15-01-2008 19:37

Türkiye, Ortadoğu’da Batı’nın ‘anglo-sakson’ cebhesiyle birlikte..

Türkiye ise, jeo-politik ve stratejik konumunu itibariyle, AB’ye karşı, Batı’nın Anglo-sakson cebhesiyle daha sıkı gelişmelere girip, Batı içinde o cebhenin bölgesel kozu ve hattâ jandarması rolünde sahneye daha güçlü çıkıyor..

Türkiye, Ortadoğu’da Batı’nın ‘anglo-sakson’ cebhesiyle birlikte..

Selahaddin ÇAKIRGİL
 
Avrupa Birliği (AB)’nin Türkiye’yi bünyesine almaktan çekinmesini anlamak zor değil.. Çünkü, 75 milyonluk dev nüfusuyla Türkiye, AB içinde, Almanya’dan sonraki en büyük ülke olacak ve AB kararlarının oluşumunda da etkisini buna göre gösterecektir..

Ayrıca, başta Almanya olmak üzere hemen bütün AB ülkeleri, 45 yıl öncelerde, ‘misafir işçi’dirler, sonra gidecekler..’ hesabıyla aldıkları milyonların kalıcı olduğunu görüyorlar.
AB ülkelerinde, sadece Türkiye vatandaşlarının 4,5 milyonu bulduğu ve bunlardan 400 bin ailenin (her ailenin en az 3 -4 kişiden oluştuğunu kabul edersek, en azından, 1,5 milyon insanın) gayrimenkul/taşınmaz mülkler edindikleri; yani, bu ülkelerde artık kalıcı olduğu ve kendi ülkelerinde ise, neredeyse yabancı durumuna düştüğü gerçeği ortaya çıkıyor..
Ancak, temel mes’ele, bu büyük kitlenin ‘müslüman’ kimlikli olmasından kaynaklanıyor. Gerçi, bu kitlenin, ‘müslüman kimliği’ni temsil etme şuûrunda olup olmadıkları açısından da büyük bir problem vardır. Ama, her şeye rağmen, bu kitleler, hele de karşılaştıkları olumsuz muamelelerin sebebini, ‘müslüman’ olmalarına bağlamakta; yani kendilerini‚ nihaî tahlilde, ‘müslüman’ olarak nitelemektedirler, büyük çapta.. Hattâ ilginçtir, boyunlarında dışardan gözükecek şekilde, ‘haç’ kolyesi taşıyan Türkiye’den gitme suryanî hristiyanlar bile, yaşayış tarzları, örfleri ve tipleriyle, Ortadoğu’lu ve müslümanlarla birlikte sayılıyor!
Yani, Avrupa kültür ve uygarlığının, insan davranışlarını, ahlâk anlayışını ve insanî ilişkileri etkilemekte, günlük yaşayış tarzını etkilediği derecede başarılı olamadığı görülüyor.. Çünkü bu yabancı ‘kitle’ler, geldikleri medeniyet havzalarının insan ilişkilerinin genel çerçevesini, yine de korumaya çalışıyor ve kendilerinin dışlayıp, aslî kimliklerini yok etmeye çalışan bir dünyaya karşı, -çok şuûrlu olmasa bile,- fıtrî savunma reflekslerini harekete geçiriyorlar..
Bu da, AB’nin siyaset ve devlet adamlarına, sosyologlarına, ‘Bu kitleleri eritemeyeceğimiz, asimile edemeyeceğimiz anlaşılıyor.. Bu da, kendi bünyemiz içine yabancı unsurları katmak ve bugünün iş gücünü ihtiyacını karşılamak adına, yarınlardaki sosyal bünyemizi hastalıklı hale getirmek mânasındadır..’ endişesini veriyor. (Bu vesileyle belirtelim ki, Alman gazetelerinden Tageszeitung’un evvelki gün yazdığına göre, Baden Württemberg eyaletinde suçlu yabancı gençlerin toplandığı Leonberg-Seehaus kampında, bu gençlere zorla İncil okutuluyor, hristiyanlaştırılmaya çalışılıyor. Kamptaki sosyal pedagogların, ‘hristiyanlık kuralları ve değerlerinin tanıtıldığı’nı kabul ettikleri ve bu uygulamayı ülke çapına yaymak istedikleri ve yabancı gençlerin inanç açısından boş bırakılmamasın gerektiğini söyledikleri belirtilmekte..)
AB, kendi yarınlarına aid endişeleri dolayısiyle, kapılarını Türkiye’nin üyeliğine açmakta tereddüdlü davranıyor; asıl problem buradan kaynaklanıyor. Yoksa, Avrupa’lı karar merkezleri de gaayet iyi biliyorlar ki, Osmanlı’nın yaklaşık son 100 yılı ile T.C. dönemi, taa başından beri, aslî yönetici kadrolarıyla kendisini Batı’ya yamamıştır.. Üstelik, bu Batı’cı kadrolar Batı yaşayış tarzını benimsemeyi ve Batı’nın değerlerine tam bağlanıp onlara hizmet etmeyi ‘yüksek bir şeref’ saymaktadırlar. Kasım-2003 ortasında İstanbul’da meydana gelen patlamalar üzerine, Batı medyasında, ‘Türkiye’yi asla İslâm dünyasına bırakamayız’ diye yazıldığını da unutmayalım.. Yani, Türkiye kopmaya çalışsa bile, bu 200 yıllık bağlanışların kolayca koparılamıyacağı; ancak ‘halk inkılabı’ çapında bir büyük patlama beklediği ortada..
