30-03-2014 12:50

Ulu’l Emr, Allah’ın hükmüyle hükmedendir

Bir siyasi otorite veya yöneticinin “Ulu’l Emr” vasfı taşıyabilmesi için bu iki temel vasfa sahip olması gerekir. Kişi ise Müslüman, tüzel kişilik ise İslami olması (Allah’a itaat üzere bulunması) ve Allah’ın hükmüyle hükmetmesi. Bu iki sacayağından birinin eksik olması durumunda, Müslümanların itaat etmesi gereken bir “Ulu’l emr”den söz etmek imkansız hale gelir.

Ulu’l Emr, Allah’ın hükmüyle hükmedendir

Ulu’l Emr, Allah’ın Hükmüyle Hükmedendir

Şükrü Hüseyinoğlu

Tarih boyunca inkar ve şirk odakları, Allah’ın dini karşısında temelde iki tür tutum takınmışlardır. Birincisi; baskı, sindirme ve imha çabası, ikincisi ise; genellikle birinci yöntemden sonuç alınamayınca “ırmağı durduramıyorsan yönünü değiştir” yaklaşımıyla devreye konan, Allah’ın dinini yatağından saptırma, payandalaştırma çabası. Allah’ın dinini şeklen benimsemiş görünerek onu içeriden dönüştürme ve teslim alma, bu şekilde vesayet altına alarak Allah’ın dinini statükoyla kavgalı olmaktan uzaklaştırıp zulmü meşrulaştıran bir “statüko dini” haline dönüştürme çabası…

Tarih, bu ikinci yaklaşım biçiminin, Peygamberlerin davetçisi olduğu Rabbani öğretilerin tahrifi noktasında ne kadar etkili olduğuna tanıklık yapmaktadır. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhid/İslam dinini mağlup edemeyince onu bünyesine alıp kendi işleyişiyle uyumlu, hatta o işleyişe payanda olacak bir statüko dini haline getiren Roma’nın bu alandaki politikalarıyla, Emevi ve ardından Abbasi sultalarının, kaynağı mahfuz olduğundan kendisini tahrif edemedikleri İslam dini adına, kader anlayışıyla, zalim de, fasık da olsa yöneticiye itaat anlayışıyla kendileri için son derece kullanışlı, tam anlamıyla “statüko dini” işlevi gören anlayışlar üretmiş olmaları bu konuda verilebilecek örneklerdir.

Kendileri Allah’ın dinine tabi olmayan, buna karşılık muhalif potansiyelini ortadan kaldırmak için Allah’ın dinini kendilerine tabi kılma hedefine yönelen bu tuğyan rejimleri, bu hedefleri doğrultusunda İslam’ın kavram ve şiarlarını asli anlamlarından uzaklaştırarak araçsallaştırmakta, kendi bâtıl paradigma ve işleyişlerinin payandası kılmak istemektedirler.

Tarihte birçok örneği görülen bu saptırma biçiminin günümüzdeki en maharetli ve tecrübeli temsilcilerinden birinin de yaşadığımız coğrafyadaki hakim güç olan laik rejim olduğunu belirtmemiz gerekir.  Allah’ın dinini kendi yasalarına ve işleyişine karıştırmayan, ancak kendisi Allah’ın dinine karışma, onu tanımlama, ibadetlerini biçimlendirme ve sınırlandırma gibi çabalardan hiç geri durmayan, resmi din teşkilatı Diyanet kurumu aracılığıyla İslam’ı ve Müslümanları vesayet  altında tutan laik rejim, bu kurum aracılığıyla, tıpkı daha önce Roma’nın veya Emevi-Abbasi sultalarının yaptığı gibi kendi hizmetinde bir statüko dini oluşturmaktadır. İşte İslam’ın vesayet altına alınması ve kavram ve şiarlarının araçsallaştırılması ameliyesinden tarihsel süreçte ve günümüzde nasibini almış olan Kur’ani kavramlardan biri de “Ulu’l Emr” kavramıdır.

