Şükrü HÜSEYİNOĞLU

02 Şubat 2021

ÜMNİYYE/EMANİYYE KAVRAMI

Tüm düşünce ve inanç sistemleri gibi, Rabbimizin insanlığa yol göstericiliğini, insanlar için belirlediği yegâne hak hayat nizamını ifade eden İslam da mesajlarını, öğretilerini kavramlar üzerine bina etmiştir. Kavramlar bir düşünce ve hayat nizamının temel yapıtaşları olduğu içindir ki, bir düşünce ve hayat nizamını doğru anlamanın yolu, onun kavramlarını doğru bilmekten geçmektedir.

İslam’ın kavramlarını, 1- Rab, ilah, melik, din, ibâdet gibi ana/temel kavramlar, 2- Hidâyet, Takva, Islah, İhlas, İhsan, Taat, Adalet gibi İslam’ın inşa etmeyi amaçladığı hayat nizamının ana sütunlarını ifade eden kavramlar, 3- Salat, Zekât, Sıyâm, Hacc, Kurban gibi İslam’ın menâsıkla (belli bir vakti ve formu olan ibâdetlerle) ilgili kavramlar, 4- Dalâlet, Fesad, Tuğyan, Fısk, Fücur, Zulüm gibi İslam’ın ortadan kaldırmayı amaçladığı olumsuz halleri ifade eden kavramlar, 5- Mü’min, Müslim, Muttaki, Sâlih, Muhlis, Muhsin, Şehid, Sıddık gibi İslam’ın inşa etmek istediği kimlik ve şahsiyete dair nitelikler, 6- Tağut, Kâfir, Munafık, Fâsık, Zâlim, Fâcir gibi İslam’ın nehy ettiği, ıslah etmeyi gaye edindiği kimliklere dair kavramlar, 7- Es-Saat, Kıyâmet, Yevmul Hisab, Cennet, Cehennem, Siccîn, İlliyyûn gibi dünyanın sonu ve âhiret hayatına dair kavramlar şeklinde genel bir sınıflandırmaya tâbi tutmamız mümkündür.

Kur’an’ın, ittiba edilmesi gereken hakkı tanıtırken, yanı sıra bu ittibanın ön şartı olarak teberri edilmesi gereken bâtılı da tanıtma usül ve üslubu gereği, herhangi bir konuda mü’minlerin sahip olmaları gereken vasıfları zikrederken, sakınılması/kaçınılması gereken olumsuz vasıflara da değindiği görülmektedir ki, bu değiniler de neticede hep kavramlar üzerinden olmaktadır. İşte bu noktada Kur’an’ın ele aldığı konuları ve o konular üzerinden verdiği mesajları zıt kavramlar örgüsü üzerine inşa ettiğini görmekteyiz.

Kur’an’ın henüz ilk inen ayetler bölümü olan Alak Sûresi 1-5. ayetlerden itibaren okumaya-yazmaya, kaleme, öğrenmeye, ilme, kısacası “Kitabiliğe” özel bir önem verdiği bilinmektedir. Öyle ki, Hira’da ilk vahiyler olarak Rasulullah (a.s.)’a inzal edilmiş olan bu ilk beş ayette, kerem sahibi olan Rabbimizin insana en temel ikramı olarak su, hava, yemek gibi temel hayati ihtiyaçları değil, “insana kalemle öğretmesi, bilmediklerini öğretmesi” zikredilmektedir. Yine bu cümleden olarak, Rahman Sûresi’nin başında, Rahman’ın insanı yaratmasından da önce zikredilen ikramı “Ona Kur’an’ı öğretmiş olması”dır. 

İşte okumaya, yazmaya, öğrenmeye, ilme, sahih bilgi ve bilmeye bu kadar asli bir önem veren Kur’an’da, bu alanla ilgili geniş bir literatürün ve yukarıda bahsetmeye çalıştığımız anlatım usül ve üslubu gereği, zıt kavramlar örgüsüne dayalı yoğun mesajların varlığı göze çarpmaktadır. İlim, Tefekkür, Tezekkür, Teakkul, Tefakkuh, Beyyine, Burhan gibi bilinç temelli kavramlar, Cehl, Ümmilik, Ümniyye, Zan gibi zıt kavramlarla birlikte kullanılmakta, böylece sakınılması gereken haller ile kuşanılması gereken tutum ve yönelimler muhatapların tercihine sunulmaktadır.

