Şükrü HÜSEYİNOĞLU
YAŞANAN İSTİKAMET KRİZİ SÜRECİ VE “MERHALE FIKHI” SÖYLEMİ ÜZERİNE
Türkiye’nin yönü, 1923 itibariyle Kemalist kadro tarafından kesin ve keskin bir döndürülüşle bâtıl batıya döndürüldü ve batının laisizmi temel dünya görüşü (akide) olarak benimsenerek, toplumsal ve siyasal işleyiş bu akide üzerine bina edildi. Bu, insanlara hayatın tüm an ve alanlarında tâbi olacakları hayat menbaı sınırlar (Hududullah) çizmek üzere bildirilmiş bir egemenlik öğretisi olan İslam’ın egemenlik iddiasına karşı açık bir tuğyanı ve bilakis ona sınır çizme müstekbirliğini ifade etmekteydi. Kemalist tuğyan kadrosunca, 99 yıl önce kıblesi batıya döndürülmüş olan Türkiye, o günden bugüne kıblesini hiç değiştirmedi. Dönemsel politika değişiklikleriyle tek değişen, söz konusu kıbleye yönelişin tarz ve usulü oldu.
Bu açıdan Cumhuriyet tarihine baktığımızda, rejimin temel akidesi olan laiklik konusunda, dönemsel yorum ve uygulama farkları yaşandığını, ancak bu tem el akideden hiçbir zaman vazgeçilmediğini görmekteyiz. Neticede rejimin temel akidesinden söz ediyoruz. Rejimin müsaade ettiği tek husus, değişen şartlara göre bu akidenin yorumlanarak dönemsel şartlara intibak ettirilmesi olagelmiştir. Bu sebeple, Cumhuriyet tarihinde laikliğin jakoben ve Anglo-Sakson biçimleri arasında iç içe geçmiş dönemsel politik süreçlerin yaşanageldiğini görmekteyiz.
Bu açıdan kısaca bir tasnif yaptığımızda, 1923-1950 yılları arasının koyu bir jakoben laiklik dönemi olduğunu, 1950’den 28 Şubat sürecine geçen dönemin (arada yer yer jakoben laiklik uygulamalarının yaşandığı dönemler olsa da) Anglo-Sakson laiklik dönemi olduğunu, 1997’den 2002 yılında AKP’nin yönetime gelmesine kadar yeniden jakoben laiklik denemesi süreci yaşandığını ve 2002’den bugüne AKP süreciyle birlikte Anglo-Sakson laiklik uygulamasına yeniden geri dönüldüğünü ve bugüne kadar Türkiye’de uygulanan en ileri boyutuyla hayata geçirildiği bir dönem yaşanmakta olduğunu söyleyebiliriz.
AKP dönemini, önceki “ılımlı laiklik” dönemlerinden ayıran bir husus var ki, o da bu dönemde Anglo-Sakson laikliğin gerçek anlamda “hakkının” verilmekte oluşudur. Başörtülü bakan, milletvekili, hakim, subay, polis örneklerinde olduğu üzere, bu dönemde söz konusu laiklik uygulaması kemale erdirilmiştir. Nitekim bu laikliğin patentini ellerinde bulunduran İngiltere ve ABD’de başörtülü milletvekili, hakim, polislerin varlığı sıradan işlerdir. Nitekim, 28 Şubat döneminde başörtülü olduğu için baskı ve dayatmalara maruz kalan isimlerden olan, şimdilerde ise bir ülkeye büyükelçi olarak atanmış bulunan Merve Kavakçı, bu durumu beş yıl önce yazdığı “CHP İngiltere’de Olsa Ne Yapacak?” başlıklı yazıda şöyle ifade ediyordu:
“Yola ya insanı mağdur eden laiklik anlayışına sarılarak devam edecektik ve suları geri akıtmaya çalıştığımızca ilerleyecektik, ki bu tam tersi bir gerileme olacaktı. Ya da akıntıya karşı mücadeleyi bırakacak; aklın, vicdanın yolunu tutacak ve laikliğimizi yeniden şekillendirecektik. Siyaset makinesi, Allah’tan sonunda ikincisini seçti. Bu model tutucu Avrupa’nınkinden çok Anglo Sakson geleneğine geçiş anlamına gelir…”[1]
İslam dünyasıyla ilgili izlenim ve özgün yorumlarıyla dikkat çeken genç kalem Taha Kılınç ise “Dindar Laiklik” başlıklı makalesinde Türkiye'deki değişim sürecinin mahiyetini de özetlemiş oluyordu:
"İslâm dünyasındaki laiklik tecrübesi sadece yasakçı, jakoben laiklik biçiminde tezahür etmedi. Tunus ve Türkiye örneklerinin aksine Fas ve Mısır’da da laik rejimler oluşturuldu. Ama “dinle barışık” bir laiklikti bu. İslâm görünürde mevcuttu, hayatın her alanında çeşitli tezahürleriyle arz-ı endam ediyordu; fakat bazı kritik alanlara din kesinlikle sokulmuyordu. İşin garibi, halkın geneli de zamanla bu duruma rıza olur hale gelmişti. Dinin, sosyal hayatın her alanında ayan-beyan görünürken, girmeye müsaade alamadığı yerler şunlardı: Dış politika, ekonomi ve devlet yönetimi."[2]
AKP sürecinde Türkiye’de yaşanan değişimin mahiyetini sadece bu iki alıntı bile özetlemeye yeterli olsa gerek. Rejimin temel akidesi olan laiklik cephesinde esasta değişen bir husus söz konusu bile olmayıp, 28 Şubat sürecinde dipçik zoruyla yeniden uygulamaya konulmak istenen jakoben versiyonu yerine, Anglo-Sakson versiyonunun ileri boyutta ikame edilmesinden ibaret bir değişim sürecidir yaşanmakta olan. Sürece bunun ötesinde anlam yüklemeye kalkışmak, vakıadan hareket etmek yerine, gerçekliği olmayan sübjektif bir vakıa kurgulamak demektir ki, bu baştan sona bir aldanıştır. Ne yazık ki Türkiye’deki “İslami çevrelerin” önemli bir kısmı bu tür bir aldanış içinde bulunmaktadır halihazırda.
Kısacası Türkiye’de 1923’ten bugüne yaşanan değişim süreçleri en nihayetinde sistem içi değişim süreçleridir ve asla bir “kıble değişimine”, “kıble tashihine” tekâbül etmezler. Bu ülke için 1923’te belirlenen kıble; bâtıl batı, temel akide de; onun laikliğidir. Şartlara göre değişen sadece, her iki dünya savaşının galipleri olan Fransa ve İngiltere/ABD’nin laiklik yorumlarının tercihi olagelmiştir. Maalesef gâvurluk 99 yıldır hep baki kalmış, değişen Fransız gâvurluğu ile İngiliz/Amerikan gâvurluğu arasındaki tercihler olagelmiştir.
İslam’ın Mahiyetini ve Sistemde Yaşanan Değişimin Mahiyetini Bilmek Gerek
AKP süreciyle birlikte kimi “İslami çevrelerde” başlayan ve giderek derinleşen savrulma ve istikamet krizinin temelinde, İslam’ın mahiyeti ve sistemde yaşanan değişimin mahiyeti konusunda sağlam bir kavrayış ve duruşun bulunmaması yatmaktadır. Maalesef “İslami çevrelerin” ekserisi, 28 Şubat soğuk rüzgarlarıyla birlikte İslam’a dair iddialarını “din özgürlüğü” seviyesinde konumlandırmış durumdadır. 28 Şubat süreci sonrası gelen ve Anglo-Sakson laikliği çerçevesinde “ılımlı İslam” – “ılımlı laiklik” uzlaşmasına dayalı politikalar uygulayan AKP’nin talep edilen “dini özgürlükleri” sağlamasıyla birlikte entegrasyon da kaçınılmaz olmuştur.
