Şükrü HÜSEYİNOĞLU

27 Nisan 2010

TEVHİDDEN BAĞIMSIZ ADALET SÖYLEMİ

Yazıya dört alıntıyla giriş yapmak istiyorum:

 

"İslam, insanların hangi rejimle yönetildiğiyle değil, dinin o insani, ahlaki değer ve hedeflerinin ne kadar gerçekleştirildiğiyle ilgilenir. Adaleti, dünya nimet ve külfetlerinin doğru paylaşımını sağlayabiliyor, insana insan olarak değer verebiliyor, istişareyi, katılımı, ötekini adam yerine koymayı başarabiliyor musunuz? Esas olan odur."

 

“Üçüncü cumhuriyetin yeni din-devlet anlayışını “adalet devleti” olarak tanımlıyoruz. Esas itibariyle adalet devleti bu topraklarda yaşanan iki büyük tecrübenin sentezine verdiğimiz yeni isimdir. Tez; din (İslam) devleti, anti-tez; laik devlet, sentez; adalet devletidir. Din devleti birinci kurucu efsanenin, laik devlet ikinci kurucu efsanenin tecrübesidir. Üçüncü kurucu efsanenin tecrübesi ise adalet devleti olacaktır.”

 

"Devletin imanı adalettir. Adaletli devlet Mü'min devlet olur. Kim yönetirse yönetsin. İster gayri Müslim, ister Müslim yönetsin... Allah adaleti emreder. Dolayısıyla kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun. Yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun. O tali bir hadisedir. Bir numaralı emir, yöneticinin adil olmasıdır."
 
“Bizler aşağıda imzası bulunan İslami duyarlılık sahibi kuruluşlar olarak, bu süreci aktif biçimde izliyor ve değerlendiriyoruz. Sistemin anayasal ya da yasal mevzuattan öte adalet eksenli köklü bir inşa sürecine ihtiyacı olduğunu biliyoruz. Bu temel mantıktan hareketle Anayasa'nın çerçevesi hazırlanırken aşağıdaki hususların başta Meclis ve Hükümet olmak üzere tüm kurumlar ve kesimlerce göz önünde bulundurulması gerektiğini ifade ediyoruz.”
 
Alıntılardan ilki Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun geçenlerde Star Gazetesi’ne verdiği mülakattan, ikincisi İhsan Eliaçık’ın “Ortak İyinin İktidarı: Adalet Devleti” kitabından, üçüncüsü Mustafa İslamoğlu'nun "Adalet Mülkün Telelidir" başlıklı hutbesinden, sonuncusu ise anayasa değişikliği paketiyle ilgili ortak tavır belirleyen İslami hassasiyet sahibi çeşitli kuruluşların konuyla ilgili kamuoyuna deklare ettiği bildirisinden… 

 

Adalet kavramının merkezde olduğu bu tür siyasal söylemler son dönemde daha da sıkça karşımıza çıkmaya başladı. Adaletin hakim kılınması, adil bir dünyanın kurulması, "adalet ortak paydası"nda buluşulması gibi söylemler giderek temel siyasal söylem haline gelmeye başladı.

 

Adalet kavramının gündeme daha sıkça gelmesi ve adil bir dünyanın kurulması talebinin yükselmesi tabii ki olumlu ve sevinilecek bir gelişmedir. Lakin, tüm dünyada yükselen bu arayış ve talebe İslam’ın çağrısıyla cevap vermek ve adil bir dünyanın ancak tevhid akidesine teslimiyet ve Allah'ın indirdiğiyle hükmetmekle mümkün olacağı hakikatinin şahitliğini yapmakla mükellef olan Müslümanların bunu yapmak yerine, soyut ve seküler adalet söylemine dahil olmaları kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.

 

Yazının başında paylaştığımız üç paragrafın ortak noktasını, tevhid (Yüce Allah’ın hükümranlığı) ön şartından bağımsızlaştırılmış bir adalet söylemi şeklinde özetlemek mümkün. İslami siyaset perspektifini çoktan terk etmiş ve “ortak iyi” kavramsallaştırmasıyla içi boşaltılıp sekülerleştirilmiş bir adalet anlayışını temel yaklaşım olarak belirlemiş bulunan İhsan Eliaçık ve “devlet dini”nin inşa ve ihyası için vücuda getirilmiş olan Diyanet kurumunun mevcut başkanı Ali Bardakoğlu açısından bu tür bir söylem yadırgatıcı görülmeyebilir. Oysa aynı şeyi, yayınladıkları bildiride adalet kavramını benzer bir çerçevede kullanmış bulunan İslami hassasiyet sahibi kuruluşlar için söylemek mümkün değildir.

 

Bildiride imzası bulunan kuruluşların, İhsan Eliaçık örneğinde olduğu gibi tevhid akidesinden bağımsızlaştırılıp sekülarize edilmiş bir adalet anlayışını savunacak noktada bulunmadıklarının farkındayız. Ne var ki, kamuoyuyla paylaşılan bildiriden alıntıladığımız cümle tam da bu tür bir yaklaşımı ifade etmektedir. Mevcut sistemin adalet ekseninde yeniden inşası iddiası başka nasıl anlaşılabilir ki? Dolayısıyla bizim eleştirimiz, karakolda doğru söylenip mahkemede şaşılmasınadır.

 

Tevhid, şirk, ilah, rabb, ibadet, din gibi temel İslami kavramlar çerçevesinde şekillenen İslami uyanış sürecinin hülasası olan kuruluşlar, anayasa gibi doğrudan sistemin makro işleyişi ve egemenlik ilişkilerinin söz konusu olduğu bir meselede yayınladıkları bildiride tevhidden ve şirkten bir kelime olsun söz etme gereği duymadan “sistemin adalet ekseninde köklü bir inşaya ihtiyacı olduğundan” söz ediyorlarsa birilerinin buna itiraz etmesi kadar doğal bir tepki olamaz. Meydanlardaki “Tevhid, Direniş, Adalet” sloganları, salonlarda yerini farklı söylemlere bırakıyorsa, burada bir problem var demektir ve bu problemin gündem edilmesi ve onarılması gerekmektedir.

 

Adalet, insanlığın ortak özlemi olsa bile ortak paydası değildir. Zira adaletin kaynağı ancak ve ancak yüce Allah, imkânı ve güvencesi de insanlar için bildirilmiş olan hayat kaynağı Rabbani hükümlerdir. Adaletin önkoşulu tevhid akidesidir. “Hüküm yalnız Allah’ındır” akidesine dayanmayan her türlü adalet söylem ve arayışı neticede bir aldanıştan başka bir şey değildir. Yeryüzünde adaletin hakim kılınması, insanların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeleri ve Allah’ın hükümranlığına boyun eğmeleri ön şartına bağlıdır. “İslam, insanların hangi rejimle yönetildiğiyle değil, adaletin sağlanıp sağlanmamasıyla ilgilenir” söylemi, adalet kavramını Allah’sızlaştırmak, anlamsızlaştırmak ve işlevleşsizleştirmekten başka bir anlam taşımaz.

 

Adaleti, insanlığın ortak paydası olarak kavramsallaştıran ve buradan yola çıkarak “din devleti”ne karşı “adalet devleti” şeklinde bir formülasyon ortaya atan İhsan Eliaçık’ın, bu tezine referans olarak ileri sürdüğü Menide Sözleşmesi’nin 42. maddesinde yer alan “taraflar arasında ortaya çıkacak anlaşmazlıkların Allah’a ve Rasulü’ne götürülmesi gerektiği” kaydı, yüce Allah’tan ve O’nun Rasulü aracılığıyla bildirdiği ölçülerden bağımsız bir adalet arayışının dayanaksızlığını göstermeye yeterlidir.

 

Bu dayanaksız, aldatıcı adalet kavrayış ve söyleminin, İslami hassasiyet sahibi çeşitli kuruluşların anayasa paketiyle ilgili bildirisinde de karşımıza çıkması düşündürücü olmuştur. Müslümanların, kamuoyu önünde verdikleri mesajlara azami dikkat etmek zorunluluğu vardır. Altına imza atılan her metin ve kamuoyuyla paylaşılan her söylem, bağlayıcılık vasfı kazanır. Kamuoyuyla paylaşılan söylemlere dikkat edilmediği takdirde, bu yazıda gündem etmeye çalıştığımız örnekte olduğu gibi, temel kavramlar konusunda bile İslami siyaset perspektifinin uzağına düşülmesi kaçınılmaz olur.