“Ulu’l Emr”, kelime olarak “emir sahipleri” anlamına gelmektedir. Bir Kur’an kavramı olarak ise “Ulu’l Emr”; “Müslümanların idari (siyasal, sosyal) ve askeri yönetim işlerini yürütme konusunda yetki ve görev üstlenen ve bu iş için yeni Müslümanlar arasından belirlenen (seçilen veya tayin edilen) yöneticilere denmektedir. Her ne kadar tarihsel süreçte “Ulu’l emr”in alimler topluluğu veya tekil olarak alimler anlamına geldiği yorumları da yapılmışsa da, konuyla ilgili Nisa 59. ve 83. ayetlerin[1] içeriği ve bağlamları bu görüşleri desteklememekte, kavramın idari ve askeri yönetim işleriyle ilgili olduğunu göstermektedir.[2]

“Ulu’l emr”in Müslümanlardan olması şartı, bu kavramın geçtiği iki ayetten ilki olan Nisa suresi 59. ayette “minkum/sizden olan” kaydıyla ifade buyurulduğu gibi, itaat edilecek merci haline gelebilmesi için, temel bir diğer şartın, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın hükmüyle hükmetmesi olduğunu da, hem aynı ayetin Müslüman emir sahiplerine itaati, Allah’a ve Rasulüne itaat şartına bağlaması, Kur’an’ın temel bir öğretisi olarak hükmetme ve egemenlik hakkının, mülkün Allah’a ait olduğu gerçeği ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kafirler, fasıklar ve zalimler olduğu yönündeki Kur’ani beyanlar açık bir şekilde ortaya koymaktadır. A’raf suresi 54. ayette buyurulduğu üzere “Yaratmak da, emr etmek de Allah’a aittir” akidesi uyarınca, ancak Allah’ın hükmüyle hükmedene itaat şartı vardır. Ayrıca mü’minlerin, Allah’tan, Rasulünden ve mü’minlerden başkasını veli edinemeyeceğini beyan eden Kur’an ayetleri de, her alanda Allah ve Rasulüne itaat üzere bulunmayanların Müslümanlar üzerinde velayet hakkına sahip olamayacağını kesin olarak ortaya koymaktadır.

İşte bir siyasi otorite veya yöneticinin “Ulu’l Emr” vasfı taşıyabilmesi için bu iki temel vasfa sahip olması gerekir. Kişi ise Müslüman, tüzel kişilik ise İslami olması (Allah’a itaat üzere bulunması) ve Allah’ın hükmüyle hükmetmesi.  Bu iki sacayağından birinin eksik olması durumunda, Müslümanların itaat etmesi gereken bir “Ulu’l emr”den söz etmek imkansız hale gelir. Bu bağlamda, kendisini İslam’a nisbet etmekle, “kişisel referansım İslam’dır” demekle birlikte, Allah’ın indirdikleriyle değil, bâtıl sistemlerin bâtıl yasalarıyla hükmeden yöneticilerin, kendilerine itaat edilmesi gereken “Ulu’l emr” vasfı taşamadığı, taşıyamayacağı açıktır. Çünkü itaatin temel şartı olan Allah’a ve Rasulüne itaat burada söz konusu değildir. İbadeti ve siyasetiyle bir bütün olan ed-Din’in bu bütünlüğünü parçalayıp, onu “kişisel referansa” indirgeyen bir zihniyet, itaat mercii değil, ancak davetin muhatapları konumundadırlar, böyle görülmelidirler.

Bu noktada günümüzde Türkiyeli Müslümanlar arasında ciddi bir perspektif kaymasından söz etmek gerekir. Şöyle ki; sistemin Batılı değerleri esas alan kurucu felsefesine, laik-demokratik egemenlik akidesine yönelik temel bir itirazı ve egemenlik konusunda tevhid akidesi çerçevesinde bir yaklaşımı ve pratiği söz konusu bile olmayan, sistemin diğer aktörleriyle esasa değil usule, öze değil kabuğa ilişkin farklar gösteren bir siyasi organizasyon, ne yazık ki bu kurumsal kimliği ile değil, bu organizasyonun başında ve yönetiminde yer alan kişilerin kişisel dindarlıklarıyla ilgilenilmekte ve mevcut siyasi otoriteye dair yaklaşım ve pozisyonlar bu yanlış yaklaşım üzerine bina edilmektedir. Oysa bizim ilgilenmemiz gereken kişilerin “bireysel referansları” değil, kurumsal kimlikler ve kurumsal referanslardır. Ancak bu şekilde beri olmamız gerekenlerden beri olup, Rabbimizin razı olduğu bir velayet anlayışı ve pratiğine yönelebiliriz.

Dipnotlar:

[1] Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasul’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Rasulüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir. (Nisâ, 4/59)

Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu, Rasul’e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz. ((Nisâ, 4/83)

[2] Konunun bu yönüyle ilgili daha ayrıntılı bilgi için şu linkteki “Ulu’l Emr” kavramı yazısına bakılabilir:http://www.iktibasdergisi.com/news_detail.php?id=12191

(Not: Bu yazı ilk olarak Nisan 2013′te yayınlanmıştır)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !