Şükrü HÜSEYİNOĞLU

12 Şubat 2011

TUNUS VE MISIR DENKLEMİ

Türkiye Müslümanları arasında, Tunus’ta ve ardından Mısır’da birbiri ardına patlak veren toplumsal olaylar ve bu olayların muhtemel sonuçları üzerinde birbirinden çok farklı yorumlar yapılmakta olduğunu görüyoruz. Bu yorum farklılıklarında, İslam-siyaset ilişkisi ve çağdaş kavram ve düzenler konusunda bir süredir iyice belirginleşen yaklaşım farklarının etkili olduğu müşahade edilmekte.

 

Kısacası herkes olayları, kendi durduğu yerden anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor ki, bu da kendi başına yadırganacak bir durum değil. Fakat hadiseleri sahip olunan bakış açısına göre anlamaya ve yorumlamaya çalışmakla, subjektif kurgularla değerlendirmek apayrı şeyler olsa gerektir. 

 

Yaşanan süreçlerle ilgili şu iki yaklaşımın öne çıktığı görülüyor:

 

1 - Tunus ve Mısır’da yaşanan isyanlar ve ardından gelişmesi muhtemel süreçlerin, İslami mücadele açısından önemli bir aşama olduğunu ve Müslümanlar açısından tamamen olumlu sonuçlar doğuracağını düşünenler. Ki bu yaklaşım sahipleri, Tunus ve Mısır’daki “İslamcı güçlerin” gelişen yeni süreçte mevcut ulusal-laik sistemler içerisinde siyasi rol alacaklarını varsaymakta ve süreci tamamen olumlayan yorumlarını bu varsayım üzerine bina etmektedirler.

 

Bu konuda daha da ileri gidip, bölgede yaşananların ve bu süreçte En Nahda ve İhvan’ın “Türkiye modeli” ekseninde ortaya koyduğu çizginin Müslümanlar açısından bir zihniyet devrimine yol açacağını, ufuk açıcı ve öğretici sonuçlar doğuracağını düşünenler de var.

 

2- Firavun rejimlerine başkaldırı eylemlerini takdir etmekle birlikte, bu eylemlerin neticesinde bölgede oluşacak yeni statükonun tıpkı Türkiye örneğinde olduğu gibi despotik laisizm yerine demokratik bir laikliği kurumsallaştıracağı ve bunun da bölge Müslümanlarının “İslamcı güçler” eliyle sekülerleştirilmesi sonucunu doğuracağını düşünenler.

 

Söz konusu coğrafyalardaki halk isyanlarında rol alan toplumsal kesimler arasında hedef birliği olmadığı gibi, isyanlarda rol oynayan “İslamcı güçler”in de İslami iktidar vizyonu ortaya koymak şöyle dursun, sistem içi değişim hedefine vurgu yapmaları ve sık sık “Türkiye modeli”ni gündeme getiriyor olmaları, bu düşünce sahiplerinin temel gerekçelerini teşkil ediyor.

 

Şahsen bu iki bakış açısının da çok iddialı ve aceleci olduğunu düşünüyorum. Bölgede yaşaşnan gelişmelerin muhtemel neticeleri konusundaki riskleri tamamen görmezden gelerek, ayakları yere basmayan bir pembe tablo çizmenin de, buna karşılık peşinen olumsuz tablolar çizip sürecin jakoben politikalar yerine Türkiye’de olduğu gibi “gönüllü sekülerleşme” yönünde gelişeceğini söylemenin de henüz çok erken olduğunu, ancak bu konuda bu tür ihtimallerden söz etmenin doğru olacağını düşünüyorum.

 

Açıkçası her iki yaklaşımı da aceleci ve çok iddialı bulmakla birlikte, ikincisinin ilkine göre daha somut göstergelere dayandığını, daha güçlü referanslara sahip olduğunu söylemekte fayda görüyorum. Ki bu yaklaşım sahiplerinin yukarıda dile getirmeye çalıştığım gerekçeleri yabana atılacak cinsten değil.

 

Gelişmelere ve muhtemel sonuçlarına pembe gözlüklerle bakmayı yeğleyenlerin gerekçeleri ise somut ve objektif verilerden ziyade “iyimserlik” ve “En Nahda ve İhvan’a güven” gibi daha subjektif ölçütlerden oluşuyor. Toplumsal süreçleri olduğu gibi değil de, olması arzulanan biçimde algılamak ve zihinsel şablonları bu süreçlere giydirmeye kalkışmak bu tür yanılgılara yol açıyor diyebiliriz.

 

Öncelikle toplumsal hadiselerin, birçok değişkenin rol oynadığı dinamik süreçler olduğunu unutmamak gerekir. Bu tür gelişmelerin muhtemel sonuçları üzerinde analizler ve yorumlar yapmak tabii ki mümkündür fakat peşinen mutlak sonuçlara ulaşmak doğru olmasa gerektir. Neticeleri öngörmek adına kurulan denklem ne kadar sağlıklıysa analizin de o kadar sağlıklı olacağını söylemek mümkün olsa da, bu tür dinamik süreçlerde hiç kimsenin denklemi eksiksiz kurabileceğini düşünmüyorum. Ayrıca bugün kurulan denklemle ulaşılan sonucun, yarın denklemin değişmesiyle açık vereceği de hesaba katılmalıdır.

