve bid’at olarak salt “atalar dini” kültünü görüp onunla mücadeleye yoğunlaşanlar ve fakat egemen “ata dini” kültünü ya görmezlikten gelip ona dair söz söylemekten imtina edenler söz konusudur, yahut da “ata dini” kültüne muhalefet eden ve fakat “atalar dini” kültüne, muhalefet etmek bir yana onu sahihini muharrefinden ayırt etmeden toptan “Allah’ın dini” diye sahiplenenler…
Bu konuda yaşadığımız coğrafyadaki mevcut durumu, “türbe” kültü üzerinden müşahhas olarak tesbit etmek kolaylıkla mümkündür. Sabah-akşam “Oruçbaba Türbesi”, “Zuhuratbaba Türbesi” bağlamında hurafe, bid’at, şirk eleştirisinde bulunan kimi zevatın, sözü, Ankara’daki Roma tapınakları tarzında inşa edilmiş olan devasa resmi türbeye ve orada “anma” adı altında yılın belli dönemlerinde gerçekleştirilen ta’zim ve yüceltme ritüellerine getirmekten özenle imtina ettiklerini görüyoruz mesela.
Suud uleması (!) için söylenen “Kabirlerdeki şirk konusunda duyarlı ve fakat Suud sarayındaki şirke kör, sağır ve dilsiz olma” hali, burada da bu şekilde yaşanıyor kısacası. Gariban hanım teyzelerin içine düştüğü şirki mesele edinip de, siyasetçisinden bürokratına, amirinden memuruna egemenlik ilişkilerini icra eden asli aktörlerin içine düştüğü egemen şirki görmelikten gelmek, hakkı ketmetmek ve şahitliği yerine getirmemek demektir. Bir doğrunun yarısını söylemek, en büyük yalancılık anlamına gelir.
Benzer şekilde, söz konusu resmi türbenin, bir dönem TDK sözlüğünde de ifadesini bulduğu üzere, “Türkün dini” olarak öngörülen Kemalizmin ana mâbedi işlevine sahip olduğunun farkında olan ve bu ilhada karşı gerekli muhalefeti yapmaya çalışan kimi zevatın da, iş geleneksel türbe kültüne ve oralarda işlenen şirk ameliyelerine gelince muhalefet bir yana, bu kültün ve kültürün savunucusu olarak konumlandıklarını görmekteyiz.
Bu konuda Ali Şeriati’nin, hacdaki sembolik şeytan taşlama ameliyesi ve onun üzerinden İslami dâvet/mücadele bağlamında dile getirdiği şu ifadeler dikkate değerdir: “Firavun’a vur ki: “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” (6/57), Karun‘a vur ki: “Mal Allah’ındır” (5/120), Bel’am’a vur ki: “Halis din yalnız Allah’ındır...” (39/3)”[3]
İslami dâvet ve mücadelede bütüncül yaklaşım sahibi olmak, hurafenin, bid’atın, putperestliğin moderni, post-moderni, gelenekseli tüm çeşitlerine karşı tutarlı ve net tavır almak, teberri konusunda zaafa düşmemek, son derece elzem bir durumdur. Tebberide zaaf varsa, bunun doğal sonucu olarak ittibada da zaaf var demektir. İşte teberride zaafa düşmemek için, Rabbimizin Yusuf Sûresi 39-40. ve Necm Sûresi 19-23. ayetlerinde “Bunlar, sizin ve atalarınızın isimlendirmelerinizden ibarettir” ifadesiyle gündemimize getirdiği “şirk esmâsı” konusunu kadim ve güncel boyutlarıyla ele almamız, kavrayıp gündemleştirmemiz gerekir.
Geleneksel ve Modern Şirk Esmâsı
Yüce Rabbimiz, bize yol göstericiliğini Kitab-ı Keriminde çeşitli vecihlerle bildirmektedir. Önceki toplumların bize örnek veya ibret teşkil edecek durum, tutum ve yönelimlerini, gerekli ders ve ibreti alalım, hak üzere bir tutum ise onu bizler yaşadığımız zaman ve mekanda ikame etmeye çalışalım, bâtıl üzere bir tutum ise ondan ictinab edelim, sakınalım diye kıssa formatında (menkıbe değil!)[4] bize haber vermesi de bu yol gösterme vecihlerinden biridir.