“Emaniyye” kavramı, “Ümniyye” kavramının çoğulu olup, Kur’an’da ilme, sahih bilgiye dayalı sahih inanç ve sâlih amel üzere bulunmanın zıddı olarak, sahih bilgiye / ilme dayanmayan, bir gerçekliği olmayan temenni ve inanışlar, kulaktan dolma bilgiler anlamına gelmektedir. Rabbimiz Kur’an’da, o dönemin Kitab Ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlar özelinde bize, kendilerini nisbet ettikleri Kitab’ın bilgisine sahip olmayan ve dolayısıyla “ümmiliğe” mahkûm olan insanların, Kitab bilgisine sahip olmadıkları için bu boşluğu uydurma, kulaktan dolma bilgilerle doldurduklarını bildirmektedir:

“Onlardan bir kısmı ümmidir. Kitabı bilmezler, bildikleri bir sürü asılsız şeylerden (emaniyye/ümniyyeler) başkası değildir ve onlar yalnızca zannederler.” (Bakara, 2/78)

Bu ayet-i kerimeden, öncelikle “ümmilik” kavramının Kur’an’ın anlam dünyasında, Arapça’daki lafzi anlamı olan “Bilgi konusunda annesinden doğduğu gibi kalan, okuma-yazma bilmeyen” anlamının ötesinde “Kitab’ın bilgisine sahip olmayan”, bu konuda bilgisiz kaldığı için dine dair algı ve inançları, ümniyyelere, gerçekliği olmayan temelsiz inanış ve kabuller ile zanna dayalı olma durumuna karşılık geldiğini öğrenmekteyiz. İşte Kur’an’ın Mekkelileri “Ümmiler”1, Rasulullah (a.s.)’ı da “Ümmi Nebi”2 olarak tanımlıyor olması, okuma-yazma bilmiyor olmaya değil, bu anlama dayalıdır.

Ümniyye “M-n-y” kökünden türemiş bir kelimedir. Türkçede kullandığımız “Temenni” kelimesi de bu kökten gelir ve Rağıb el-Isfahani Müfredat’ta bu kelimeyi şu şekilde açıklar: “Bir şeyi gönülde değerlendirip düşünmektir. Bu da bazen tahmin ve zan ile bazen de bilgiden ve bir asla dayanarak meydana gelir. Temenninin geneli tahminden olduğundan yalan ona daha hakim olmuştur. Onun için temenninin çoğu, gerçekliği olmayan şeyleri düşünmektir.”3 Isfahani, “Temenni” kelimesinin Kur’an’daki kullanımına örnek olarak da “Yoksa her umduğu (temenni ettiği) şey insanın mıdır?” (Necm, 53/24) ayetini, benzeri birkaç ayetle birlikte zikretmektedir.

“Ümniyye” kelimesini ise şu şekilde izah etmektedir: “Gerçekleşmesi neredeyse imkânsız arzu, umut, kişide bir şeyi dilemekten meydana gelen düşüncedir. Yalan, gerçekliği olmayan şeylerin düşünülmesi ve onların söz ile dile getirilmesi olduğundan temenni, yalanın başlangıcı gibi kabul edilmiştir…”4

Yukarıda zikrettiğimiz Bakara Sûresi 78. ayetin içeriği ve inşallah aşağıda değinmeye çalışacağımız konuyla ilgili diğer ayet-i kerimelerin kapsamı, “Ümniyye” kavramının Kur’an’da, sözlüklerde belirtilen bu ve benzeri anlamlarının bir hülâsası olarak, vahye dayalı sahih bilginin (ilmin) zıddı olarak, sahih bir dayanağı olmayan, insanların temelsiz temenniler olarak kendi zihinlerinde kurup ortaya attığı ve toplumlarda din algısı maalesef çoğunlukla Kitabi temelde oluşmadığı için giderek genel kabul haline gelen yanlış inanışlar, hurafeler anlamında kullanıldığını göstermektedir.

