Şükrü HÜSEYİNOĞLU
TRİBÜNLERE OYNAMAK!
Futbol literatüründe tribünlere oynamak diye bir tabir var bilindiği gibi. Bu tabir, bir futbolcu veya takımın, oyunun gerektirdiği tarzda sonuca endeksli bir oyun yerine, tribünlerin beğenisini önceleyen, alkış toplamaya yönelik şov/gösteri eksenli oyun oynamasını ifade ediyor.
Tribünlere oynamak, oyuna bir estetik nitelik kazandırmış olmakla birlikte, oyundaki asıl gaye olan sonuç almayı, galibiyet elde etmek için gereken taktik ve stratejiyi uygulama esasını ikinci plana iten ve dolayısıyla oyundan asıl güdülen/güdülmesi gereken gayeden kişi veya takımı uzaklaştıran bir tercih olmaktadır.
Futbol ve profesyonel futbol konusunda Müslümanca bakış konusu ayrı bir bahis konusu. Sportif bir oyun olarak futbol ile bugün yeryüzünde kitlelerin mevcut tuğyani politik, ekonomik ve sosyal amaçlar doğrultusunda güdülenmesi ve yönlendirilmesinde en etkili enstrüman olan profesyonel futbol, malum olduğu üzere yüzde yüz ayrı mefhumlardır. Birincisinin meşru (şer’i ölçülere mutabık), ikicisinin ise gayri meşru (şer’i ölçülerle muhalif) olduğu açıktır.
Evet, tribünlere oynamak insanların hoşuna gitse de, esas gayeye zarar veren bir tercihtir. Kişi ve toplulukları esastan uzaklaştıran, anlık beğeniyi ve takdir edilme duygusunu tatmin etmekle birlikte yol almaktan, yol almanın gereklerini yapmaktan alıkoyan bir tarzdır.
Söz konusu etmeye çalıştığımız “tribünlere oynama” yaklaşım ve tarzının, son yıllarda İslami çaba ve çalışmalar alanında giderek yaygınlaşan bir tutum olduğunu düşünmekteyim. İşte bu makalede, çok mühim bir sorun olarak gördüğüm bu yaklaşım üzerinde durmaya çalışacağım, biiznillah.
Kaba bir jakoben laiklik deneme süreci olan 28 Şubat sonrası, AKP yönetimi ile anglo-sakson laisizmin yerleşik kılınması döneminde, İslami çaba ve çalışmaların mahiyetinde çok temel bir kırılmanın meydana geldiğini zaman zaman ifade etmeye çalışıyoruz.
28 Şubat öncesi ve sırasında olduğu gibi sonrasında da, olması gerektiği üzere, câhiliye düzeni ve tüm aktörlerinden akidevi teberri temelli, câhiliye ile uzlaşmazlık ilkesine sâdık ve İslam’ın iktidarı hedefinde sebatkâr İslami çalışmalar var olmakla birlikte, yaygın tutumun bu minvalde olmadığı acı bir gerçek olarak karşımızdadır.
İslami çaba ve çalışma adına tevhidi hedef ve ilkeler yerine, giderek sistem-içi bir konumlanmayla STK’laşma ve STK eksenli çalışmaların yaygınlaşması sorunu söz konusudur. Özellikle pıtırak gibi çoğalan yardım dernekleri, bu konuda ifade etmek istediğimizin somut göstergesi durumundadır.[1]
STK’laşma, mevcut câhili toplumsal/siyasal işleyişi akidevi temelde reddederek, onu inkılaba uğratıp yerine İslam’ın ölçü ve hükümlerinin egemen olduğu bir toplumsal/siyasal işleyiş vücuda getirmeye matuf İslami mücadele yerine, egemenlik iddiasını geri plana atıp veya ondan uzaklaşıp, câhili işleyiş içerisinde var olma ve faaliyet gösterme noktasında “hak arayışı”, dar anlamda dini eğitim-öğretim ve insani yardım faaliyetleri gibi alanlara çekilmeyi ifade eder. 28 Şubat süreci sonrası “İslami kesimlerde” yaygın tutum ve yönelim bu minvalde olmuştur.
