02-08-2010 20:14

Yücel Bulut`la yoksulluk üzerine

Dünya Bülteni sitesinin yoksullukla ilgili sorularını cevaplayan Doç. Dr. Yücel Bulut, `Yoksullukla değil yoksullarla mücadele ediliyor` tesbitinde bulunuyor.

Yücel Bulut`la yoksulluk üzerine

Uluslararası kurumlar özellikle üçüncü dünya ülkelerinde yoğunlaşan yoksullara yönelik politikalar üretiyor ve “küresel” olarak tanımlanan yoksulluk sosyal araştırmaların ana temalarından biri haline geliyor. Son yıllarda özellikle mücadele politikalarıyla birlikte gündeme oturan yoksulluk hakkında bu çalışmalara dayanan genel kanaatler zihinlerde yerleşmeye başladı. Fakat sosyal bilimler literatüründe özellikle batı toplumları özelinde geliştirilen bu kanaat ve yargıların Türkiye’de yaşanan yoksulluk bağlamında denenmeye ihtiyacı var. Yücel Bulut ve Nail Yılmaz’ın Güvercintepe Mahallesinde yaptıkları, “Kent Yoksulluğu ve Gecekondu” başlığını taşıyan araştırma oluşan kanaat ve yargıları sarsmakta ve ezber bozmakta. Küresel düzlemde uygulanan yoksulluk politikalarını ve yaptıkları araştırma üzerinden Türkiye’deki yoksulluğu sorduğumuz Doç. Dr. Yücel Bulut, Türkiye’nin sosyal dinamiklerinin farklı bir gecekondu mahallesi ve yoksulluk türü oluşturduğuna dikkat çekti.

Söyleşinin birinci bölümünde yoksulluk politikaları ve araştırmaların yönelik, ikinci bölümünde ise “Kent Yoksulluğu ve Gecekondu” araştırmasına yönelik sorduğumuz sorulara Doç. Dr. Yücel Bulut’un verdiği cevapları okuyabilirsiniz.

Sizin yaptığınız araştırmaya geçmeden önce genel olarak yoksulluk çalışmalarına bir bakalım isterseniz. 80 sonrası süreçte yoksulluk politikaları ve yoksulluk üzerine araştırmalarda artış gözleniyor. Yoksulluk mücadele edilecek bir olgu olarak öne çıktı.Bu doğrultuda uluslar arası organizasyonların da gündemine girdi. Diğer taraftan yoksulluğu kategorize eden çeşitli kuramlar geliştirildi ve bu kuramlara göre çözüm önerileri yazılıp çizildi. Tarihi algıdan farklı bir yoksulluk olgusuyla mı karşı karşıyayız ki, bu olgu insanlığın gündemine oturdu?

Yoksulluk gerek dünyamız ve gerekse de sosyal bilimler için yeni bir olgu değil. Endüstri Devrimi’yle birlikte geleneksel tarzların yerini yeni üretim tarzları ve ilişkileri almaya başladı. Bu süreç, elbette sancılı bir şekilde gerçekleşti. Toplumsal alt üst oluşlar yaşandı, meydana gelen yeni üretim süreçlerinin sonucu olarak da yeni sınıflar ortaya çıktı. Yoksulluk konusu da bu bağlamda ilk kez karşımıza geliyor. Dikkati çeken husus, yoksula ve yoksulluğa yeni ilişkiler bağlamında farklı bir bakış açısının geliştirilmesidir.

Sanayileşen dünyanın yoksullarına hangi bağlamda bakıldı?

Ülkenin zenginleşmesiyle yoksulların sayısı arasında ters bağlantıların kurulmasından, yoksul insanların gelişmekte olan sanayi yapılarına iş gücü olarak dahil edilmesi gerekliliğine varıncaya kadar bir çok farklı açıdan yoksullara yaklaşıldığına, yoksullukla mücadelenin yapılıp yapılmamasından, bu mücadeleyi kimin yapacağına varıncaya kadar (kamu/devlet mi yoksullukla mücadele edecekti yoksa bireysel yardımlar mı yapılmalıydı) pek çok tartışma 18. ve 19. yüzyıllarda yapıldı.

80 sonrası süreçte?

Yoksulluk meselesi yeni bir şey değil. Ancak daha çok da ‘yoksullukla mücadele’ bağlamında sosyal bilimlerin ilgi alanına 1980 sonrası dönemde artan bir şekilde girdi. İktisat, sosyoloji, antropoloji, siyaset bilim gibi sosyal bilim disiplinleri yoksulluk konusu üzerine son 20-30 yıllık dönemde daha bir yoğun şekilde eğilmeye başladılar. Bu yoğun ilginin oluşmasında, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, OECD, ILO gibi uluslar arası kuruluşların konuyla ilgilenmelerinin belirleyici bir etkisi var.

TÜRKİYE GİBİ NEO-LİBERAL POLİTİKALARI UYGULAYAN ÜLKELERDE YOKSULLUK ARTTI

Bu uluslararası kuruluşların gündemine nasıl girdi yoksulluk?

IMF ve Dünya Bankası tarafından piyasa yanlısı dışa açık modelin bir gereği olarak ithalat serbestliği, reel ücretler üzerinde denetim, finansal serbestlik, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve genel olarak devletin küçültülmesi yanında daraltıcı para ve maliye politikaları ve sosyal harcamaların kısılması vb. gibi ortak amaçları hedefleyen politikalar uygulamaya sokuldu. İstikrar ve yapısal uyum politikaları ve söz konusu kuruluşlar aracılığıyla, neo-liberal politikaları uygulamaya koyan ülkelerde -ki bu ülkeler arasında Türkiye de bulunmaktadır- İkinci Savaş sonrası dönemde yoksulluğun ciddi boyutlarda artmış olduğuna dikkat çekiliyor. Söz konusu politikalar, gerçekten de, dünya genelinde, özellikle de az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde çok ciddi demografik dönüşümlere sebebiyet verdi.

NEO-LİBERAL POLİTİKALARIN ORTAK SONUCU: GÖÇ

Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın kalkınmasını uluslararası kuruluşların sunduğu reçeteler doğrultusunda gerçekleştirme yolunu tercih eden ülkelerinde kırdan kente yoğun göçlerin yaşandığını görebiliyoruz. Türkiye de kırdan kente yoğun göç dalgası yaşayan ülkelerinden birisi. Bir örnek vermek gerekirse, II. Mahmut döneminde yapılan ilk nüfus sayımlarında göze çarpan şehirli nüfus ile köylü nüfus arasındaki oranlar 1950’lerde de büyük ölçüde değişmemişti. Günümüzde ise bu oranlar tam tersine dönmüş durumda. 1950’lerle birlikte Türkiye’de başlayan kırdan kente yoğun göç olaylarının Afrika ülkelerinde ya da Latin Amerika ülkelerinde gözlenmesi de ilgi çekici. Buradan çıkarılabilecek sonuçlardan bir tanesi, küresel ölçekte uygulanan yeni ekonomi politikalarının dünyanın geri kalmış toplumlarında benzer iktisadi, demografik, sosyal ve siyasi sonuçlar yaratmış olmasıdır.

Göç çözüm oldu mu yoksulluğa?

1980’li yıllar, az gelişmiş ülkelerde ve geçiş ekonomilerinde yapısal uyum ve istikrar programlarının IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar aracılığıyla uygulamaya sokulduğu yıllardı. Zamanla, söz konusu programların, bu ülkeleri hedeflenen kalkınma ve zenginlik seviyesine getirmediği ve bir dizi kriz içerisine soktuğu, tüm dünyada yoksulluğun ciddi boyutlara ulaşmasına sebep olduğu tespiti sosyal bilimciler arasında yaygınlaştı.

Ne kadar yaygın yoksulluk?

Tahmini olarak dünya nüfusunun beşte birlik bir kesimi yoksul kategorisinde değerlendiriliyor. Bu oranın yarıya yakını Güney Asya’da, dörtte bire yakın bir kısmı Güney Sahra’da, yine dörtte bire yakın bir kısmı da Doğu Asya ve Pasifik’te yaşıyor. Yakın vadede dünya nüfusunda 2 milyara varan bir artış olacağı ve bunun tamamına yakın bir kısmının da azgelişmiş ülkelerde yaşayacağı tahmin ediliyor. Yoksulluğun azalacağına ilişkin herhangi bir ciddi işaretin olmayışına, bu nüfus tahminlerini de eklediğimizde meselenin ne kadar kaygı verici olduğu daha net ortaya çıkıyor.

Bu kriz durumu yoksulluğun dünya gündemine oturmasını da açıklıyor?

Bu durum, yoksulluk konusuna ilgiyi ulusal ve uluslar arası düzeylerde artırdı. 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan bu ilgi çerçevesinde, UNICEF’in 1987 yılında yayınladığı rapordan söz edilebilir. 1990’lı yıllarda özellikle yoksulluk konusu, BM, OECD, ILO, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı gibi çeşitli kuruluşlar tarafından daha kapsamlı şekilde ele alınmaya ve takip edilmeye başlandı. Örneğin: BMKP, 1990 yılında yıllık olarak İnsani Gelişme Raporu’nu yayınlamaya başladı. Birleşmiş Milletler 1996 yılını Yoksullukla Mücadele Yılı, 1997-2006 dönemini de Yoksullukla Mücadele On Yılı ilan etti. 2001 yılında Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nun ana temasını “yoksulluk” konusu oluşturmaktaydı. 2000 yılında gerçekleştirilen ve 147 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı Binyıl Zirvesi’nde de mutlak yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının 2015 yılına kadar yarıya indirilmesi yönünde ilke kararı alındı.

ÇEVRE ÜLKELERİNİN YOKSULLARI MERKEZ ÜLKELERİN DE SORUNU

Yoksullukla mücadele nasıl küresel düzeye çekilebiliyor, zengin ülkeler niye ilgileniyor yoksullukla?

Dünya ekonomisi, geçmiş dönemlerden çok daha fazla birbirine bağımlı. Merkez ve çevre ülkeler arasında sıkı ilişkiler söz konusu. Azgelişmiş ülkeler, merkez ülkelerde planlanan ekonomi politikaların dışına çıkma şansına da pek sahip değiller. Küresel ekonominin sorunsuz işleyişinde ve büyümesinde, dolayısıyla, birincil derecede önemli olmasa da, çevre ülkelerinin de belli bir önemi söz konusu. Dolayısıyla, küreselleşen dünyada, çevre ülkelerinin yoksulları bir açıdan merkez ülkelerin de sorunu haline geldi. Dünya nüfusunun artış hızı ve eklemlenen yeni nüfusun da büyük ölçüde yoksul bölgelerden gelecek olması, gelecek 20 ya da 50 yılda, merkezin üzerine hem büyük bir yük yükleyecek, hem de sistemin işleyişi açısından ciddi toplumsal ve siyasal riskleri beraberinde getirecektir. Durum böyle olunca, uluslar arası iktisadi ve siyasi kuruluşların dünya genelindeki yoksulluğu bir mesele olarak kavramsallaştırması, araştırma programlarını teşvik etmesi ve yoksulluğu ortadan kaldırıcı ya da baş edilebilir sınırlar içerisine çekici çabalara girişmesiyle karşılaşıyoruz.

Çizdiğiniz tabloda dünya nüfusunun beşte biri yoksul ve göstergeler bu oranın günden güne arttığına işaret ediyor. Neo-liberal politikalar çözüm olma yerine yoksulluğu artırıyor. Kapitalist ekonominin ciddi bir kriziyle karşı karşıyayız. Buna karşın küresel bir tepki de belirmeye başladı. Bu rahatsız kesimin tepki ve refleksleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yerel ya da küresel ölçekte, küresel ekonomik ve siyasal politikalara karşı belli bir rahatsızlığın olduğu, dünyanın çeşitli bölgelerinde ve ülkelerinde değişik vesilelerle gerçekleştirilen eylemlerden anlaşılıyor. Gittikçe yaygınlaşan küreselleşme karşıtı eylemler bunlardan biri. 1 Mayıs gösterilerinde ve hatta futbol maçları sonrasında sergilenen sevinç gösterilerinde de bu rahatsızlığın izlerini görmek mümkün. En taze örnek, bu yıl Güney Afrika’da düzenlenen dünya kupası vesilesiyle yaşandı. Dünya kupalarına 1962’den beri katılan Şili milli takımı, grup maçlarındaki ilk galibiyetini Honduras’ı 1-0 yenerek aldığında başkent Santiago’da binlerce kişinin katıldığı sevinç gösterileri yapıldı. Ancak gösteriler, katılımcıların sosyo-ekonomik sıkıntılarını hatırlamasıyla olsa gerek, bir noktadan sonra kapitalizmin simgelerine dönük yıkıcı bir saldırıya dönüştü. Bankaların, lüks mağazaların camları indirildi, bankamatikler tahrip edildi. Polisin müdahalesiyle sona eren sevinç gösterileri dolayısıyla 80’i aşkın gösterici tutuklandı.