İslam Temenni Değil, Ölçü Dinidir

Zaman zaman çeşitli vesilelerle ifade etmeye çalıştığımız bir husus var. Özelikle de, hayatını kaybeden hemen her insanın arkasından, o insanın hayatta iken nasıl bir tercihte bulunduğuna, nasıl bir hayat yaşadığına bakmaksızın rahmet duasında bulunulması karşısında, İslam’ın bu şekilde dayanağı olmayan temenniler dini olmadığını, her konuda insanlara ölçüler bildiren ve ölçülü hareket etmeyi öğreten bütüncül bir hayat öğretisi/nizamı olduğunu ifade etmek durumunda kalmaktayız. Onlarca ayet-i kerimede Rabbimiz, nasıl bir hayat yaşayanlara rahmet edeceğini açık olarak bildirdiği5 halde, Rabbimizin konuyla ilgili beyanlarının hilafına, temelsiz ve ölçüsüz bir şekilde rahmet “temennisinde” bulunmanın son derece yaygın, egemen bir tutum olduğunu görmekteyiz.

Rabbimizin Kur’an’da gündeme getirip “emaniyye” olarak nitelediği ve dolayısıyla bizleri benzerlerinden sakındırdığı yaklaşım ve inanışlara baktığımızda, insan topluluklarının herhangi bir vahyi ölçüye dayanmayan beklentiler olarak üretip, zamanla genel kabul gören inanışlar haline getirmiş oldukları temelsiz “temennilerle” karşılaşırız. İşte Rabbimiz bizlere, Âl-i İmran Sûresi 24. ayette bildirdiği “Dinleri konusunda uydurdukları şeyler onları yanılgıya düşürmüştür”6 durumuna düçar olmamak, dinini O’nun bildirdiği gibi doğru olarak anlayıp o doğru anlayış üzere yaşamanın yolunu, Kitab’ı hakkıyla okumak7 ve Kitab’a ittiba etmek8 olarak bildirmektedir.

Kitab-ı Kerim hakkıyla, yani kendisine ittiba etmek gayesi temelinde okunduğunda, fert ve toplum hayatında vahyi ölçüler belirleyici olacaktır. Aksi durumda, öğrenilip yaşanılmayan vahyi ölçülerin yerini, ümniyyeler, yani temelsiz inanışlar, kuruntular, hurafeler alacaktır. Zira hayatta boşluğa yer yoktur. Ekilmeyen bir tarla boş kalmayacak, yabani otlar tarafından doldurulacaktır. İşte ümniyyeler, insan ve toplum zihninde, kalbinde ve yaşayışında vahyi ölçülerin yerine boy atan “yaban otları” mesabesindedirler.

Nitekim kendilerini Musa (a.s.)’a inzal edilmiş hidayet rehberi Tevrat’a nisbet eden Yahudiler ve İsa (a.s.)’a inzal olunan hidayet rehberi İncil’e nisbet eden Hıristiyanların, tarihsel süreçte Kitab eksenli kavrayış ve yaşayıştan uzaklaşarak, kendi temelsiz temennilerini din haline getirmeleri hususu Kur’an’da gündeme getirilmiş ve son risâletin mensupları aynı duruma düşmemeleri konusunda ikaz edilmiştir. Öyle ki Nisâ Sûresi 123. ayette, Yahudi ve Hıristiyanlar ile son risâletin mensupları birlikte muhatap alınarak, insanın cennet nimetine kavuşması veya cehennem cezasına muhatap kılınmasının, hiçbir inanç grubunun emaniyyesine (ümniyyelerine, temelsiz temenni ve boş, uydurulmuş inanışlarına göre değil), 122, 123, 124. ayetlerde bildirilen ölçülere göre olacağı beyan edilmektedir. Bu ayetler grubu, ümniyye kavramını ve bu bağlamda insanların tarihten bugüne içine düştükleri yanılgıları anlamak için çok öğreticidir:

“İman edip sâlih ameller işleyenleri ise, içlerinde ebediyyen kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Allah’ın vaadi haktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir. Bu ne sizin kuruntularınıza (emaniyye) ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir. Kim bir kötülük işlerse ona karşılık cezalandırılır ve kendisi için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir. Erkek olsun kadın olsun, iman etmiş olarak kim sâlih amel işlerse, onlar cennete girecek ve bir çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (Nisâ, 4/122-124)

