Şükrü HÜSEYİNOĞLU

11 Mayıs 2019

TÜM MESELE, “TEMEL KAYNAĞIN” NE OLDUĞU

“Selefiliğin Kur’ani Açıdan Değerlendirilmesi” ve sonrasında Selefiyye, Hurafelere Karşı Sahih İslam Söyleminde Ne Kadar Tutarlı?” başlıklı makalelerimizde Selefilik anlayışını tanımaya-anlamaya çalışmış ve bu anlayışa dair temel eleştirilerimizi ifade etmeye çalışmıştık. Konuyla ilgili bu son makalemizde inşallah şefaat, mehdi, nüzulü İsa (a.s.) ve kıyametin alametleri gibi konularda Selefiliğin hadis rivayetleri merkezli yaklaşımıyla, Kur’an merkezli yaklaşımı müzakere etmeye çalışacağız.

Bir önceki makalede, taklitçiliğin reddedilmesi ve ilme/delile tâbi olunmasını esas alması, bid’at ve hurafeler konusunda duyarlı olması gibi hususlardaki olumlu yaklaşımlarıyla birlikte Selefiyye’nin, “Selef’e tâbi olmak” adına edile-i şeriyyeyi ters yüz eden bir usül ortaya koyduğunu ifade etmeye çalışmıştık. O makalemizden iki paragrafı hatırlayacak olursak:

Aslında Müslümanların tarihinde yaşanan algı ve anlayış sorunlarının temelinde, edille-i şeriyye konusunda teoride genel kabul gören “Kitab-Sünnet-İcma-Kıyas” şeklindeki sıralamanın, pratikte ihlal ve hatta tersyüz edilmiş olması yatmaktadır diyebiliriz. Selefilik anlayışı bu konuda da Sünni ana akımdan ayrışan yaklaşımlara sahip olsa da, şer’i referans sıralamasının tersyüz edilmesi konusunda maalesef bir farklılık taşımamaktadır.

Bilindiği üzere Selefiliğin ana akım Sünnilikten bu noktada ayrıştığı iki husus; 1- Sünnet’i, Kitab’a râci ve tâbi ikinci kaynak olarak değil, onunla eşit ve dahası pratikte ona baskın bir “eşkaynak” olarak görmesi, 2- Kıyası bir istidlal yöntemi olarak kabul etmemesidir.

İşte Selefilik, Hz. Aişe, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin, Rasulullah (a.s.)’dan yapılan rivayetler karşısındaki tutumlarında çok açık şekilde görüldüğü üzere Sünnet’i ve dolayısıyla hadis rivayetlerini onlar gibi Kur’an’a râci ve tâbi olarak görmek yerine, Kur’an’dan bağımsız bir “eşkaynak” olarak görmesi ve pratikte bunun da ötesine geçip, rivayetleri Kur’an’a tâbi kılmak yerine, Kur’an ayetlerini rivayetlere tâbi kılan, rivayetleri esas alarak Kur’an ayetlerini onlara göre te’vil vetefsir eden bir yaklaşım sahibidir.

Kur’an merkezli yaklaşım sahipleri olarak bizler, “Kur’an bize yeter” sloganıyla, hak sözle bâtılı kastederek Kur’an’ın “tâbi olun/itaat edin”, “örnek alın” dediği Rasulullah (a.s.)’ın örnekliği demek olan Sünnet’i yok sayan “mealci” yaklaşım sahiplerinin “tek kaynak” yüzeyselliği karşısında “temel kaynak” vurgusunu yaptığımız gibi, Selefiliğin temel kaynak konusunda meydana getirdiği eksen kaymasına karşı da, temel kaynağın ancak ve ancak Rasulullah’ın da kendisine tâbi olmakla mükellef olduğu Allah’ın Kitabı olduğu gerçeğini ifade ederek, edile-i şeriyyeye sadakat çağrısı yapıyoruz.

Bağlamından Koparılıp Zulmedilen Ayetler

Rabbimiz Kitab-ı Keriminde tüm ilim sahibi olmayı, Kitab’ı bilmeyi (ilm-i hal düzeyinde Kitabullah’ın temel bilgisine sahip olmayı) şart kıldığı gibi[1], bir de ilimde derinleşenlerden (râsihun) söz eder.[2] İşte İslam toplumu Kitab’ın temel bilgisine sahip olan genel kitle ile, ilimde derinleşmiş, mütehassıslaşmış olan ilim adamlarından müteşekkil bir ilim toplumudur.  Ne var ki ilk örneği Bedevilerin ağırlıkta olduğu Hâricilerde görüldüğü üzere, İslam’ı anlamada ve İslam’ın güncelle bağını kurmada yüzeysel yaklaşımlara mahkûm olan akımlar Müslümanların tarihinde hep olagelmiştir.  Bu akımların tipik özelliği, kimi nasları bağlamından kopararak sloganik düzeyde bir söylem üretmek ve bu söylem üzerinden polemiklere girmektir.

“Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebut, 29/61), “Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'an'dan sonra hangi söze (hadise) inanacaklar?” (A’raf, 7/185) gibi ayet-i kerimeleri bağlamlarından kopararak “Kur’an bize yeter, ondan başka kaynak tanımayız” yüzeysellik ve slogancılığına yönelen mealci yaklaşımın bugün yaptığı tam da budur.

Bu yaklaşımı doğuran temel yanlış, Kur’an’ın herhangi bir bağlam olmaksızın sıfırdan bir dinî inşa için inzal olunan zamandan ve mekandan kopuk bir kitap olarak algılanmasıdır. Oysa Kur’an’ın, İbrahim ve İsmail (a.s.)’dan itibaren Mekke’de yerleşik olup, zamanla tahrife maruz kalmış bulunan bir dinî işleyiş ve pratik üzerine inzal olduğu açıktır. Namaz, hac, kurban gibi ibadetler formel planda biliniyor ve uygulanıyordu mesela. Kur’an vahyi, bu ibadetlerin gaye ve ekseninden saptırılan anlam ve mahiyetlerini yeniden tevhidî niteliklerine kavuşturmuş ve formel planda da ıslahatlar yapmıştır.

Dolayısıyla söz konusu işleyiş ve pratikle ve bu Kur’an vahyini düzlemde alıp onunla bu düzlemde büyük bir toplumsal/siyasal inkılabı gerçekleştirmiş olan Rasulullah (a.s.)’ın örneklik ve öğreticiliğiyle[3](Sünnetiyle) bağı koparılmış bir Kur’an okuması, hayatla, pratikle bağı koparılmış, bağlamından mahrum bırakılmış ve dolayısıyla keyfi yorumlamalara açık hale getirilmiş yüzeysel bir okuma olmaya mahkûmdur.

Nitekim mealci yaklaşımın namaz ve başörtüsü gibi İslami şiarlar konusunda ilgili kelime ve kavramlar üzerinde tamamen keyfi yorumlar yaparak ortaya koyduğu yaklaşımlar, inzal ortamı ve Rasul’ün (a.s.) bize kadar yaşanan ve yaşayan Sünnet’le mütevatiren gelmiş olan örnekliği bağlamını yok sayan bir yönelimin, nasıl bir yıkıcılığa dönüştüğünü göstermektedir.

Oysa Kur’an’ı, furkan ve hakem olarak temel kaynak edinmek; bizi bir taraftan tarihsel sürecin hurafe ve bid’atlarından ve bu arada o süreçte Rasulullah (a.s.) adına üretilmiş olan Kur’an’a muhalif haberlerden sâlim kılarken, diğer taraftan da Rasulullah (a.s.)’ın yaşayan mütevatir Sünnet’i başta olmak üzere yine bizatihi Kur’an’ın refere ettiği, O’nun örneklik ve öğreticiliğine dair Kur’an’a mutabık sahih haberlerden ve Ümmetin 14 asırlık süreçte nice gayret ve çilelerle ürettiği zengin bilgi birikiminden mahrum kalmaktan da sâlim kılar.

Rivayet düşmanlığı ile rivayet perestlik ve ulema düşmanlığı ile ulema perestlik şeklinde ifade edebileceğimiz iki uç yaklaşımın Müslümanların enerjisini tüketmesi ve bizi bir kısır döngüye mahkûm etmesine de ancak bu şekilde, Kur’an’ı temel kaynak edinerek, onun üstünde bir kaynak, onun sözü üstünde bir söz ve onun hükmü üstünde bir hüküm tanımayarak direnebiliriz.

Şefaat İnancı Üzerinden Bir “Temel Kaynak” Karşılaştırması

Rabbimiz tarih boyunca, çoğu defa birbirine karıştırılan hakla bâtılın arasını açmak üzere, çeşitli dönemlerde insanlar arasından elçiler seçmiş ve onlara insanların tâbi olmaları gereken ölçüleri vahy etmiştir. Muhammed (a.s.), hidayet önderi olarak seçilen son elçi, ona bildirilen Kuran vahyi de vahiy halkasının son temsilcisi olmuştur.

Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil, tüm benlikleriyle, Âlemlerin Rabbi’nin insanlığın kendisine tutunup aydınlığa kavuşmaları için inzal ettiği hablullah olan Kur’an’a yönelmiş, duygu, düşünce, eylem ve topyekün şahsiyetlerini onunla inşa etmişlerdir. Rasulullah (a.s.), kendisine vahyolunan Kitab-ı Kerim’e tâbi olmakla mükellefti ve bu mükellefiyeti en güzel şekilde yerine getirerek Kur’an’ı ahlak edinmenin, Kur’an’ı ete kemiğe büründürmenin örnekliğini yapmış ve bizim için kıyamete kadar geçerli olacak bir örnekliği (Sünnet) bırakmıştır. Bütün mesele, Kur’an-Sünnet bütünlüğünü doğru kavramak, Kur’an’ı ve Sünnet’i Rabbimizin konumlandırdığı şekilde konumlandırmak ve İslam’ı bu özgünlük ve bütünlüğünde anlayıp yaşayabilmektir.

“İman nedir, Kitab nedir bilmez bir halde iken, risaletle Kur’an vahyiyle muhatap kılınan”[4] Rasulullah (a.s.)’ın, Kitabullah’a aykırı bir söz söylemesi, Rabbimiz kendisine bir hususu beyan etmişken, O’nun insanlara o hususta başka bir şey söylemesi tabii ki mümkün değildir. O (a.s.), Kitabullah’ı rehber edinmiş, onunla konuşmuş, onunla yaşamış, onunla insanları davet etmiş, onunla toplumu inşa etmiş, onunla İslam devletini kurmuş ve yönetmiştir.[5]

Şefaat konusuyla örneklendirecek olursak, mevcut hadis kaynaklarındaki kimi hadis rivayetlerinin, sözünü ettiğimiz Kur’an-Sünnet bütünlüğü ve Kur’an’ın ve Sünnet’in konumuyla ciddi anlamda çelişen içeriklere sahip olduğunu ifade etmek durumundayız. Bu da bize, gerek Ümeyyeoğlulları’nın iktidarı gasbıyla yeniden canlanan cahiliye dönemi artıklarının, gerekse Yahudi ve Hıristiyanlar gibi muharref kültürlerin temsilcilerinin kendi bâtıl inançlarını Müslümanlar arasında yaymak gayesiyle hadis uydurma yoluna gittiği gerçeğini hatırlatmaktadır.

Eldeki mevcut hadis malzemesi de, hadis âlimlerinin bu konuda ciddi çalışmalar yapmakla birlikte, ne yazık ki sened tenkidi konusunda gösterdikleri titizliği metin tenkidi alanında göstermemeleri sebebiyle söz konusu kültürlere ait çeşitli inanışların hadis rivayeti adı altında Müslümanların gündemine taşınmış olduğunu gösteriyor.

Kur’an’dan öğreniyoruz ki, geçmiş ümmetleri dinleri konusunda laubali ve duyarsız kılan temel etken, iman-amel bütünlüğünü parçalayan, nasıl bir hayat yaşarlarsa yaşasınlar cennete gideceklerine veya ateşin kendilerine ancak az bir süre dokunacağına inanmış olmalarıydı. Bu tür yanlış ve Kur’an’ın tabiriyle kendilerinin uydurduğu inanışlar, onları Allah’ın dinine ciddiyetle sarılmaktan alıkoymuş, laubaliliğe ve dinin hükümlerini hayattan uzaklaştırmaya sürüklemiştir.[6]

Rabbimiz, cennet nimetini elde etmenin insanlarca üretilmiş kimi kuruntulara(emaniyye) değil, ölçülere (iman edip sâlih amel işlemeye) bağlı olduğunu vurgulamaktadır: 

“İman edip sâlih amellerde bulunanlar, biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah'ın gerçek olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır? Ne sizin kuruntularınızla, ne de Kitap Ehlinin kuruntularıyla değil. Kim kötülük yaparsa, onunla ceza görür; o, Allah'tan başka bir veli ve bir yardımcı bulamaz. Erkek olsun kadın olsun, iman etmiş olarak kim sâlih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (Nisâ, 4/122-124)

Maalesef Müslümanların tarihinde üretilmiş olan kuruntulardan (ümniyelerden) biri ve en etkili olanlardan biri de mevcut şefaat inancıdır. Bu inanç, Kur’an’da iman ve sâlih amel şartına bağlanan cennet nimetini, Rasulullah’ın (a.s.) ve diğer “şefaatçilerin” şefaatiyle mümkün hale getirmekte ve tıpkı Âl-i İmran 23-24. ayetlerde Yahudi ve Hıristiyanlar için bildirildiği üzere insanalrın dinde yanılgıya düşmelerine ve laubaliliğe sürüklenmelerine yol açmaktadır.