Kur’an’da kadim dönemlerin câhiliye algı, anlayış ve işleyişlerinden söz edilir. Tabii ki inzal olduğu dönemin câhiliye anlayış ve işleyişinden de. Tüm bunlar, kıyamete kadar güncelliğini, fırından yeni çıkmışçasına tazeliğini, dinamikliğini, bâtılı imha, hakkı ihya ve inşa niteliğini devam ettirecek olan Kur’an’ın, her dönemin günceline hitap ve müdahalesinin bir parçasıdır. Zira suyun suya benzediği gibi, câhiliyeler birbirine benzemektedir! Kadimiyle moderniyle, postmoderniyle câhiliyeler temelde aynı özellikleri taşırlar. İlhadları, tuğyanları birbirinin adeta tıpkı basımıdır.
Bu ifadelerimizin müşahhas bir örneği olarak, Yusuf Sûresi 39-40. ayetlerde yer alan, Yusuf (as)’ın İslam’ın egemenliğini tesisinden önceki Mısır’daki egemen câhiliyeye dair beyanlar ve Necm Sûresi 19-23. ayetlerde gündeme getirilen Mekke câhiliyesindeki putperest anlayış ve işleyişe dair beyanları gösterebiliriz.
Aşağıda izahını yapmaya çalışacağımız üzere, her iki ayet grubu, bugün inzal olmuşçasına günümüz câhiliye anlayış ve işleyişlerini de özetler niteliktedir. Rabbimiz, Yusuf Sûresi 39-40. ayetlerde Yusuf (as)’ın zindan arkadaşlarına yönelik tevhid dâvetini bize aktarmaktadır. Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
“(Yusuf onlara şöyle dedi): Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı çeşitli rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar olan bir tek Allah mı? O'nun dışında ibâdet/kulluk ettikleriniz, Allah'ın haklarında hiç bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir. O, kendinden başkasına ibâdet/kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”(Yusuf, 12/39-40)
Mekke câhiliyesinde egemen putperest zihniyet ve işleyişi de Rabbimiz, Necm Sûresi 19-22. ayetler arasında şu şekilde ifade etmektedir:
“Gördünüz mü Lât'ı ve Uzza'yı? Ve üçüncüleri olan diğerini, Menât'ı?.. Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığınız isimlerden başka bir şey değildir. Allah, haklarında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzuladıklarına uymaktadırlar. Oysa andolsun ki onlara Rablerinden hidâyet gelmiştir.”(Necm, 53/19, 20, 23)
Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığınız isimlerden başka bir şey değildir… İşte tüm dönemlerin putperest anlayış ve işleyişinin, Rabbimizin beyanıyla özeti… Dün bu böyleydi de bugün farksız mı? Bilakis, milim farkı yok, bugünün câhiliye anlayış ve işleyişlerinin, dünün câhiliyeleri ile.
Kadim dönemlerde de insanlar, Rabbimizin bildirdiği ve akideye temel kıldığı tevhid esmâsı dışında veya onun yanı sıra, “şirk esmâsı” niteliği taşıyan birtakım isimlendirmelerle kendilerine putlar yontmuş, kendi elleriyle kendilerine rabler, ilahlar peydahlamış ve onları tapınma ve mutlak ittiba mercii haline getirmişlerdir.
Yukarıda okuduğumuz iki ayet grubundan Yusuf (as)’ın zindan arkadaşlarına tevhid dâvetini aktaran ilkinde söz konusu edilen rableştirme/ilahlaştırma ameliyesinin doğrudan doğruya egemenlik ilişkileriyle irtibatlı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 40. ayetteki “Hüküm ancak Allah’a aittir” ifadesi, burada söz konusu edilenin “siyasal şirk/putperestlik” olduğuna işaret etmektedir.
Necm Sûresi ayetlerinde söz konusu edilen “şirk esmâsı”nın ise daha ziyade “teolojik şirk/putperestlik”le ilgili olup, egemenlik ilişkileriyle irtibatının dolaylı olduğunu, Mekke’deki Darun Nedve merkezli oligarşi yönetimini meşrulaştırma ve ona payanda olma işlevi gördüğünü bilmekteyiz. Nasıl ki Nuh (as)’ın, câhiliye üzere bulunan kavminin Vedd'i, Suva'ı, Yeğus'u, Ye'uk'u ve Nesr'i varsa[5], câhili Mekke toplumunun da Lât’ı, Uzza’sı, Menât’ı vardı, büyük putlar olarak.
Bugünün câhiliyesine geldiğimizde, her iki tür “şirk esmâsı” ve putperestliğin de aynı şekilde, isimlendirme ve o isimlendirmeler üzerinden ta’zim, yüceltme, ululama ile ilahlaştırıp rableştirme şeklinde câri olduğunu görmekteyiz. Dedik ya, şirk/putperestlik cephesinde değişen asli bir şey yok diye…
Bir tarafta “ulu önder”, “yüce bilmemne” isimlendirmeleri ile ululanıp yüceltilen ve dirisinden sonra ölüsüne de ta’zim ve bağlılık ritüelleri, arz-ı hal törenleriyle tam anlamıyla tapınılmaya devam edilen “siyasal putperestlik” figürleri, diğer tarafta ise, “gavs-ı azam”, “kutbul aktab”, “efendi hazretleri”, “ayetullah” gibi isimlendirmelerle ululanıp ta’zim edilen, mutlak ittiba mercii haline getirilen “teolojik putperestlik” figürleri…
İşte, sâbitelerde istikamet üzere olma bilincini diri tutmakla birlikte, günceli ıskalamayan, hakkı doğrudan doğruya güncelin idrakine söylemek ve sâbiteyi güncele değil, günceli sâbiteye tâbi kılma cehdi üzere olması igereken İslami dâvet çabalarının, işbu “şirk esmâsı”nı güncel boyutlarıyla gündemleştirme mükellefiyeti söz konusudur. Güncelle irtibatı olmayan veya zayıf bulunan, şirkin, tuğyanın, fısk-fücurun güncel, egemen boyutlarını gündem etmeyen bir İslami dâvetten söz edilemez.
“Şirk esmâsı”nı güncel boyutlarıyla gündemleştirmek, iman akdinin “Lâ” kısmını olması gerektiği gibi işlevsel kılmak demektir. Sağlam, altı ilim (bilgi ve bilinç) üzere doldurulmuş bir “Lâ” imhası, beraberinde sağlam, arı-duru, dinamik bir “İlla” inşasını getirecektir. “Tevhid esmâsı”, ancak böyle arı-duru bir zeminde doğru kavranıp anlaşılacaktır.
[1] “Hayır, o mükezzibe itaat etme, (Rabbine) secde et ve O’na yakınlaş.” (Alak, 96/19)
[2] “Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici kitaptır.” (Bakara, 2/2)
[3] Dr. Ali Şeriati, Ayet Yorumları -I-, Sh. 115, Kıyam Yayınları
[4] Kıssa ile menkıbe mefhumları arasında çok temel farklar vardır. Kıssa, geçmişte yaşananları bir tarihsel anlatı olarak değil, bugüne, güncele yönelik bir mesaj ve inşayı amaçlayan analtıdır. Menkıbe ise, gerçeklik, güncellik ve muhatapları inşa gayesi olmayan, daha ziyade konu edindiği kişi ve toplulukları övmeyi amaçlayan, abartılı anlatımlardır. O sebeple Kur’an, bize menkıbe değil, kıssa anlatır.
[5] "Dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın. Vedd'den, Suva'dan, Yeğus'dan, Ye'uk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin." (Nuh, 71/23)