Bu ayetlerin öncesinde 119-120. ayetlerde de Rabbimiz, şeytanın “Onları saptıracağım, boş kuruntulara (ümniyyelere) düşüreceğim” ifadelerini hatırlatarak, ümniyyelerin (temelsiz inanış, hurafe, kuruntuların) şeytan kaynaklı, onun insanları hak yoldan uzaklaştırma çabasının ürünü olduğunu ve ümniyyelerin dâlaleti netice verdiğini bildirmektedir. Kur’an’ın bize ümniyye konusunda muharref Yahudi ve Hıristiyan inançlarından bildirdiği somut örnekler de vardır. Ki bu örnekler, Nisâ 122-124. ayetlerin bağlamıyla doğrudan ilintili görünmektedir. Bakara suresi 111. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar: Cennete ancak yahudi veya hıristiyan olan girebilecektir, dediler. Bu onların ümniyyeleri/kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin.” (Bakara, 2/111)

Görüldüğü üzere Rabbimiz, onların bir iddialarını hatırlatarak, bu iddianın herhangi bir temele dayanmadığını, bir gerçekliği olmadığını bildiriyor ve herhangi bir iddianın ümniyye değil de ilim niteliği taşıyabilmesi için bir delile (burhana) dayanması gerektiğini kaydediyor. Bu ayette ifade edilen hususun, Nisâ 122-124. ayetlerin konusuyla doğrudan ilintili olduğu ortadadır. O ayetlerdeki “Bu ne sizin kuruntularınıza (emaniyye) ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir” ifadelerini hatırlarsak, Rabbimizin, bizden önceki ümmetlerin içine düştüğü bu tür yanılgılar ve temelsiz inanışlara bizim de düşmememiz, inanç ve amellerimizin Kitabi temele dayanması konusunda titizlik göstermemiz için ümniyye kavramı çerçevesinde hatırlatmalarda bulunduğunu kavramış oluruz. Yani Kitabi bilgiler yerine, ümniyyelere (temelsiz inançlara, dayanağı olmayan temennilere, hurafelere) dayalı din algısı sorununun, tarihte yaşanıp bitmiş bir sorun değil, insanların her zaman içine düşebileceği bir hal olduğuna ve dolayısıyla bu konuda dikkatli olunması gerektiğine vurgu yapılmaktadır.

Ümniyye kavramının, bir ayette de münafıklarla ilgili kullanıldığını görmekteyiz. Rabbimiz, münafıkların, İslam’a ve Rasulullah (a.s.)’ın İslam üzere inşa ettiği ictimai-siyasi otoriteye tâbi olmaktan uzak kalıp, sürekli ikircikli bir tutumla varlıklarını sürdürmüş olmalarını, Hesap Günü gerçekleşecek bir diyalog üzerinden şu şekilde haber vermektedir: 

“Münafıklar, mü’minlere seslenirler: Biz sizlerle birlikte değil miydik? Derler ki: Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz. Gözetip beklediniz, kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular (ümniyyeler) yanıltıp aldattı. Sonunda Allah’ın emri olan ölüm geliverdi. O aldatıcı da sizi Allah ile aldatmış oldu.” (Hadîd, 57/14)

Yahudi ve Hıristiyanların ümniyyeleri olarak Kur’an’da zikredilen inanışlar arasında (hâşâ) “Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”,9 “Ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacaktır”,10 “Nasıl olsa bağışlanacağız”11 gibi iddia ve temelsiz temenniler de söz konusudur. Yukarıda söz ettiğimiz Âl-i İmrân Sûresi 24. ayet, tüm bu ümniyyeleri kastederek, onların uydurdukları bu gibi inanışların kendilerini dinleri konusunda yanılgıya düşürdüğünü, laubaliliğe sevk ettiğini bildirmekte ve aynı duruma düşmekten bizi sakındırmaktadır.

Bu Ümmetin “Ümniyyeleri”

Peki, Rabbimizin Yahudi ve Hıristiyanların içine düştüğü ve kendilerini dinleri konusunda yanıltarak laubaliliğe, gevşekliğe sevk ettiğini haber verdiği ümniyyeler konusunda Kur’an’ın muhatabı ve mükellefi olan İslam ümmeti iyi bir imtihan vermiş midir? Bu soru, üzerinde ciddiyetle durulması, dikkatle ve insafla cevaplandırılması gereken hayati bir sorudur. Zira Rabbimizin “Bu ne sizin kuruntularınıza (emaniyye) ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir” beyanı ile yaptığı ikaz ve cennetin hak edilmesi veya (maazallah) cehennem cezasına müstehak olunması ile ilgili bildirdiği ölçüleri hatırladığımızda, buna karşılık ümniyyelerin insanları yanılgıya ve Allah’ın dinine ittiba konusunda laubaliliğe, gevşekliğe sevk ettiği gerçeğini dikkate aldığımızda, şayet bu konuda bir sorun söz konusu ise bu sorunun mutlaka tesbit ve izale edilmesi gereği ortaya çıkar.