İşte bu STK’laşma süreci, beraberinde tribünlere oynama sorununu da getirmiş bulunuyor. Maalesef İslam dâvâsının gereklerine mutabık çalışmalar yapmaktan ziyade, “bir şeyler yapıyor görünmek” tutumu baskın tutum haline gelmiş durumda. İhlas ve takva üzere Allah’ın rızasını gözeten ve bunun için de İslami mücadelenin esas ve usulünü (İslami mücadele fıkhını) temel alan çalışmalar yerine, “tabela çalışması” şeklinde tavsif edebileceğimiz “bir şeyler yapıldığının kamuoyuna gösterilmesi” eksenli çalışmalar yaygınlaşmaktadır.
Şunu da bir anektod olarak ifade edelim ki, STK’laşma dediğimiz tutum ve yönelim, vakıf veya dernek açıp açmamakla ilgili bir husus değildir. Vakıf veya dernek çalışması yapıp da sözünü ettiğimiz “STK’laşma” sorununa düçar olmayan, tevhidi yaklaşım ve konumunda sebatkâr olan çalışma çevrelerinden söz edebileceğimiz gibi, dernek ve vakıf çalışması yapmayıp da STK’laşma sorununa düçar olan çevrelerden de söz etmek mümkündür.
İslami Mücadelenin Niçin ve Nasıllığı
İslam, bizim tâbi olacağımız Rabbani ölçüler bütünüdür. Biz, İslam’ı doğru anlama, yaşama ve onu yeryüzünde egemen hayat nizamı kılma çabasıyla mükellefiz. İslam bireysel bir arınma ve kurtuluş öğretisi olmadığı, toplumsal/siyasal nitelikli bir egemenlik öğretisi olduğu için, her Müslüman doğal olarak İslami mücadelenin bir ferdi durumundadır, öyle olmak mecburiyetindedir.
İslami mücadelenin niçinliği ve nasıllığı ise, bu dinin sahibi, Âlemlerin Rabbi Allah’ın bize bildirdiği münzel hususlardır. Dolayısıyla bize düşen, her alanda olduğu gibi bu alanda da Rabbimizin bildirdiği ölçüleri kavramak ve onlara ittiba etmektir.
Rabbimiz, dinini tüm dinlere (hayat tarzları, sosyal/siyasal düzenlere) üstün kılmak üzere bildirdiğini beyan etmektedir:
“Müşrikler istemese de, o dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur.” (Tevbe, 9/33); “Elçisini hidayet ve hak din ile, onu bütün dinlere üstün kılmak için gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.” (Fetih, 48/28)
Demek ki İslam, başka dinlerin, hayat nizamlarının şemsiyesi altında yaşanacak bir din olmayıp, yegâne hak din / hayat nizamı olarak[2] yeryüzündeki bâtıl dinlere üstün gelmek ve egemen hayat nizamı olmak iddiasında bir dindir.
O halde İslami mücadele de, İslam’ın bu mahiyetine, iddiasına (dâvâsına) mutabık olmak durumundadır. Böylesine köklü ve ağır bir iddiaya taraf olmuş fert ve toplulukların, “bir şeyler yapıyor görünmek” ve dahası “bir şeyler yapıyor olmak” gibi bir yaklaşım zemininde faaliyet göstermesi doğru olabilir mi?
İslami mücadelenin niçinliği gibi nasıllığının da (esası gibi usulünün de) bizatihi dinin sahibi Rabbimiz tarafından bize bildirildiğini, talim edildiğini biliyoruz. Başta Alak, Müzzemmil, Müddessir, Kalem gibi ilk inen surelerdeki “akidevi emirler” olmak üzere, Kur’an’da “İslami mücadele fıkhı” bağlamında bizim için bağlayıcı ölçüler bildirilmiştir. Kur’an’daki Peygamber kıssaları da bize İslami mücadelenin niçin ve nasıllığını öğreten müşahhas örnekliklere tekabül etmektedir.