Oysa İslam’ın mahiyeti doğru kavranmış olsaydı, bu tür bir sistem içi yaklaşım, konumlanma ve neticesinde gelen entegrasyon süreci asla yaşanmayacaktı. İslam’ın mahiyeti konusunda şu temel birkaç hususu zikredebiliriz:
- İslam, bir mâbed dini (religion) değil, hayatın her an ve alanında yol göstericiliği, ölçü belirleyiciliği Âlemlerin Rabbi Allah’a has kılmayı öğreten bütüncül bir hayat nizamıdır.
- İslam bizatihi bir egemenlik öğretisidir, itaat ve ittiba öğretisidir. Allah’a ve Rasulüne itaat, Allah’a ve Rasulüne itaat etmeyenlere itaatsizlik öğretisi... Henüz ilk sûrelerde bu itaatsizlik hususunun güçlü bir şekilde mü’minlerin gündemine getirilmiş olması dikkat çekicidir.[3]
- İslam, yegâne hak hayat nizamı (din) olma iddiasına sahiptir.[4] Yegâne hak hayat nizamı iddiasına sahip olması, aynı zamanda yeryüzünde egemenlik iddiasına sahip olmasını gerektirir ki, İslam baştan sona bu iddia üzerine inşa edilmiş Rabbani öğretinin adıdır.
- Yegâne hak din ve dolayısıyla yeryüzünde egemenlik iddiasına sahip olması sebebiyle, İslam başka bir dünya görüşünün kantları altında kendisine hayat hakkı talep etmez, bilakis “bâtıl” olarak nitelediği dünya görüşlerinin zâil olması ve kendisinin yeryüzünde egemen olması dâvâsını öğretir müntesiplerine:
“De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Hiç şüphesiz bâtıl zâil/yok olucudur.”(İsrâ, 17/81)
“Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine atarız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsınız ki bâtıl yok olup gitmiştir. Nitelemelerinizden dolayı veyl olsun size.”(Enbiya, 21/18)
İslam’ın bu temel nitelikleri göz önünde bulundurulduğunda, onun başka bir dünya görüşüne dayalı bir egemen işleyiş içinde kendisine lüftedilecek “var olma hakkı” karşılığında buna rıza göstererek “köşesine çekilecek” bir din olmadığı anlaşılmış olur. İslam, herhangi bir egemenliğin kanatları altında “yaşama hakkı”na rıza göstermediği gibi, o işleyiş içinde renklerden bir renk olmayı da kabullenmez. Zira o yegâne hak din (hayat nizamı) olma iddiasındadır ve bizatihi bir egemenlik öğretisidir.
Üstelik, o defansif değil ofansiftir. Yani, bâtılın zâil olması gibi bir hedefi vardır. Bâtıl ateşkes ilan etse bile, İslam, bâtıl var olduğu sürece ateşkesi kabul etmez. Yeryüzünde dinin (itaatin, egemenliğin) Allah’a has kılınması gayesinin altında başka bir konumlandırmaya râzı olmaz.[5]
İşte İslam’ın bu mahiyeti ve yanı sıra Türkiye’de yaşanan değişimin mahiyetini doğru kavrandığında, birçok “İslami çevrenin” AKP sürecinde yaşanan sistem içi değişime aşırı anlamlar yükleyerek değişim süreci ve demokratik işleyişe eklemlenmelerinin ne kadar büyük bir istikamet krizi olduğu anlaşılmış olur. Ki yukarıda, yaşanan değişimin hiçbir şekilde bir kıble değişimine, tashihine tekâbül etmeyen, tamamen sistem içi bir değişim süreci olduğunu, tamamen “laiklikten laiklik beğenmeye” dayalı, dayatmacı laiklikten ılımlı laikliğe geçişle birlikte “dindar kitlelerin” sisteme entegrasyonunu da sağlayan bir süreç yaşandığını ifade etmeye çalışmıştık.
Câliyeden Akidevi Ayrışmadan “Sistemin Yeniden İnşası”na
AKP süreci 2002 Kasım seçimleriyle birlikte başladı. 28 Şubat’ın her alanda oluşturduğu enkaz ve buna karşılık Erdoğan’ın 1994’te seçildiği İstanbul Belediye Başkanlığı’nda gösterdiği performans göz önüne alındığında, seçimlerin galibini tahmin etmek zor değildi. Nitekim ben de, o dönemde yazılar yazdığım Haksöz Dergisi’nin Ekim 2002 sayısına Salih Güvener müstearıyla yazdığım makalede Erdoğan’ın yeni kurtarıcı rolüne dikkat çekmiş ve “Kurtarıcılar Kimi Kurtarıyor?” sorusunun cevabını vermeye çalışmıştım. Tabii ki tezim, kurtarıcıların halkı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkmakla birlikte, esas olarak sistemleri kurtardığı yolundaydı. Dileyenler internetten o yazıyı bulup okuyabilir.
“İslami çevreler”in AKP ve onun üzerinden sistemin demokratik işleyişine katılım ve giderek entegrasyonu ise farklı merhalelerde gerçekleşti. 28 Şubat sürecine tepki ve o sürecin getirdiği yasak ve dayatmaların ortadan kaldırılması umuduyla, partinin kuruluşu ve seçimlere katılışıyla birlikte sürece entegre olanlar olduğu gibi, ilk başlarda sistemin câhili niteliği sebebiyle, “cahiliyeden akidevi hicret/ayrışma” şeklinde ifade olunan “tevhidi duruş”larını bozmayıp sebatkâr davranan, fakat süreç ilerledikçe farklı mülahazalarla bu duruşlarını terk etme istidadı gösteren çevreler de olmuştur.
Bu anlamda 2010 yılı anayasa referandumu süreci, maalesef İslami çevrelerde ciddi bir kırılmanın yaşandığı süreç olarak tarihe geçmiştir. O güne kadar “cahiliyeden akidevi ayrışma”[6] Kur’ani ilkesine sâdık kalan kimi çevreler, “vesayetin geriletilmesi maslahatı”nı öne sürerek câhiliye düzeninin câhili anayasasının revizyonuna fiili destek kararı aldılar ve bu kararlarını da kamuoyuna deklare ettiler. "İslami kuruluşlardan ortak çağrı: Anayasa ideolojik dayatmalardan arındırılmalı" başlıklı deklarasyonda, “sistemin adalet temelinde yeniden inşası”ndan söz edilmekteydi.
Tabii ki bu söylem, “sistem içi” bir söyleme tekâbül etmekteydi. Anayasanın bâtıllığı değil, “ideolojik dayatmacılığı” sorun yapılıyor, sistemin tevhidi temelden reddi ve onun yerine bütüncül bir hayat nizamı olarak İslam’ın sosyal-siyasal düzeninin ikamesinden değil, “sistemin yeniden inşasından” bahsedilmekteydi. Bu, tam tamına “demokratik” bir yaklaşım ve dili ifade ediyordu. Bu deklarasyondan sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi.
Artık söz konusu çevreler muhafazakâr demokratların aktif destekçisi olarak konumlanmış, bu durumlarını İslami açıdan temellendirebilmek için de, “Biz hükümetin doğrularını destekliyor, yanlışlarını ise eleştiriyoruz” argümanını öne sürmeye başlamışlardı. Ne var ki, bizatihi bu argüman ve makalemizin başlığına da taşıdığımız “merhale fıkhı” argümanı ve benzeri argümanlar, sistem içi konumlanmanın apaçık ve acı kanıtlarıydılar.
Yıllarca Kur’an merkezli iman esasları, Kur’an kavramları, Nebevi mücâdele süreci ve ilkeleri üzerine dersler yapmış, ciddi bir birikim ortaya koymuş çevrelerin, bir temel duruş olarak “doğrusunu destekleme, yanlışını eleştirme” tutumunun, Müslümanlar açısından ancak, Allah’ın hükümlerinin uygulandığı İslami bir düzende, yöneticilerin icraatları karşısında takınılacak tutum olduğunu bilmemeleri mümkün olabilir miydi?
Gelin görün ki köprünün altından çok sular geçmiş, tercihler artık akidevi ilkelere göre değil, “reel politiğe”, ilkelerden bağımsızlaştırılmış bir “maslahat” söylemine göre yapılır olmuştu. O kadar ki, İslam açısından câhiliye niteliği taşıyan bir düzen ve onun uygulayıcılarına karşı İslam’ın öngördüğü tutumun temelde akidevi teberri ve ayrışma olduğu bile unutuluvermişti.
Geliyordu Gelmekte Olan
Tüm bunlarla birlikte, aslında olan-biteni ve “Çarşambanın gelişi Perşembeden belli olur” fehvasınca muhtemel olacakları Kur’ani bir bilinç ve rikkatle okumayı bilen Müslümanlar açısından yaşananlar hiç de sürpriz değildi. Geliyordu gelmekte olan ve onlar bunu fark edip Müslümanları ta yıllar öncesinden uyarıyorlardı. Bu noktada, Türkiye’deki İslanmi bilinçlenme sürecinin buz kıran gemisi kaptanı Ercümend Özkan’ın 1992’de kaleme alıp İktibas’ta yayınladığı “Beklenen Kasırga” başlıklı makalesini hatırlamamak mümkün mü? Tam anlamıyla “mü’min feraseti” kavramını akla getiren o makalede Özkan şunları söylüyordu:
“Velhâsıl Türkiye’de Kemalist rejim iflas etmiş, onun merkez edinildiği sağ veya solundaki kanatları da birlikte iflas ettirmiştir. Evet Türkiye’de büyük bir siyâsî boşluk yaşanmaktadır. Bu belki hiçbir zaman bugünkü kadar aşikâr olmamış, açıkça ortaya çıkmamıştı. İşte bu noktada siyâsî gündemi yakinen takip edenler açıkça görüyorlar ki yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız tehlikelerin daha büyüğü, “ittifak rüzgârları”ndan daha büyüğü “kasırgalar”ın yaklaştığının işaretleri görünmektedir. Ortalıkta estirilen hava onu göstermektedir ki pek uzak değil, belki kısa bir süre sonra böylesi bir “kasırga” koparılacağa benzemektedir…
Bu kasırganın süvarisi, yakında koparılacak kasırga ile Türkiye’deki siyâsî rejime taze kan olacak, bir an daha terbiyelenmiş laik-demokrasiye bağlanan serum olacaktır; (farkında olsun veya olmasın) hesaplanan budur. Bu münasebetle belirtmenin yeridir ki bu rejimin en ciddi alternatifi olan Kur’an müslümanlığını da yanına yedeklemeyi amaçlamaktadır kasırganın süvarisi. Zira bu kasırgayı planlayanlardaki asıl hedef budur…
Daha şimdiden, kasırga esmeye başlamadan bu sakîn yolun önünde yürüyenleri de tıpkı Nuh (a.s.)’ın oğlunu uyardığı gibi uyarıyor ve “Tufan kopacak, gel gemiye bin ve kurtul…” diyoruz. Bize uyarmaktan başka ne düşer ki! Şâhîd ol Ya Rabbi! Biz kullarını uyarıyoruz ve uyardık. Yalnızca Sana kulluk edenlere, tâğuta ayak uydurmamalarını, yalnız Senden yardım istemelerini söylüyoruz…”[7]
Özkan bunları bir öngörü olarak 92’de yazmıştı, biz ise 2022’de bizatihi müşahede ederek onun endişelerinde ne kadar haklı çıktığını görebiliyoruz.
“Merhale/Tertil Fıkhı” Kavramsallaştırması Neye Tekâbül Ediyor?
Câhiliye düzeninden akidevi teberri/ayrışma söylem ve duruşundan, “sistemin yeniden inşası” söylem ve duruşuna, dolayısıyla bu inşayı gerçekleştirecek sistem aktörlerine aktif destekçi konumuna evrilen kimi “İslami çevreler”, tabiatıyla bu yeni tercihlerini temellendirecek argümanlar üretme ihtiyacı duydular. İşte “merhale/tertil fıkhı” argümanı bu ihtiyaca cevap veren bir söylem olarak ortaya atıldı. Buna göre, anayasa referandumuyla birlikte ortaya konan bu yeni tercih, merhum Seyyid Kutub’un, olup-bitenlere donmuş fıkıh kalıplarıyla bakma yaklaşımını ifade etmek için kullandığı “sahife fıkhı” ve yanı sıra “acilci yaklaşımlar” yerine, aşama aşama yaşanacak bir değişim sürecine tekâbül etmekteydi.
İlk bakışta bu argüman insana cazip gelmiyor değildi. Öyle ya, toprağa atılan bir tohum bile çeşitli merhaleler neticesinde filizlenmeye ve ürün vermeye başlıyordu. Lakin burada gözden kaçırılan çok temel bir nokta vardı ki, o da sözü edilen “merhale”nin, câhiliye düzeninden (ruczdan) akidevi kesinlikte teberrisini/hicretini ortaya koymuş olup, kendi özgün hareket hattını aşama aşama inşa etmeyi değil, câhili sistem içi demokratikleşme merhalelerine atıf yapıyor olmasıydı. Kısacası, bu argüman neticede sistem içi bir yaklaşıma karşılık geliyordu.
Aksi halde, tıpkı Rasulullah (a.s.) ve arkadaşlarının Mekke’de, Rabbimizin ilk emirleri gereği Mekke câhiliyesinden ve onun egemenlik ilişkilerinden akidevi teberrileri ve ardından Erkam b. Ebul-Erkam’ın evi merkezinde İslam dâvetini inşa süreçlerindeki merhale/tertil fıkhından söz edilmiş olsa, buna hangi Müslümanın itirazı olabilir?
Nihayetinde Nuh (a.s.) da gemisini merhale merhale inşa etti, diğer tüm Nebiler (a.s.) de hep “merhale fıkhı” üzere hareket ettiler, âtıl kalmadıkları gibi aceleci de davranmadılar. Rabbimizin bildirdiği ve Nebilerin tâbi oldukları “yoldaki işaretlere” azami derece dikkat ederek, Rabbani ölçüler üzere sabır ve sebatla, istikamet bilinciyle hareket ettiler.
Sert esen rüzgârlar onları istikametlerinden saptıramadığı gibi, ılımlı esen rüzgarlar da saptıramadı. Nitekim, Rasulullah’ın hayatında sert rüzgarların estiği dönemlerin varlığı gibi, ılımlı rüzgarların (uzlaşma arayış ve tekliflerinin) olduğu dönemlerin varlığı da Kur’an’ın ve siyerin tanıklığıyla bilinmektedir. İşte her iki durumda da onlar Rabbani ölçülere, ilkelere sebatkâr davrandılar.[8]
Zaman zaman vurguladığım bir husus vardır, birçok Nebi hem “28 Şubat sürecine”, hem de “onun ardından gelen “AKP sürecine” muhatap olmuştur ve her iki sürecin imtihanını da, imanlarının gereği olan istikametten milim sapmadan, emrolundukları gibi dosdoğru olarak[9] vermişlerdir diye. “28 Şubat süreci”nin burada baskı ve dayatma dönemlerine, “AKP süreci”nin ise Kalem Sûresi 9. ayette vurgulanan “karşılıklı tavizleşme” çerçeevsinde İslami potansiyelin şu veya bu düzeyde câhiliye düzenine entegrasyonuna tekâbül ettiği anlaşılmış olmalıdır.
Şunu belirtelim ki, tüm bunları tamamıyla Rabbimizin bize yüklemiş olduğu emr-i bil ma’ruf, neyh-i anil münker sorumluluğumuz gereği, hakkı ve sabrı tavsiye çerçevesinde dile getirmeye çalışıyoruz. Muhatapların, yazdıklarımızı nasihatleşme kapsamında algılamasını, kulak ardı etmek yerine, önemle ve ciddiyetle değerlendirmelerini tavsiye ediyoruz.