Bu hayati sorunun cevabını aradığımızda, İslam ümmetinin tarihinde ve günümüzde ne yazık ki çok olumlu bir tablo ile karşılaşmadığımızı belirtmemiz gerekir. Rasulullah (a.s.)’ın Kur’an’la inşa ettiği ilim toplumundan, tarihsel süreçte belli aşamalar neticesinde ve çeşitli faktörlerin etkisiyle bu niteliğin yitirilmesi ve mukallitliğin yaygın tutum haline gelmesiyle, Kitabilikten ümmiliğe geçiş yaşanmış, bu alanda benzer süreçleri yaşamış olan önceki ümmetler gibi, ümmileşmenin yani Kitab’la bağı zayıflatmanın kaçınılmaz sonucu olarak Kitabi bilgiye dayalı din algısı yerini ümniyyelere dayalı anlayışlara bırakma yoluna girmiştir. Bu süreçlerde, Rabbimizin Kitab-ı Keriminde bildirdiği ölçüler unutulmaya, onların yerini temelsiz temenniler, dayanağı olmayan inanışlar, kuruntular, hurafeler doldurmaya başlamıştır.

Önceki ümmetlerin “Ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacaktır”, “Nasıl olsa bağışlanacağız” gibi ümniyyelerine benzer şekilde ümniyyeler, İslam ümmeti arasında da revaç bulmuş, özellikle de “şefaat” inancı, Rabbimizin Hesap Günü ve âhiret hayatına dair bildirdiği tüm ölçüleri unutturan, devre dışı bırakan, insanları dinleri konusunda yanılgıya düşürüp laubaliliğe sevk eden bir ümniyye olarak yerleşik hale gelmiştir. Öyle ki, Rabbimiz Kitab-ı Kerim’inde cennet nimetine nail olmak için büyük günahlardan kaçınmayı olmazsa olmaz bir şart olarak bildirdiği, ancak büyük günahlardan (kebâir, fevâhiş) kaçınıldığında insanın küçük günah olarak nitelenen kusurlarının (lemem, seyyie) affedilebileceğini ifade ederken,12 Kur’an’a tâbi olan13 Rasulullah adına, maalesef bir ümniyye olarak üretildiği çok açık olan bir rivayetle “büyük günah işleyenlerin şefaatle kurtulacakları” dahi ortaya atılmış ve bu rivayetin ifadesi, felah için büyük günahtan sakınmayı kırmızı çizgi haline getiren ilgili ayetlere rağmen yaygın kabul haline gelebilmiştir.

Kur’an’da başta şefaatin tamamının Allah’a ait olduğunu bildiren Zümer Sûresi 44. ayet ve bizatihi mü’minlerden söz ederek Hesap günü hiçbir dostluk, alışveriş ve şefaatin olmadığını ifade eden Bakara 254, En’âm 51, İbrahim 31 ve benzeri ayetlere ve “Hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın.” (Zümer, 39/19), “Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş’ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun, denilmiştir.” (Zümer, 39/75), “Ruh ve meleklerin sıra sıra duracakları gün, Rahman’ın kendilerine izin verdikleri dışındakiler konuşamazlar. Onlar da doğruyu söylerler. İşte bu, hak gündür. Şu halde dileyen Rabbine bir dönüş yolu edinsin.” (Nebe’, 78/38-39) gibi yüzlerce ayete ve yine cennet nimetini kazanmayı veya cehennem cezasına müstehak olmayı “teksibûn”, “ya’melûn” gibi ifadelerle doğrudan insanın ameline bağlayan onlarca ayetin, cennet ve cehennemin bir “hakediş” olduğunu bildiren beyanlarına ve bu cümleden olarak “Ve insan için kendi çabasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) hatırlatmasına ve daha birçok açık Kur’ani ölçüye rağmen, insanlara kendi amelleri dışında felaha kavuşma ümidi veren “şefaat” inancı yerleştirilmiş, böylece Kur’an’ın, felah ve hüsranı insanın tercih ve ameline bağlayan bütün bir öğreti sistemi yok sayılmış, unutturulmuştur.