Söz konusu kıssalardan öğrendiğimiz üzere Peygamberlerin (a. s.), dâvet ve mücadeleleriyle fincancı katırlarını ürküten bir etki meydana getirmiş, câhiliye üzere süregelen işleyişleri temelden sarsmış olmaları bizim için önemli dersler içeren bir husustur. Onlar, dâvet ve mücadeleyi doğrudan doğruya bâtılı zail ve hakkı egemen kılmak zemininde yürütmüşlerdir. Nitekim Rabbimiz bu temel noktayı şu ayetlerde bize bildirmektedir:
“Hayır! Biz hakkı bâtılın üzerine atarız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsınız o yok olup gitmiştir. Nitelemelerinizden dolayı yazık size.” (Enbiya, 21/18); “De ki: Hak geldi bâtıl zail oldu. Şüphesiz bâtıl yok olucudur." (İsra, 17/81)
Peygamberlerin mücadele sünnetine baktığımızda, onların “bir şeyler yapıyor görünmek” veya “bir şeyler yapıyor olmak” için çaba göstermediklerini, bilakis İslam dâvâsının iddia ve hedeflerine mutabık, planlı-programlı, sistematik çabalar içerisine girdiklerini görürüz.
Enbiya 18. ayette de belirtildiği üzere, egemen ve cari câhiliyenin doğrudan beynini (paradigmasını ve işlerliğini) hedef aldıklarına, onun bâtıllığını ve yine Kitab-ı Kerimin’in ifadesiyle örümcek evi gibi zayıf oluşunu[3] ortaya koyup, fert ve toplumları yalnızca Allah’ın dinini egemenliğine dâvet ettiklerine tanıklık ederiz.
Peygamberlerin Hakkıyla Cihadı
Musa (a.s.)’ın “Firavun'a git. Çünkü o tuğyan etti. De ki: Arınmayı ve seni Rabbimin yoluna iletmemi ister misin? Böylece O’ndan haşyet duyarsın” (Nâziat, 79/17-19) emriyle, risaletine doğrudan Firavun’un sarayındaki dâvetiyle başladığı Mısır’daki mücadelesi ve Muhammed (a.s.)’ın doğrudan Mekke’deki câhili inanç ve egemenlik düzenini hedef alan dâvet ve mücadele süreci, konuyla ilgili ayrıntılı bilgilere sahip olduğumuz müşahhas örneklerdir.
Tarih boyunca Peygamberler ve onların izini takip eden toplulukların, az sayıdaki insan potansiyeliyle çok büyük dönüşümlere öncülük ettiklerini görmekteyiz. Toplumları tarafından yalanlanan ve dolayısıyla bir toplumsal/siyasal dönüşüm gerçekleştirme imkanı bulamayan Peygamberlerin dahi mevcut câhili işleyişleri temelden sarstığı bilinmektedir.
İşte bu durum, onların İslami mücadelenin niçin ve nasıllığına dair Rabbani ölçüler üzere hareket etmeleri ve bunda sebatkâr olmaları, dâvet ve mücadelenin hakkını veren planlı-programlı bir çaba içinde olmaları kaynaklıdır. Hac sûresi 78. ayette geçen “hakka cihadihi/hakkıyla cihad” vurgusu da bu hususa yapılan bir vurgu olsa gerektir.
Rabbimiz, müşrik Mekke eşrafının İslam dâveti karşısındaki şu tavrını bize bildirmektedir:
“Kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine hayret ettiler de, inkâr edenler dediler ki: "Bu yalancı bir büyücüdür. İlâhları tek bir ilâh mı yaptı? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir.” Onlardan ileri gelen grup ortaya atılıp (dediler ki): Yürüyün ve ilâhlarınız üzerinde kararlılık gösterin. Çünkü bu (bizden) istenen bir şeydir." (Sad, 4-6)
İlk dönemlerde inzal olan bu ayetler, Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki mü’minlerin dâvet ve mücadelesinin bâtıl inanç ve düzenlerini sarstığı Mekke egemenlerinin İslam dâvetinden duydukları rahatsızlığı ve tepkilerini ifade ediyor. Rasulullah ve arkadaşlarınca fincancı katırlarının nasıl da ürkütüldüğünü, ayetteki ifadelerden anlayabiliyoruz. Nitekim işin sonunda o câhili inançları ve düzenleri yerle yeksan olacaktı.
Şimdi, bir tarafa Rabbimizin Kitab-ı Keriminde İslami mücadelenin niçin ve nasıllığı konusundaki ölçülerini ve Peygamberler ile tarih boyu onların izlerini takip eden sâlihlerin yeryüzünde tuğyanı, müstekbirliği, münkeratı temelden sarsan dâvet ve mücadele süreçlerini, diğer tarafa da bugün İslam adına ortaya konan çabaları koyalım ve bir muhasebe yapalım.
Bugün niçin bizim çabalarımız küresel ve yerel bazda câhiliyeyi o çürük temellerinden sarsan bir etkiye yol açmıyor? Niçin yeryüzünde tuğyan, fısk-fücur, zulüm, sömürü bunca örgütlülüğe ve görünürlüğe sahip İslami çalışmalara karşın bırakalım sarsılmayı, gerileme dahi göstermiyor, bilakis her geçen gün ifsad edici etkisini artırarak daha da yaygınlaşıyor, yeryüzünün ve insan neslinin varoluşsal geleceğini dahi tehdit edecek boyutlara ulaşabiliyor?
Kanımca bu sorular tek bir etkenle cevaplanamayacak olsa da, mevcut İslami çalışmaların genellikle “hakka cihadihi” niteliği kazanamamış, başta da belirttiğimiz üzere “iş yapmış olmak” veya “iş yapmış görünmek” zemininde gerçekleşen, İslam dâvâsının büyüklüğü ve ağırlığıyla mutabık olmayan “tabela çalışmaları” mahiyetinde olması bu durumun yaşanmasında önemli bir etkendir.
Aslında hepimiz biliyoruz ki, İslami mücadelede netice almak Allah’ın yardımına mazhar olmaya bağlı bir husustur. Yani bizler Rabbimizin yardımını hak ettiğimizde, O’nun inayetiyle netice gerçekleşmiş olacaktır. Bize düşen, bu hak edişe mazhar olmaya gayret etmek, bunun için de Rabbimizin ölçüleri üzere yürüyüşümüzde sebatkâr olmaktır.
Yegâne hak din/hayat nizamı olan İslam’ın yeryüzünde egemen kılınması dâvâsını/iddiasını, ihlas ve takva üzere güçlü bir şekilde gündeme getirmek ve gündemde tutmak, bu dâvâ/iddia üzere câhili düzenlerden akidevi ve kurumsal teberri ve hicretimizi[4] gerçekleştirerek İslami toplumsallığı inşa çabasına yönelmek, İslami mücadelenin ana zeminini teşkil etmektedir.
Tribünlere oynamakla bir netice alınamadığı, bilakis bir arpa boyu yol gidilemediği ortadadır. Rabbimiz bize, yeryüzünde bâtılın her çeşidini ortadan kaldırarak Allah’ın ölçülerini egemen kılma iddiası temelli İslam dâvâsını bildirdiği gibi, bu büyük dâvânın nasıllığına dair ölçüleri de bildirmiş, Peygamberlerinin mücadele sünnetiyle de bize bu ölçüleri müşahhas örnekler olarak takdim etmiş bulunmaktadır.
Yapmamız gereken, durup bir muhasebe yapmak, İslami çalışmaları İslam dâvâsının büyüklüğü ve ağırlığıyla mutabık zeminine kavuşturmaya gayret etmektir.
[1] Konuyla ilgili “İslami Mücadeleden Bağımsız İnsani Yardım Sadra Şifa Değildir” başlıklı makalemin okunmasını tavsiye ederim: http://www.islamvehayat.com/islami-mucadeleden-bagimsiz-insani-yardim-sadra-sifa-degildir_d763.html
[2] “Hiç şüphesiz, Allah katında din İslam'dır...” (Âl-i İmran, 3/19)
[3] “Allah'tan başka veliler edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir, halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi.” (Ankebut, 29/41)
[4] Bkz: Müddessir, 74/5; Müzzemmil, 73/10
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Mayıs 2022 sayısında yayınlanmıştır.)