Kur’an çerçevesinde ele alındığında, iltimas anlamında bir şefaatin kesinlikle merdud kabul edildiği görülür. Bu konudaki ayetler gayet açıktır ve kapsamları da geneldir. Şefaati Allah’ın iznine bağlayan ayetler ise, Zümer 44. ayette[7] bildirilen ve Mekke müşriklerinin zihinlerindeki şefaat inancını yıkan “Şefaatin tümünün Allah’a ait” olduğu ilkesinin birer hatırlatıcısı ve Kur’an’da şefaat kelimesinin iltimas anlamının yanında kullanıldığı ikinci anlam olan “insanların birbirleri hakkında hesap günü yapacağı doğru şahitlik” konusuyla ilgilidir.

Evet, şefaat meselesini doğru anlamak için, öncelikle Kur’an’da iki tür şefaat kavramının söz konusu edildiğini bilmek gerekir. Bunlardan birincisi; Bakara 254, Bakara 48 ve 123, En’am 51, En’am 70, İbrahim 31, İnfitar 19 gibi ayetlerde söz konusu edilen ve kesin olarak reddedilen iltimas anlamında şefaat kavramı, ikincisi ise; Sebe’ 23, Nebe' 37-38, Zuhruf 86 gibi ayetlerde söz konusu edilen ve hesap günü birinin bir başkası hakkında doğru şahitlik yapması anlamındaki şefaat kavramıdır.

Nitekim Nebe' Suresi 37-38, Zuhruf Suresi 86 ve Sebe' Suresi 23 gibi ayet-i kerimelere dikkat edildiğinde Ku’ran’da hesap günü Allah’ın iznine bağlı olarak söz konusu olacak olan şefaatin “doğru şahitlik” anlamına geldiği kolaylıkla anlaşılmaktadır:

“Allah’tan başka yalvardıkları şeyler şefaat (yetkisin)e sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahidlik edenler (bildiklerini doğru anlatanlar) bunun dışındadır.” (Zuhruf, 43/86)

“O'nun katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kalplerinden korku giderilince (birbirlerine:) 'Rabbiniz ne buyurdu?' derler, 'Hak olanı' derler. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (Sebe', 34/23)

"...Onlar O'nun huzurunda konuşmaya güç yetiremez. O gün ruh ve melekler sıra sıra durular. Ancak Rahman olan Allah'ın kendisine izin verdiği konuşabilir. O da doğruyu söyler." (Nebe', 78/37-38)

Hesap günü, iltimas anlamında bir şefaate ise asla yer olmadığı da Kitabullah’ta açık olarak bildirilmiştir. İşte konuyla ilgili, hiçbir şekilde farklı anlaşılmaya açık olmayan ayet-i kerimeler:

“Ve hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının.” (Bakara, 2/48)

 “Ey iman edenler, hiç bir alış-verişin, hiç bir dostluğun ve hiç bir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Kâfirler... Onlar zulmedenlerdir.” (Bakara, 2/254)

“Rablerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an'la) uyarıp-korkut; onların ondan başka ne velileri vardır ne şefaatçileri. Umulur ki korkup-sakınırlar.” (En’am, 6/51)

“Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur'an'la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; Allah'tan başka ne bir velisi, ne bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır.” (En’am, 6/70)

“Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. Sizin O'nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?” (Secde, 32/4)

“İman eden kullarıma söyle: Namazı ikame etsinler, ne alışverişin, ne de dostluğun olmadığı bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarf etsinler.” (İbrahim, 14/31)

“Ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? Ve yine cezâ gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün buyruk, yalnız Allah'ındır.” (İnfitar, 82 /17-19)

Görüldüğü üzere Kur’an’da Rabbimiz, cehennem azabından kurtulmayı ve cennet nimetini elde etmeyi insanın iman ve amellerine bağlamıştır. Kısacası cennet bir hak ediştir. Nitekim Kur’an’da konuyla ilgili ayetlerde sıkça “yeksibun” ve ya’melun” ifadelerinin geçmesi by gerçeğin ifadesidir. İnsan kendi elleriyle kazandıkları ve yapıp-ettikleriyle ya cenneti kazanmakta, ya da cehenneme müstahak olmaktadır.

Şimdi bu Kur’ani bağlamda bir ayet ve hadis rivayetini birlikte değerlendirmeye çalışalım. Bakalım bu ayet ve hadis rivayetini telif edebilmek mümkün mü?

Rabbimiz Nisâ 31. ayet-i kerimede[8] şöyle buyurmaktadır:

“Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi değerli bir yere (cennete) dahil ederiz.” (Nisâ, 4/31)

Şefaat inancı konusunda çokça dile getirilen, eserlerde yer verilen bir hadis rivayetinde ise şöyle denmektedir:

"Şefaatim ümmetimden büyük günah sahipleri içindir." (Ebu Davud, Sünnet, 23; Tirmizi, Kıyame, 11)

 Görüldüğü üzere ayet-i kerimede Rabbimiz, cennet nimetini elde etmek için olmazsa olmaz bir şart olarak büyük günahlardan kaçınmayı vurgularken, hadis rivayetinde ise büyük günah işleyenlere şefaatle kurtulma ümidi verilmektedir. Burada ayet-i kerime ile hadis rivayeti arasında hiçbir şekilde telif edilemeyecek bir çelişki söz konusudur. İşte Kur’an’ı Rabbimizin konumlandırdığı üzere temel kaynak olarak konumlandırmak, bu gibi durumlarda Furkan ve hakem olan Kur’an’ın hükmünü alarak, onunla çelişen rivayeti tıpkı Hz. Aişe validemiz, Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi öncü sahabilerin yaptığı gibi kabul etmemeyi gerektirir.

Bu konuda şu ayet-i kerimeyi de hatırlamak gerekir:

“Hakkında azab sözü hak olmuş olanı, ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?” (Zümer, 39/19)

Konuyla ilgili bir başka hadis rivayeti de şudur ki, bu rivayetin Kitabullah’ın öğretileriyle tamamen mutabık olduğu âşikardır:

"Kızım Fatıma, babam peygamber diye güvenme. Rabbine karşı kulluk vazifeni yap, şayet (sâlih amellerinle) Allah'tan nefsini satın almazsan, vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam." (Buhari, Vesâyâ 11; Müslim, İman, 348-352)

Her konuda olduğu gibi, hadis rivayetleri konusunda da Kitabullah’ı hakem kıldığımızda hiçbir mesele kalmamakta, böylece toptan kabul veya toptan red gibi çıkmazlar yerine, Kur’an’ın yol göstericiliğinde sahih geleneğimizi muharref tortulardan arındırmak mümkün olmaktadır.

(Bu üçüncü makalede konunun uzaması sebebiyle yer veremediğimiz kıyamet alametleri, nüzul-ü İsa (a.s.) ve mehdi konularında hadis rivayetlerini merkeze alan Selefi yaklaşımla, Kur’an’ı merkeze alan yaklaşımı müzakere etmeyi inşallah dördüncü ve konuyla ilgili son makalemize bırakıyoruz.)


[1] Bkz: İsra, 17/36; Bakara, 2/78, 121 vb

[2] Bkz: Âl-i İmran, 3/7; Nisâ, 4/162

[3] Bkz: Ahzab, 33/21, Bakara, 2/151, Cuma, 62/2 vb

[4] “Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediğimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen doğru yola iletiyorsun.” (Şûrâ, 42/52)

[5] “Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. Hainlerin savunucusu olma.” (Nisâ, 4/105)

[6] “Kendilerine Kitab'dan bir pay verilenleri görmedin mi! Aralarında hüküm vermesi üzere Allah'ın Kitab'ına çağrılıyorlar, sonra içlerinden bir topluluk yüz çeviriyor. Onlar zaten sürekli yüz çeviricidirler. Bu, onların: ‘Ateş bize sayılı günlerin dışında dokunmayacaktır’ demeleri yüzündendir. Uydurmakta oldukları şeyler onlar dinleri hakkında yanılgıya düşürmüştür.” (Âl-i İmran, 3/23-24)

[7] “De ki: Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döndürülürsünüz.” (Zümer, 39/44)

[8] Ayrıca bkz: Necm, 53/32