 

 

Mısır özelinde konuşacak olursak, Mübarek diktasına karşı isyanın ikinci haftasında, isyanda rol alan diğer siyasi gruplarla birlikte İhvan’ın da, Mübarek’in yönetimde kalma ısrarı karşısında 6 Şubat günü beklenmedik bir geri adım atarak müzakere masasına oturması, buna karşılık İhvan tabanının da içinde olduğu Tahrir direnişçilerinin bu müzakereler ve uzlaşma arayışlarını reddederek kararlı duruşlarını sürdürmesi bu açıdan çok anlamlıdır. İhvan’ın söz konusu müzakerelere katılan temsilcisi Abdulmunim Ebul Futuh’un müzakereler sonrası yaptığı açıklamada, "Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi yayınlayıp, Anayasanın 76 ve 77'inci maddelerinin değiştirilmesini, parlamentoyu feshetmesini, tüm siyasal mahkumların serbest bırakılmasını ve olağanüstü halin kaldırılmasını talep ettiklerini” söylemesi ibret vericiydi. Oysa Tahrir Meydanı’ndan yükselen ses, “Mübarek gitmeden asla” kararlılığını ortaya koyuyordu ve dün gerçekleşen bu netice Tahrir Meydanı’ndaki bu kararlılığın meyvesi olmuştur. Aynı durum Tunus’ta da gözlenmektedir. Tunus halkı, Bin Ali sonrası oluşturulan yönetime karşı da tepkilerini sürdürmektedir.  

 

Bu açıdan, Tunus’ta Raşid Gannuşi’nin, Mısır’da ise İhvan sözcülerinin Türkiye’deki “AKP modeli”ne öykünen açıklamalarda bulunmalarını, bu coğrafyalardaki toplumsal hareketlerin, Türkiye’de olduğu gibi despotizm yerine liberalizm ve kapitalizmle uyumlu, Batı işbirlikçisi bir “ılımlı İslam” modelini sonuç vereceğinin mutlak göstergeleri kabul etmek doğru değildir.

 

Her şeyden önce Türkiye örneğinde AKP’nin Batı icazetiyle iktidara gelmesi ve bu icazeti hep önemsemesi söz konusu iken, Kuzey Afrika’da gelişen süreçlerde ise Batıya rağmen ortaya çıkan ve kararlılıkla neticeler elde etmeyi başaran dinamik bir halk iradesi bulunmaktadır. Siyasi aktörlerin, bileğini bükemediklerini düşündükleri an dikta yönetimleriyle başlattıkları müzakere sürecini reddeden ve direnişten geri adım atmayan bir iradeden söz ediyoruz. Buna ek olarak, bugün her ne kadar “AKP modeli”nden söz ediyor ve bu sebeple de “sekülerleşme ve sekülerleştirme” riski sinyalleri veriyor olsalar da, İhvan ve En Nahda’nın geçmişten gelen İslami birikim ve aidiyet düzeyleri hesaba katılarak, en azından bu riskin mutlaka gerçekleşeceğini söylemekten imtina etmek gerekir. Bu iki köklü hareketin, İslam’ı salt “bireysel referans”a indirgeyen ve “Paranın dini imanı olmaz” diyecek kadar din ile hayatın bağını koparan bir zihniyetle aynı hedeflere yöneleceğini öngörmek bana çok gerçekçi gelmemektedir.

 

Neticede şunu söyleyebiliriz ki, İslami bir duyarlılıkla Tunus ve Mısır’da ortaya çıkan yeni durumu analiz etmeye ve anlamaya çalışmak takdire şayan bir çabadır, fakat şu aşamada ancak güçlü veya zayıf ihtimallerden söz etmek daha sağlıklı olacaktır. 

 

Tunus ve Mısır halkının kararlı direnişleri karşısında diktatörleriyle birlikte yenilgiye uğrayan ABD emperyalizmi tabii ki yeni duruma göre vaziyet almaya ve ortaya çıkan neticeyi kendi çıkarları istikametinde saptırmaya çalışacaktır. Despotizm yerine, Batı normlarına sâdık ve Batı işbirlikçisi “Türkiye modeli” bu coğrafyaya da dayatılmak istenecektir. Üstelik bölgedeki “İslamcı güçler”den de bu konuda ABD’yi cesaretlendirecek sinyaller gelmektedir. Dolayısıyla böyle bir risk söz konusudur. Fakat ABD emperyalizminin burada muzaffer değil mağlup taraf olduğunu düşündüğümüzde ve yukarıda dile getirmeye çalıştığımız denklemin tüm parçalarını (Tahrir Meydanı'nda toplanan Mısırlılarla yapılan söyleşilerde öne çıkan argümanların, emperyalizm ve siyonizmle işbirlikçiliğine, despotizme ve rejimin laik karakteri ve İslam düşmanlığına yönelik tepkiler olması, tek tek siyasi aktörler dışında, ayağa kalkan bölge halkının denklemde başlı başına bir aktör olarak yer alacağını gösteriyor) hesaba kattığımızda bunda başarılı olamayacağını söyleyebilmek de mümkündür.