Bunun acı neticesi de, insanların Allah’ın dini konusunda gevşeklik göstermesi, laubaliliğe düşmesi olmuştur. Öyle ya, şefaat ile kurtulma imkânı varken, taat ve takva konusunda titizlenmek olmazsa olmaz bir gereklilik olmaktan çıkmakta, “yapılması efdal olan davranış” kapsamına düşürülmektedir. Kur’an, Allah’ın insanlar için belirlediği sınırları (Hududullah’ı) gözetme, Hududullah’a tâbi olma konusunda insanlara son derece haşyet içinde bulunacakları bir bilinç ve hal ilmi kazandırırken, maalesef tarihsel süreçte şefaat inancı çerçevesinde oluşturulan anlayış, insanları Hududullah konusunda haşyetten, titizlikten alıkoyacak, onları dinleri konusunda yanılgıya düşürüp laubaliliğe sevk edecek ümniyye nitelikli temelsiz inanışlar olmuştur. Yukarıda söz ettiğimiz gibi, Rabbimiz büyük günah işleyenlere ümit vermeyip, ancak büyük günahlardan kaçınmaları durumunda afva ve cennet mükâfatına nail olabileceklerini bildirirken, “şefaat” inanışı kapsamında büyük günah işleyenler de rahatlatılmış, adeta günahta devamlılığa teşvik edilmişlerdir.

Sözün burasında, tekrar Nisâ Sûresi 122-124. ayetleri, o ayetlerin doğrudan Kur’an’a iman iddiasında olan bizleri de muhatap alan hitabını hatırlamakta fayda vardır. O ayetler son derece sarih şekilde bize hatırlatıyor ve bizi bu gerçekten alıkoyacak, dinimiz konusunda yanılgıya düşürüp laubaliliğe sevk edecek her türlü ümniyyeden sakındırıyor ki, cenneti hak etmek veya (maazallah) cehenneme müstehak olmak ne bizlerin ne de Yahudi ve Hıristiyanların temelsiz inanışlarımız, karşılığı olmayan temennilerimiz ile değildir. Peki ne iledir? Açık ve net:

“…Kim bir kötülük işlerse ona karşılık cezalandırılır ve kendisi için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir. Erkek olsun kadın olsun, iman etmiş olarak kim sâlih amel işlerse, onlar cennete girecek ve bir çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (Nisâ, 4/123-124)

Dipnotlar

1. Bkz: Cum’a, 62/2
2. Bkz: A’râf, 7/157, 158
3. Rağıb el-Isfahani, Müfredat / Kur’an Kavramları Sözlüğü, “M-n-y” maddesi, Sh. 1017-1018, Çıra Yayınları
4. Rağıb el-Isfahani, a.g.e., sh. 1018
5. “Âyetlerimize iman edenler yanına geldiklerinde de ki: Size selam olsun. Rabbiniz rahmet etmeyi üzerine almıştır. Sizden kim bilmeden bir kötülük işler de, sonra arkasından tevbe eder ve durumunu düzeltirse bilsin ki Allah bağışlayıcıdır, rahmet edicidir.” (En’âm, 6/54, Ayrıca bkz: Tevbe, 9/71, A’râf, 7/156 vb.)
6. “Bu, onların; Ateş bize sayılı günlerin dışında dokunmayacaktır, demeleri yüzündendir. Uydurmakta oldukları şeyler onları dinleri hakkında yanılgıya düşürdü.” (Âl-i İmrân, 3/24)
7. “Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim onu inkâr ederse, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara, 2/121)
8. “Rabbinizden size indirilene (Kur’an’a) tâbi olun. O’nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (A’râf, 7/3)
9. Bkz: Mâide, 5/18
10. Bkz: Bakara, 2/80
11. Bkz: A’râf, 7/169
12. Bkz: Nisâ, 4/31, Necm, 53/32
13. Bkz: En’âm, 6/50, Ahkâf, 46/9 vb.

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Ocak 2020 sayısında yayınlanmıştır.)