Buna rağmen, AB çevreleri, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin gerçekleşmesi halinde ortaya çıkacak durumu kaldıramıyacağını; 75 milyonluk kitlenin, 500 milyonluk AB’ye katılmasıyla Avrupa’nın ideolojik ve dinî dengelerinin alt-üst olacağını da asla gözardı etmiyorlar..
Bu durumda, en az 500 yıldır Avrupa’da etkili şekilde bulunan Türkiye de, Osmanlı’nın son yüzyılında, Batı’nın çeşitli güç merkezleri arasında bazen Almanya ile, bazen İngiltere ve Fransa ile; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Amerika ve Batı Avrupa ile, Rusya’ya ve Doğu Avrupa’daki komünist ‘Doğu Bloku’na karşı NATO içinde yer almak sûretiyle, ittifaklar oluşturma çaba ve geleneğini sürdürerek, Batı’ya indeksli siyasetini korumaya ve geliştirmeye özen gösteriyor..
İşte bu noktada, AB tarafından dışlanmaya çalışılan Türkiye de, AB’nin gelişim çizgisinde kara Avrupası ile Büyük Britanya adasındaki (United Kingdom/Birleşik Krallık) İngiltere arasında öteden beri var olan zıdlaşmalardan istifadeyle, Batı’nın anglo-sakson cebhesini teşkil eden İngiltere ve B. Amerika ile birlikte hareket etmeye ağırlık veriyor.. Bu siyaset, AB’nin gelişmesini kendi kontrolünde tutmak isteyen İngiltere+B. Amerika’nın da işine geliyor. AB de, böylece, Türkiye’nin müslüman coğrafyasıyla bir entegrasyona gitmeyeceğinden de emin olarak, Türkiye’ye karşı siyasetinde yine rahat..
*
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün geçen haftaki B. Amerika gezisini de bu çerçeve içinde ele almakta fayda vardır.. Görülüyor ki, bu gezi sıradan bir gezi olmaktan çıkıp, oldukça stratejik gelişmelere zemin oluşturmuşa benziyor. ‘Irak Petrolü’nün dünyaya Türkiye üzerinden ulaştırılacağı’ üzerine varılan anlaşma, gerçekte, bu çok büyük ve önemli estratejik enerji kaynağının ‘Amerika-Türkiye ortak işletmesi’ şekline dönüşmek eğilimini göstermektedir. Ki, bu işbirliğine, İngiltere’nin de katılacağı anlaşılıyor.. Yani, Irak’ın işgalinde Amerika ve İngiltere’yle işbirliği yapan AB ülkeleri, 1991’deki Irak-Amerika Savaşı sonrasında olduğu gibi yine dışlanmış bulunuyorlar. Türkiye ise, jeo-politik ve stratejik konumunu itibariyle, AB’ye karşı, Batı’nın Anglo-sakson cebhesiyle daha sıkı gelişmelere girip, Batı içinde o cebhenin bölgesel kozu ve hattâ jandarması rolünde sahneye daha güçlü çıkıyor..
Amerika, Irak’ın geleceğindeki muhtemel şekillenmeler içinde, enerji kaynakları üzerindeki hâkimiyetinin istikrarını ancak Türkiye’yle birlikte sağlayabileceğini anlamış olmalı.. Amerika’nın yıllardır beslediği PKK’yı satması veya kenara çekmesi, bunun içindir.. PKK veya Kuzey Irak’taki bölgesel Kürd yönetiminden sağlayabileceği ‘muhtemel menfaatler’le Türkiye’den elde ettiği ‘mevcud faydalar’ı, yan yana getirince; Amerika, Türkiye’yi tercih etmiştir.. Bunun elbette her iki tarafa yükleyeceği bir takım bedeller de olacaktır. En başta da, gelecekte, bu enerji kaynaklarının kontrol edilmesi için, Türkiye’nin askerî gücünün Irak’ta, Türkiye’nin menfaatlerinin korunması adına, jandarmalığa soyundurulması ihtimali de gözden ırak tutulmamalıdır. Keza, bu durum, Batı’nın ‘anglo-sakson’ cebhesinin müslüman coğrafyasının kalbinde daha uzun vâdeli yerleşmesine de hizmet edecektir..
Esasen, Bush da evvelki gün, Irak’ta kalıcı olduklarını bilhassa vurgulamıştır.. Bu da, tek başına bir ayrı ve ağır sorumluluğu yüklenmektir! 
 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !