Türkiye, evet nassla yönetilmektedir
Devlet evet, bir nassa göre yönetilmektedir fakat bu, Allah ve Rasulünün değil, kendisini Allah’ın konumuna yerleştirmeyi çok istemiş başka ilahların ve başka rasullerin naslarıdır…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, düğün değil bayram değilken, faiz oranlarının düşürülmesi bağlamında birdenbire ‘nass’a geçiş yapmıştır. Erdoğan daha önce de nass terimini İstanbul Sözleşmesi hakkında kullanmıştı. Demek ki dağarcığında nassla ilgili bir şeyler bulunmaktadır.
Bu bahsi değerlendirebilmek için öncelikle nass kelimesine açıklık getirmek, toplumda nasıl algılandığına da değinmek gerekmektedir. Toplumda nass kelimesi ekseriyetle ‘nâs’ ile karıştırılmaktadır. Nâs ‘insan’ın çoğuludur. İnsan (dolayısıyla nâs) kelimesinin kökü elif, nun ve sin harfleridir. Nass kelimesi ise nûn ve iki sad harfinden oluşmaktadır, sad harfi şeddelidir (en-Nassu). Türkçede ‘nas’ değil, iki s ile ‘nass’ olarak yazılması gerekmektedir.
Nass Allah’ın ve Rasulünün sözleri, bu sözlerdeki teşrîin ve dini bilginin temeli demektir. (DİA). Mecellede “Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur” diye bir ilke vardır. Bu demektir ki, hakkında nass yani bir ayet ya da Rasulullah’tan sahih bir söz bulunan bir konunun çözümü bellidir, ayrıca ulemanın görüş belirtmesine gerek kalmamıştır. Nass bağlayıcıdır. Nassa rağmen görüş belirtmek, Allah’a rağmen bir hüküm koymaya çalışmak gibi olur. Hakkında sübutu ve delaleti kati, açık bir nass bulunmayan konuda içtihat bir ihtiyaçtır.
Kısacası nass dinin, tevile imkân vermeyen, açık ve zahir hükümleridir. Haramlar ve helaller, eti yenen ve yenmeyen hayvanlar, haram ve helal yiyecekler, içki, kumar, zina, adam öldürme, namus iftirası gibi büyük günahları belirleyen nasstır. Nass daha ziyade bir fıkıh terimi olsa da, akide ve siyaset de nassa dayanır.
Cumhurbaşkanı faiz oranlarını düşük tutma yönünde bir iktisat politikası benimsemiş görünmekte ve bu politikaya itiraz edenlere de, “Bu görevde olduğum sürece faiz ve enflasyonla mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğim. Bu konuda nass ortada. Nass ortadayken sana, bana ne oluyor?” şeklinde adeta rest çekmektedir. Cumhurbaşkanı şunları da söylüyor: “Kurda yaşanan dalgalanmaları bu çerçevede değerlendirmemiz gerekiyor. Neymiş efendim, faizleri düşürüyormuşuz. Benden başka bir şey beklemeyin. Bir Müslüman olarak nasslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim. Hüküm bu!”
Doğrusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklamaları pek çok kişiye şaşırtıcı gelmektedir. Erdoğan’ın şaka yapmış olması bir ihtimaldir fakat Devlet -hele de böyle çok önemli konularda- mizah yapmaz diye biliyoruz. Acaba nassın anlamını mı bilmiyor diye düşünsek, bu da ihtimal dışıdır çünkü hem nassın ne olduğunu bilecek bir kültürden gelmekte hem de bu kadar danışman ordusunun içinde bu hususta bilgisiz bırakılması mümkün görünmemektedir.
O halde geriye sadece bir ihtimal kalmaktadır: Cumhurbaşkanı “nass ne diyorsa o” derken -zahiren- bilinen anlamda konuşmaktadır. Yani faizi haram kılan Kur’an hükümlerine atıf yapmakta, bu açık nasslar varken faize karşı başka türlü muamele yapamayız demek istemektedir. İşte bu bakımdan şaşırtıcı, kelimenin tam anlamıyla ibretlik bir söz söylemiş olmaktadır.
Erdoğan’ın sözlerinden şu anlam çıkmaktadır: Demek ki kendi başkanlığındaki hükümet faiz konusunu (dolayısıyla bütün ekonomiyi) nassa göre çözmekte, nassa aykırı bir iş yapmamaktadır. Daha açık ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti devleti ekonomiyi İslam’ın hükümlerine göre yönetmektedir! Nassın ne dediği ise çok açıktır. Nass, Allah’ın faizi haram, alış-verişi helal kıldığını söylemektedir. Müminlere seslenerek, [mezarında çürümüş kemiklerden değil] Allah’tan korkmalarını ve gerçekten iman ediyorlarsa mevcut faiz alacaklarını terk etmelerini emretmekte, faize tamamen son verilmediği müddetçe Allah ve Rasulü tarafından açılan savaşa maruz kalınacağı bildirilmektedir. Rasulullah da Veda hutbesinde faizi -Allah’ın emrine uyarak- ayaklarının altına aldığını ilan etmiştir.
Faiz, ‘nass’ dediğimiz kavramı üretmiş olan Din’in nazarında tamamen haramdır. Fakat faizin sadece çoğu değil, azı da haramdır. Faizden birkaç puan düşürmekle hiçbir laik ve liberal sistem İslamî olmaz. Nasıl ki laik devlet alkollü sürücünün araba kullanmasını, uyuşturucu ticaretini yasaklamakla, adam öldürenleri bir süreliğine hapse atmakla vd. İslam devleti olmuyorsa, faiz oranını düşürmekle de gayri İslamîlik vasfı değişmez. Ülkede sıfır faiz sistemi uygulansa bile bu, Allah’a dayandırılmadığı sürece, sistem tâğût olma vasfından aklanmaz. Tamamen dine karşıt bir konumda kurulmuş, kurulurken de din adına ne varsa, tamamına ‘moloz’ muamelesi yapmış, İslam’ın en sıradan bir sözcüğüne bile tahammül edemeyen ve bunu da anayasayla güvence altına alan bir devleti yönetmekte olan şahsın ‘nass’tan bahsetmesi dünyanın en yakıcı çelişkilerinden biridir. Gerçi devlet evet, bir nassa göre yönetilmektedir fakat bu, Allah ve Rasulünün değil, kendisini Allah’ın konumuna yerleştirmeyi çok istemiş başka ilahların ve başka rasullerin naslarıdır. Bu rejim, İslam’la iltisaklı olan sabık düzenden tamamen ayrışıp, din dışı yepyeni bir yönetim kurmayı bayram olarak kutlamaktadır. Zafer, kurtuluş, hürriyet gibi sözcüklere bakmak bile bu gerçeği görmek için yeterlidir.
Allah’ın buyrukları, Rasulünün uygulaması olarak İslam’ın nassları neyi emrediyorsa, yeni rejimde onlar yasaklanmış, İslam neyi haram kılıyorsa onlar serbest bırakılmıştır; tıpkı Allah’la ilahlık yarışına giren, bu sebeple İbrahim (as)’la cedelleşen münkir gibi. Süregelen, Allah’ın indirdiklerine, Rasulullah’ın yaşadığı İslam’a açılan topyekûn savaşı ancak, bu rejimi nassla yönettiklerini iddia eden muhafazakâr demokratlar karartabilirdi, öyle de olmaktadır. Gerçekte ise devletin işleyişini İslam’ın herhangi bir nassına dayandırmak -niyet ve düşünce aşamasındayken bile- hem yasal/hukuki düzlemde hem de de facto olarak anında durdurulmaktadır.
Cumhurbaşkanının “nass ne diyorsa o” sözü ciddiyetten uzaktır. Çünkü öncelikle Allah faiz oranlarını indirin demiyor, faizin azı da çoğu da haramdır buyuruyor. Kaldı ki Allah faizi kesin olarak haram kılarken muhatap, İslam’a düşman muamelesi yapan laik-demokratik bir rejim değil, İslam ümmeti ve İslamî idaredir. Laik devletin faiz oranlarını düşürmesi veya yükseltmesi İslam’la, nassla alakalı bir icraat değildir. Allah katında ancak, faizi Allah haram kıldığı için haram saymanın ve o gerekçe ile faize savaş açmanın bir değeri vardır. Faizin yüzde hesaplarıyla faiz meselesi nassa tabi kılınmış olmaz.
İktibas olarak, ilk sayımızdan beri tekrarlamaktan hiç geri durmadığımız bir mesele vardır. İslam’ın toplumun dini haline gelmesi ve devletin İslam’a göre şekillendirilmesinin önündeki en büyük engellerden biri, Amerika ve batı Avrupa patentli İslamizasyon politikalarıdır. AKP’nin ‘kuruluş şartı’ da budur. Yirmi yıldır AKP iktidarı İslamizasyon işlevini mahirane yerine getirmektedir. Taksim ve Çamlıca camileri, Ayasofya’nın ibadete açılması gibi önemli projeler bu politikanın test sürüşleridir. Bundan sonra artık İslamizasyonun en büyük raconu hilafet tartışmalarını başlatmak olacaktır. Bu devran -sistemin temel dinamiklerinde bir arıza olmadan- böyle gittiği sürece hilafet söylemine geçmek çok uzak görünmemektedir.
2011’de “Paranın dini imanı olmaz” diyen bir Cumhurbaşkanının 2021 yılında faiz konusunda sözü nassa bağlaması başka türlü izah edilemez. Aslında laik bir ülkenin yöneticisi sadece paranın değil, siyasal ve kamusal hiçbir meselenin dininin-imanının olmadığını söylemekle mükelleftir. Siyasal ve kamusal alanın laiklik ilahına râm edildiği bir sistemde, “Allah yönetim işlerine karışamaz” modundaki kaptan köşkünde oturup, sonra da, faizi Allah’ın nassına göre indiriyoruz türküsü söylemek bir muhafazakâr demokrat kurnazlığıdır.
İslamizasyon söylemleri seçmen kitlesini mest etmektedir. Daha şimdiden birtakım ‘İslamcı’ çevreler -bir cehli mürekkep timsali olarak- faiz politikasının nassa dayandırılmasının erdemlerinden bahsetmeye başladılar bile. Mesele büyük oranda oy hesaplarıyla alakalı olduğu için, şeriat devletine gidiyoruz sanarak hafakanlar basması gereken muhalefet partileri de olayın üzerine gitmemektedirler. Çünkü iktidar partisinin popülist kurnazlıkla parsayı topladığını görmüş, Erdoğan’ın nass severliğinin ‘seçmene kadar’ olduğunu fark etmişlerdir. Öyleyse yoktan yere halkın gazabını celb etmenin ne gereği var? Bu yönüyle AKP rakiplerini de eğitip öğretmektedir.
EKONOMİK GELİŞMELERE DAİR
Son günlerde yaşanan ekonomik çalkantı, döviz kurlarının önce aşırı yükselmesi ve ardından ‘nass’lı bir müdahale sonucunda nispeten düşük seviyelere gerilemesi, hızla artan enflasyon ve özellikle gıda fiyatlarında yaşanan fahiş artışlar bu ülkede yaşayan herkesi yakından ilgilendirmektedir kuşkusuz.
Kovid-19 salgını ile birlikte tüm dünyada ekonomileri zorlayan, üretim bantlarını ciddi şekilde yavaşlatan, tedarik zincirlerini kıran dolayısıyla da artan emtia fiyatlarıyla birlikte dünya genelinde yükselen bir enflasyon grafiği ile karşı karşıyayız. Henüz tam bir ekonomik krize dönüşmemiş olsa da dünya ölçeğinde yaşanan bu sıkıntılar kalabalık insan kitlelerini olumsuz etkilemeye başlamış durumdadır.
Ekonomide gerçekte ne olduğunu, yaşanan gelişmelerin, bir yanda geniş halk kitlelerini olumsuz etkilerken öte yanda kapitalist sistemin görünen/gizli aktörlerinin korkunç miktarlarda artan servetlerini doğru analiz etmek ve sistemi temelden sorgulamak gerektiği aşikârdır. Zira sistemin çarkları her ne tarafa dönerse dönsün sonuçta hep bu görünen/gizli aktörler kazanmakta, sahip olduklarını artırmayı başarmaktadırlar. Bu durumun ciddi şekilde değerlendirmesi yapılmalı ve bize iktisat bilimi olarak sunulan şeyin gerçekle ve eşyanın tabiatıyla ne kadar örtüştüğü doğru anlaşılmaya çalışılmalıdır.
Hani ülkemizin güzide(!) iş insanlarının bir araya gelerek kurdukları bir dernek var ya, geçenlerde hükümetin faiz oranlarını düşürmesi sonucunda doların kontrolden çıkmasını bahane ederek peşinden bir açıklama yayınlamışlardı. Bu açıklamada “genel kabul görmüş iktisat bilimi kurallarına hızla dönülmeli” çağrısı yapılmıştı. Ne âlâ, ortada genel kabul görmüş iktisat bilimi kuralları var ve siz bunları uyguladığınız sürece zengin ile fakir arasındaki uçurum giderek artıyor, bankalar yaptıkları kârları artık koyacak yer bulamıyor, güzide(!) iş insanlarımız paralarını katladıkça katlıyor ve bu da bize eşyanın tabiatı, doğası olarak kabul etmemiz gereken bir durum şeklinde sunuluyor, hatta bilimsel gerçekler diye dayatılıyor.
Evet, iktisat/ekonomi diye bir şey vardır ve nasıl oluştuğu, işlediği konusunda bilimsel olarak araştırmalar yapılmaktadır ve yapılmalıdır da. Ancak modern şirk düzeninin her konuda olduğu gibi iktisat konusunda da eşyanın tabiatını, Sünnetullah’ı devreden çıkaran, hep kendine yontan haksızlık ve sömürüye dayalı şeytani yaklaşımı sayesinde, ortaya geniş kalabalıkların mağduriyetinin arttığı ve ‘mutlu’ azınlığın daha da ‘mutlu’ hale geldiği bir sonuç çıkmaktadır. Bunu yaparken sürekli yeni araçlar (aslında yeni değil sadece adı yeni) ortaya koymakta ve bu sayede küresel düzeyde çarkların daima kendi lehlerine dönmesini sağlamaktadırlar.
Günümüz iktisadı reel ve finans sektörü olarak bölünmüştür. Reel sektör her türlü tarımsal, imalat, hizmet, sanayi gibi insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamak üzere yürütülen faaliyetleri ifade ederken finans sektörü ise bu şeytani düzenin asıl aparatıdır. Genel anlamda finans kavramı bir işin yapılabilmesi için ihtiyaç duyulan sermayenin karşılanmasını ifade ediyor. Basit bir örnek verecek olursak; bir iş fikriniz var fakat bu fikri hayata geçirmeniz için ihtiyaç duyduğunuz sermayeye sahip değilseniz, başka birinin size ihtiyaç duyduğunuz sermayeyi temin etmesi, sizi finanse etmesi demektir.
Bu anlamda finans konusu hayatın bir gerçeği ve gerekliliğidir. Müslüman fertlerin ve toplumların da üretim yaparken ihtiyaç duyacakları sermayeye kavuşabilmeleri, bir başka deyişle finansmana erişebilmeleri gereklidir. Ancak buradaki asıl mesele finansmanın hangi şartlarda temin edileceğidir. Modern kapitalist sistem, kendisini kurgulayan şeytani aklın insanlık tarihi kadar eski bir numarasını bize bilimsel hakikat şeklinde sunmaktadır. İşte adı her ne olursa olsun, sonucunda finansmanı temin edenin, finanse ettiği kişi ya da kurumdan, verdiği borca karşılık faiz istemesi/alması bu sistemin kalbidir. Allah’ın yasak ettiği, iştigal edenlerin hesap günü şeytan çarpmış gibi uyanacaklarını, Allah’a ve Resulüne savaş ilan etmiş olacaklarını beyan ettiği ‘faiz’ problemin ta kendisidir.
Müslümanların entelektüel seviyede yüzleşmeleri gereken en temel ekonomik meselelerden biri, faizi doğru anlamak ve ihtiyaç duyanların finansmana faizsiz bir şekilde ulaşabilmelerini sağlamak konusunda araçlar ve çözüm önerileri üretmektir. Faiz konusunun Allah’ın emrettiği üzere hayatımızdan tamamen ve kesinlikle çıkarılması için meselenin teorisi üzerine ciddi biçimde kafa yorulmalıdır. Günümüzde ‘katılım bankaları’ adı altında güya faizsiz finans sistemi olarak işlediği iddia edilen yapılar aslında kapitalist sistemin dışında kalan inançlı grupları da sisteme bir şekilde dahil edebilmenin araçlarıdır. Tüm bu faizli/faizsiz(?) yapıların neyi nasıl yaptıkları, hangi ihtiyaca binaen ne tür ürün ve hizmetler ile çalışma prensipleri iyi anlaşılmalı ve detaylandırılmalıdır.
Son zamanlarda ortaya sıkça atılmaya başlanan “Allah’ın yasak ettiği ribadır, faiz değil” fitnesi de faize bir şekilde mesafeli olan Müslüman toplumların aklını karıştırmak ve bu düzeni yıkabilecek tek güç olan Müslümanların ayarlarını tamamen bozmaktır. Ne acıdır ki bu konuda kendisine Müslüman diyenlerin gayreti kâfirlerinkini bile gölgede bırakmaktadır.
Günümüz hakim ekonomi paradigması, ‘serbest piyasa’ adı verilen kapitalist ideolojiden oluşmaktadır. Kapitalist sistem çıkar odaklıdır ve bütün yapı bu merkez etrafında şekillendirilmiştir. İşin teorisyenleri ‘çıkar’ kavramını kutsallaştırmış, her türlü açıklamayı da buna göre oluşturmuşlardır. Çıkar odaklı ekonomi anlayışının sebep olduğu acılar ise bir tür “şeriatın kestiği parmak acımaz” yaklaşımıyla görmezden gelinir hale getirilmiştir. Bu acıları çeken kitleler ise eğlence endüstrisi tarafından kendilerine sunulan oyalayıcı araçlar marifetiyle uyuşturulmaktadır. Sosyal medya, televizyon, diziler, filmler, oyunlar, spor organizasyonları ve daha akla gelebilecek pek çok unsurla morfinlenmekte, bu sayede acılarını hissedemez hale getirilmektedirler.
İslam ise, çıkar odaklı bakış açısını kökten reddeder. Allah rızası için paylaşmayı, elindekinin bir kısmından -ihtiyaçtan fazlasından- vaz geçebilmeyi emreder. Mallar insan için bir imtihan aracıdır, kimi zaman artırılarak kimi zaman da eksiltilerek insanın her koşulda sahip olduğu tüm nimetleri kendisine sunan Rabbine eksiksiz bir teslimiyetle kul olmasını ister. Her neye sahipsek O’nun lütfu ve keremi iledir.
İnsanlık için tek kurtuluş yolu İslam’dır. Yaratanın, yarattıklarına neyin uygun olduğu, neyin de mahzurlu olduğunu açıkladığı zikri Müslümanlara yol göstermelidir. İslam dünyası silkinip kendine gelmeli ve yaşananların insanlığa izahı ve tek çarenin Allah’ın ipine sarılmak olduğunu güçlü bir şekilde dile getirmeleri gerekmektedir. Müslümanlar olarak çokça okumalı, araştırmalı ve siyaseti, ekonomisi, sosyolojisi, ilâ ahir tüm meseleleri vahye dayalı bir anlayışla kavramak ve sorunlara bu açıdan çözüm üretmek adına çalışmalıyız. Gayret bizden tevfik Allah’tandır.
İSRAİL’LE YENİ ADIMLAR!
1948’de kurulan Siyonist devleti ilk tanıyan ülkenin Türkiye olduğu akıllardan çıkmamaktadır. O günden bu yana, iki ülke arasındaki ilişkiler kimi zaman gerginleşse de genellikle sıkı bir şekilde devam etmiştir. Siyasi gerginlikler askeri ya da ticari ilişkilere yansımadığı gibi, siyasi sorunlar da, İsrail’in Filistin ve Gazze’ye yönelik saldırı, işgal ve ablukalarından kaynaklanmıştı.
29 Ocak 2009’da Davos’ta düzenlenen küresel buluşmada, dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile katıldığı bir oturumda, moderatörü “One minute” (bir dakika) diyerek durdurmuş ve Peres’e hitaben şu ifadeleri kullanmıştı:
“Sayın Peres benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak; bunu da böyle bilesin. Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz! Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde başbakanlık yapmış olan iki kişinin bana önemli lafları vardır. ‘Tankların üzerinde Filistin’e girdiğim zaman kendimi bir başka mutlu addediyorum’ diyen başbakanlarınız vardır. ‘Tankların üzerine çıkıp da Filistin’e girdiğim zaman kendimi mutlu addediyorum’ diyen başbakanlarınız olmuştur ve bana sayılar veriyorsunuz. İsim de veririm, merak edenleriniz vardır belki. Şu zulme alkış tutanları da ayrıca kınıyorum. Çünkü bu çocukları öldürenleri, bu insanları öldürenleri kalkıp da alkışlamak, öyle zannediyorum ki o da ayrı bir insanlık suçudur. Bakınız burada bir gerçeği bir kenara atamayız. Ben şurada çok not aldım ama bu notların hepsini cevaplayacak fırsatım yok. Fakat ben buradan sadece size iki söz söyleyeceğim.
Bir. Tevrat altıncı maddesinde der ki ‘Öldürmeyeceksin!’ (Yahudi inancının en kutsal metinlerinden biri olan On Emir’in 6. maddesini kastediyor.) Burada öldürme var. İki, bakın bu da çok enteresan, Gilard Azamonih, “İsrail barbarlığı zalimliğin de çok ötesinde bir şey”, bir yahudi. Bunun yanında İsrail ordusunda askerlik görevini yapan Oxford Üniversitesi uluslararası ilişkiler profesörü Avi Şalom, İngiliz gazetesi Guardian’da şunu söylüyor: ‘Haydut devlet vasfını kazandığını’ belirtiyor.” Oturumun moderatörü David Ignatius, Erdoğan’ın konuşmasına bu noktada müdahale etmişti.
Bu olaydan yaklaşık bir yıl sonra, 2010 yılı ocak ayında, yine iki devlet arasında “Alçak koltuk krizi” olarak adlandırılan bir kriz yaşanmış, İsrail Dışişleri Bakan yardımcısı, parlamentoya çağırdığı Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikkol ile görüşmesinden önce gazetecilere İbranice olarak, “Bizim yüksek, onun daha alçak bir koltukta oturduğuna dikkat çekerim” ifadesini vurgulaması, Ankara-Tel Aviv hattında gerginliğe neden olmuştu. Türkiye açıklamayı kınamakla yetinmişti.
Bu olayın ardından 31 Mayıs 2010’da, İsrail ablukası altındaki Gazze’ye yardım taşımak üzere İstanbul’dan yola çıkan Mavi Marmara gemisine çıkan İsrail askerleri tarafından 10 yolcu katledilirken, 60 kişi de yaralanmıştı.
Olayın ardından İsrail’le siyasi ilişkiler kesilmiş, Türkiye, ilişkilerin yeniden düzelebilmesi için 3 şart öne sürmüştü. Bu şartlar: Gazze ablukasının sona erdirilmesi, İsrail’in Mavi Marmara saldırısı için özür dilemesi, saldırıda hayatını kaybedenlere tazminat ödenmesi. Saldırıdan 3 yıl sonra İsrail Türkiye’den resmi olarak özür dilenmiş, 6 buçuk yıl sonra da 20 milyon dolar tazminatı ödemişti. Ancak Gazze ablukasında bilindiği gibi bugüne kadar herhangi bir değişiklik olmadı.
ABD’de Trump’ın ardından Biden dönemi başlarken, İsrail’de de Netanyahu dönemi kapanıp Bennett dönemi başlıyordu. ABD ve İsrail’de fikriyat olarak yeni dönemde bir değişim yaşanmasa da, bölgesel politikalarda değişiklikler başlıyordu. Ki bunun en belirgin örnekleri, Afganistan’dan asker çekilmesi, Suudi Arabistan’ı merkeze alan ABD politikasının değişimi, İsrail’in bölgedeki halkı müslüman ülkelerin devletleri ile kurduğu ilişkilerin ivme kazandırılması olarak kendini gösterdi.
Bu ivmelenmenin Türkiye’deki yansıması ise 2021 yılı Kasım ayında başladı ve Aralık ayında da devam etti. Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Herzog arasında ilk görüşme 2021’in Temmuz ayında yapılmıştı, İsrail’de Cumhurbaşkanı seçilen Herzog’u tebrik eden Erdoğan, Kasım ayının 18’inde ise yeni görüşme gerçekleştirmiş ve karşılıklı anlayışla görüş ayrılıklarının da asgariye inebileceğini vurgulamıştı.
Yine Kasım ayında, casusluk yaptıkları gerekçesiyle İstanbul’da tutuklanan İsrailli karı kocanın serbest bırakılması sonrasında İsrail Başbakanı Naftali Bennett’in Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayıp teşekkür ettiği bildirildi.
7-10 Aralık’ta Antalya’da düzenlenen Akdeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunması Sözleşmesi 22. Taraflar Konferansı (COP22)’na ise katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan olmuştu. Emine Erdoğan’ın konferans kapsamında, fikir alışverişinde bulunduğu bir toplantıya, Türkiye ve dünyadan üst düzey yetkililer katılırken, bunlar arasında İsrail Çevre Koruma Bakanlığı Daire Başkanı bayan Ayelet Rosen de bulunuyordu.
Hükümet yetkilileri de bu süreçte yaptıkları kimi açıklamalarda Türkiye’nin BAE ve Mısır ile başlayan ‘normalleşme’ sürecinin Ermenistan ve İsrail ile devam edeceğine dikkat çekerlerken esas buluşma Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hahamlar İttifakı’nı ağırlaması ile gerçekleşti.
10’dan fazla ülkeden hahamların katıldığı toplantıda, İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesi için yardım talebini vurgulayan Erdoğan ‘İsrail’le işbirliğine hazır’ olduklarını belirterek şöyle dedi: “Bizim İsrail hükümetine yönelik uyarılarımız, meselelere Ortadoğu’nun uzun vadeli barış ve istikrarı açısından yaklaşılmasını sağlamak içindir. Kudüs başta olmak üzere Filistin meselesinde atılacak adımlar, sadece Filistinlilerin değil İsrail’in de güvenlik ve istikrarına katkı yapacaktır. Gerek İsrail Cumhurbaşkanı Sayın Herzog gerekse Başbakan Sayın Bennett ile yeniden canlanan diyaloğumuzu bu bakımdan önemsiyorum. Filistin konusundaki görüş ayrılıklarımıza rağmen İsrail’le ekonomi, ticaret ve turizm alanındaki ilişkilerimiz, kendi mecrasında ilerlemektedir. İsrail’in barış çabaları bağlamında samimi ve yapıcı bir tutum sergilemesi, hiç kuşkusuz normalleşme sürecine katkıda bulunacaktır. Kudüs’te tüm inanç gruplarının hassasiyetlerini gözetecek bir çözüm bulunabileceğine inanıyorum. Türkiye-İsrail ilişkileri bölgemizin istikrarı ve güvenliği bakımından hayatidir. Bu konuda özellikle sizlerin desteğini önemsiyorum. İş birliğimizi geliştirmeye yüksek potansiyelimizi daha iyi değerlendirmeye hazırız. Temas ve diyaloğu sürdürmeye önem veriyorum. Zira bunun ortak menfaatimize olduğuna inanıyorum.”
Konuşmaların ardından Yahudilere özgü Arvit duası ile Seferad Yahudilerinin Osmanlı’ya okuduğu kutsama duası Külliye’de Erdoğan için okundu. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun ile Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın da hazır bulunduğu duada “Tanrı, yüce Devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Başkanı Ulu Efendimiz Erdoğan’ı korusun, boy verdirsin, yardım etsin, üstlere taşısın, şanını yüceltsin.” sözleri yer alıyordu.
Bugüne kadar yaşanan bu sürece bakarak, bundan sonrasının nasıl şekilleneceğini tahmin etmek zor değildir. Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından 1948’de başlayan sürecin bir devamı niteliğinde sayılabilecek bu gelişmeler, aslında iki ülke arasındaki ilişkilerin kısa dönemli değil, uzun dönemli olduğunun da işaretidir. One Minute, Mavi Marmara ya da Alçak koltuk olayları bu birlikteliği sarsacak çapta olaylar olarak değerlendirilmemelidir. Ancak, bu olayların Müslüman toplumlar nazarında, İsrail’e kafa tutma olarak değerlendirilerek, Türkiye ve lideri etrafında bir destek halesi oluşturmak üzere işe yaradığı da ortadadır.
Bugün İsrail’le iyi ilişkilerin ne kadar “hayati” olduğu vurgulanırken, 2010 yılından bu yana neden ilişkiler soğuk tutuluyordu da bugün böyle bir hareketlilik içine girildi sorusu merak uyandırıyor elbette. Bu sorunun yanıtının hem iç politikada hem dış politikada yattığını görmek için uzman olmaya gerek yoktur.
Gerek Ortadoğu’da gerek dünyada, Biden döneminde ABD politikalarındaki değişim, Türkiye ve İsrail’in de dahil olduğu bölge ülkelerini bu değişime ayak uydurmaya zorlamaktadır. Bunu gören Türkiye yapması gerekeni sessizce yapmaya başlamıştır. Bu konuda İsrail’in de aynı yaklaşım içerisinde olduğu bellidir. Bu yönden siyasi bir sorun yaşanmayacağını söylemek mümkündür.
Diğer yandan İsrail’le devam edecek bu yakınlaşmanın Türkiye’nin Müslüman kamuoyunun ikna edilmesi, AKP’nin 2023 seçimlerine hazırlanırken kan kaybetmeden bu süreci atlatması esas sorunu teşkil etmektedir. Bugüne kadar halkın sisteme entegrasyonunda çok verimli bir enstrüman görevi gören Ak Parti’nin İsrail’le ilişkilerde de bu başarıyı sürdüreceği beklenebilir. Çünkü parti tabanı bugüne kadar liderinin gösterdiği yöne gitmekte bir beis görmemiştir. Bunun, başta Ayasofya açılışı olmak üzere birçok örneği verilebilir. Yine de bu tabandaki daha İslamcı bir kesimin tepkisini seçimlerde göstermesi muhtemeldir.
Peki doğru yaklaşım ne olmalıdır? Seçimlerde tepki göstererek başka bir partiye mi yönelmek doğru bir çözümdür? Doğrusu, Allah’ın indirdikleri ile hükmetmekten yana olmak, bunun için her yönüyle ve var gücümüzle çalışmak, Allah’ın razı olmayacağı her tür yanlıştan uzak durmaktır. Sistemin kendi işleyiş tarzı içinde olumlu gördüğü adımların İslam’ın doğruları ile uyuşmadığı, Müslümanlara savaş açanlarla aynı masada oturup aynı hedefler için imza atmanın İslami bir duruş olmadığını bilmektir. Konuşmalarımızı, görüşümüzü, sisteme yaklaşımımızı da bu minvalde yeniden gözden geçirmektir.
İKTİBAS DERGİSİ (Ocak 2022 sayısı yorumu)