Bu tepkileri, alternatif arayışı olarak okumak mümkün mü?

Bütün bunlar, küresel ekonomi politikalarına duyulan belli bir tepkiyi yansıtıyor. Ancak bu gösterilerden ya da eylemlerden hareketle, mevcut küresel ekonomi politikalarına alternatif politikaların geliştirilmesinden söz etmek mümkün gözükmüyor. Hatta mevcut ekonomi politikalarının alternatifsizliğinden söz etmek daha doğru gibi duruyor. Daha doğrusu, kapitalist ekonominin kendisini dünyanın her yerinde kabul ettirmesinden söz edebiliriz. Hele hele, sosyalist bloğun çözülmesi ve Amerikanvari tarzda yeniden örgütlenmesiyle birlikte bu alternatifsizlik daha da belirginleşti. Dolayısıyla 1960’larla birlikte dillendirilen ‘ideolojilerin sonu’ ya da daha yakın tarihlerde ifade edilen ‘tarihin sonu’ gibi değerlendirmeler hayata geçirilmiş gibi duruyor.

Yani kapitalizm biricik ve mükemmel sistem oluyor. Sistem genel-geçer olunca tepkiler de sistemi tahkim eden iç sorun haline mi geliyor?

‘İdeolojilerin sonu’ ya da ‘tarihin sonu’, belli bir ideolojinin ve aynı zamanda da belli bir siyasal kutbun diğer ideolojiler ve siyasal kutup üzerinde galebe çalmasını ifade eden tanımlamalar. Üzerinde konuştuğumuz konular açısından, kapitalist dünyanın ve liberal ekonominin sosyalist ekonomi ve blok üzerinde kurmuş olduğu üstünlük kastediliyor. Başka bir deyişle, kapitalist bloğun tüm dünyanın sahibi haline geldiğinin farklı bir şekilde ilanıdır bu. Durum böyle olunca, dünyanın ücra bir köşesinde meydana gelen gelişmeler ya da ortaya çıkan sorunlar, kapitalist bloğun bir sorunu haline geliyor. Sınırlar ve coğrafya bu noktada bir önem arz etmiyor. Aynı durum, küresel iktisadi ilişkiler ve çıkarlar için de geçerli.

YOKSULLARIN ÇOĞU ÇIKARLARINI BU SİSTEMDE GÖRÜYOR

Yoksulluk politikaları kapitalizmin krizlerini yamama politikası haline mi geldi?

Küresel ekonominin sahipleri ve bu sahipler adına gelişmeleri takip eden kurumların yoksulluk konusuna eğilmelerindeki öncelikleri, elbette, sistemin çıkarları olmuştur. Bunda garipsenecek bir durum da yoktur. Egemenler, iktidarlarını devam ettirebilmek için gerekli tüm önlemleri almak isteyeceklerdir ve alıyorlar da. Çıkarları sistemin değiştirilmesinde olanların da, sistemin değiştirilmesi için her türlü girişimde bulunmalarından daha doğal bir şey olamaz. Burada sorun, egemenler ile üzerlerinde egemenlik kurulanlar arasındaki muazzam güç dengesizliğidir. Dahası, yoksulların büyük çoğunluğunun mevcut iktisadi ve siyasi ilişkilerin devamında çıkarlarını görüyor olmalarıdır. Böyle bir tablo içerisinde, hangi sebeple ilgilenilmiş ve kamuoyuna nasıl sunulmuş olursa olsun yoksulluk sorununun giderilmesine yönelik girişimler, yoksulluğu üreten ekonomi politikalarının sahibi olan sınıfların varlıklarını daha uzun süreli kılacaktır.

Diğer taraftan yoksullukla mücadele politikaları bu egemenlerin aleyhine de olmuyor mu?

Karlarının çok cüzi bir kısmından vazgeçmeleri, bu iş için yeterli oluyor. Aslında bu, kısa vadeli karlarından birazcık fedakarlık yaparak karlarını uzun vadede daha da artırmayı tercih etmeleri anlamına geliyor. Uluslararası kuruluşların yapmış olduğu ya da teşvik etmiş çalışmalara veya yoksullukla mücadele bağlamında kullanılmak üzere ayrılan fonları bir ölçüde bu şekilde değerlendirebiliriz. Yoksulların durumlarında belki bir iyileşme görülebilir bu tür girişimlerle; ancak bu girişimlerin yoksulluk sorununu bütünüyle ortadan kaldıramayacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Sistemin, yoksulluğu bütünüyle ortadan kaldırmak gibi meselesinin olup olmadığı ayrıca tartışılması gereken bir konu. Zaten adı üzerinde: Yoksullukla mücadele. Bir yönüyle bu, aynı zamanda, yoksullarla mücadele. Yoksulların zenginlerle ya da sistemle olan mücadelesi değil. Yoksulluk araştırmalarının ve yoksullukla mücadele programlarının bir amacı da, zaten, yoksulların mevcut sıkıntılarının ‘yoksulların zenginlerle mücadelesi’ haline gelmesini engellemek.

Doç. Dr. Yücel Bulut Türkiye’nin sosyal dinamiklerine özgü gelişen gecekondu ve yoksulluk olgularını değerlendirdi.

Güvercintepe üzerine yapmış olduğunuz çalışmada ‘kent yoksulluğu’ kavramı ön plana çıkıyor. Kent yoksulluğu denince ne anlamalıyız?

Küresel ölçekte yoksulluk “kentsel” nitelikli bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla kırsal yoksulluk temel ilgi dışında kalmaktadır. Farklı toplumsal, kültürel, ideolojik bağlam ve sosyal güvence sistemleri altında farklı anlamlar kazansa da kent yoksulluğu, gelişmiş ülkelerde etnik veya cinsiyet ayrımcılığıyla yakından ilişkili, uzun süreli işsizlik, motivasyon eksikliği, moralsizlik, madde bağımlılığı, kadınların yoksullaşması, çocuk/genç anneler, evlilik dışı annelik, çocuk suçluluğu vb. sorunlarla anılan bir kavramdır.

Bütün sorunları saydınız nerdeyse…

Yoksulluk her gün onu yaşayan için, bölünemeyen bir bütündür. Yoksulluk deneyimi sadece bir gelir azlığı, temel kentsel hizmetlerden mahrum olma değildir, aynı zamanda alt sosyal statülü mahallelerde yaşama, kent mekanında marjinalleşme, sağlıksız çevre koşullarında yaşamını sürdürme, adalet, eğitim, sağlık hizmetlerinden daha az yararlanabilme, şiddete daha açık olma, yeterli güvenliğe sahip olmamaktır. Bu bütünlük hem mekânsal düzeyde hem bireysel düzeyde yoksulluğun sürekli olarak yeniden üretilmesinin koşullarını oluşturuyor.

Kent yoksulluğu deyince ortaya çıkan sosyal hiyerarşide mekânsal ayrışma gibi bir olguyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu son dönemde gördüğümüz güvenlikli siteler veya rezidanslar denen yapılanmaların hemen yanı başında gecekondu mahalleleri. Güvercintepe de bu duruma örnek. Bu mekânsal ayrışma olgusunu açıklarken mesela David Harvey “insanlar kendileriyle benzer olduğunu düşündükleri kişilerin yanında yaşamak ister” diyor. Sizce mekânsal ayrışmanın temelinde nasıl bir anlayış var?

Günümüzde yaşananlara bakıldığında, Harvey’in değerlendirmesi haklı çıkıyor gibi. Yapılan çalışmalarda da bu sonuca ulaşılıyor. İnsanlar, statü açısından eşit ya da yakın oldukları sosyal çevre içerisinde olmayı tercih ediyorlar. Böyle bir durumda kendilerini daha rahat hissediyorlar. Belki de, modernliğin bir gereği olarak değerlendirmeli bu durumu. Kendini bir şeyden dışlama, başka bir şeye dâhil etme hali. Başka bir deyişle, söz konusu mekânsal ayrışmayı, kişinin oluşan yeni kavram dünyasında kendi konumuna uygun gördüğü bir yere oturtma/yerleştirme çabası olarak değerlendirmek mümkün.

Ama modern öncesi dönemde zengin-fakir şeklinde bir mekansal ayrışmaya dönüşmüyordu bu durum?

Evet. Türkiye’de zengin olmak yeni bir şey değil. Varlıklı insanlar her daim oldu. Fakat yakın tarihlere kadar zengin ile yoksul aynı mahallede, aynı binada yaşayabildi. Çocukları aynı okullarda okuyabildi. Belli bir ortak payda içerisinde birbirleriyle dayanışabildiler. Spor yazarı bir hanımefendinin bir yazısı aklıma geldi: 1960’larda ilkokula gittiğini tahmin ettiğim yazar, varlıklı bir ailenin çocuğu olmasına karşın beslenme çantasının –o dönem için lüks sayılabilecek meyve ve diğer gıda maddelerinden haberdar olunmasına ve bunları temin etme imkânlarının olmasına karşın- orta halli ya da fakir aile çocuklarının yiyip içebildiklerinin dikkate alınarak hazırlandığını yazıyordu. Diyeceğim o ki, 60’larda veya 70’lerde insanların zenginliklerini ya da statülerini, başkalarına hava atmak ya da onlardan farklı olduklarını göstermek için kullanmak gibi bir tutumları yoktu. O yıllarda sınıf farklılaşmaları ya da sınıf atlama durumları yok muydu? Muhakkak vardı, ancak günümüzde yaşanan ölçekte ve hızda olduğuna ilişkin bir işaret yok.

Zengin her dönemde olduğuna göre neden nedir sebebi mekansal ayrışmanın?

Dolayısıyla, yeni sayılabilecek insanların bu kendisinden farklı olandan ayrışma, benzerleriyle birlikte olma ve maddi imkânlarına eşdeğer kabul edilen bir hayat standardına göre yaşama isteğini yalnızca zenginleşmeye bağlayamayız. Zenginleşmenin nasıl gerçekleştiğinin bu konuda belki bir etkisi vardır. İkinci bir husus, söz konusu mekânları inşa eden ve pazarlayan şirketlerin kullandıkları söylemlerin muhtevası bu konuda bize önemli ipuçları verebilir. Belli özelliklere sahip insanların egolarına yönelik olarak ‘sen diğerlerinden farklısın, onlarla birlikte yaşamayı hak etmiyorsun, daha iyilerine layıksın’ türünden mesajlarla süslü söylemin gücü de dikkat çekici. Diğerlerinden farklılığın yalnızca ekonomi merkezli olmadığının da altını çizmek lazım. Bu farklılıklar dinî temelli de olabilir, ideolojik temelli de. Siyasî temelli de olabilir, statüsel temelli de. Belki ekonomi, söz konusu ayrışma mekânları içerisinde ayrıca değerlendirilmesi gereken bir hiyerarşi oluşturuyor. Ancak bizzat zenginliğin kendisi, bana göre, tek başına bu süreçleri açıklamak için yeterli değil.

O nedenle belki bu dönüşümü; bir, imkanların artması; iki, yeni imkanların oluşturulma süreçleri ve imkanlardan yararlanma tarzlarını belirleyecek yeni bir değerler dünyasının oluşumu; ve üç, dünyaya, zenginliklere ve statülere yaklaşımı belirleyen değerler dünyamızda yaşanan değişimler bağlamında değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bugün itibariyle, belki yansımalarını her geçen gün artarak gördüğümüz fakat bütünüyle ortaya çıkmayan süreçler bu ikinci ve üçüncü maddede belirttiğimiz hususlar. Bilinçli ya da bilinçsiz, ama devasa bir dönüşüm yaşıyor Türkiye.

Mesela gözünün önünde bir yoksul varken aşırı harcayamaz bir insan değil mi? Psikolojik bir etkisi olabilir.

Sanıyorum, meseleyi sadece aşırı tüketim arzusunu kolaylıkla gerçekleştirme isteğiyle açıklayamayız. Bunun da bir etkisi muhakkak vardır. Ancak kişinin sahip olduğu zenginliklere ya da özelliklere uygun olarak değerlendirdiği bir ortamda yaşama isteği daha belirleyici oluyor bu türden tercihlerde. Burada önemli olan unsur, kişinin statüsünü belirleyen sabitelerde farklılıkların yaşanması. Kişi, geçmişte de zengin olabilir. Ancak geçmişte, ait olunan çevrenin kültürel sabiteleri/değerleri onda bir mekân değişikliğine gitme ihtiyacı yaratmıyordu. Türkiye’nin yaşadığı yeni gelişmelerle/süreçlerle birlikte, kişinin statüsünü yeniden tanımlayan değer dönüşümleri etkili oluyor. Ya da, yeni zenginleşmelerle birlikte –zira kabul edelim ki, Türkiye’de hem yeni zenginleşme imkânları, hem de kişilerin bu zenginliklerini yaşama imkânları geçmiş 20-30 yıla kıyasla hayli artmış durumda- kişi, yeni konumunun tadına varacak, keyfini çıkaracak ortamlar arıyor. Dolayısıyla söz konusu mekân değiştirme ihtiyacının sebeplerini araştırırken, ekonomik ya da psikolojik faktörlerin yanı sıra Türkiye’nin yaşadığı bu türden genel kültürel farklılaşmalarının boyutlarını da irdelemek gerekiyor.

O halde kişilerin tercihlerini, zengine ve fakire bakışlarını etkileyen zihinsel bir dönüşümden bahsediyoruz.

Bu nedenle bu konudaki bir analizde, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı batılılaşma/modernleşme serüveninin geçirdiği evreleri ve aldığı yeni boyutları ihmal etmemek gerektiği kanısındayım.

Modernleşme serüvenine paralel mi gelişiyor?

Malumunuz, Türkiye’de modernleşme/batılılaşma devlet katıyla sınırlı olarak başlatılan bir süreç. Meşrutiyet ve özellikle de Cumhuriyet sonrasında toplumun modernleştirilmesine çalışılıyor. Ancak bu çabalar, nihai noktada, kendi elitleriyle sınırlı bir çerçevede kalıyor. Günümüzde ise, modernleşme daha geniş bir toplumsal tabana yayılmış durumda. Konu ile ilgili meşhur bir kitabın başlığına gönderme yaparak ifade edecek olursak, artık batılılaşmayı ‘ihanet’ olarak gören kesimlerin de –ciddi bir sorgulama da yapmaksızın- bu modernleşme süreçlerine katıldıkları bir dönemi yaşıyoruz. Modernlik insana farklı bir bilinç sunuyor. İnsanın kendisine, karşısındakine, ailesine, çevresine, dünyaya, ekonomiye, öte dünyaya ilişkin farklı bir değerler manzumesi sunuyor ve kişiden bu değerlere uygun bir hayat talep ediyor. Güvenlikli sitelerde yaşama hali ve isteği de, bu genel bilinç dönüşümünün güvenlikli siteler özelindeki bir durumdur. Güvenlikli sitelerde yaşamayan insanlarda da, bu genel bilinç dönüşümünün izlerini bulmak mümkündür. Güvenlikli sitelerde yaşamak hastalıklı bir durumun tezahür ettiği yegâne örnek değildir. Eğer sıkıntılı bir durumdan söz ediliyorsa, güvenlikli siteler, bu genel sıkıntılı durumun tezahür ettiği alanlardan yalnızca bir tanesidir. Dolayısıyla, meseleye biraz daha üst bir noktadan ve tersinden bakmakta fayda var. Eğer Türkiye’nin yaşadığı dönüşümü anlamak istiyorsak farkında olunması gereken husus budur kanaatimce.

Güvenlikli siteler bağlamında özellikle batılılaşmayı “ihanet” olan gören kesimlerde yaşanan dönüşüme bakarsak…

Belki tekrar olacak ama şunu belirtmekte fayda var: Kişinin yaşadığı mekânı değiştirme isteği, bir yönüyle, kişinin daha önce bulunduğu çevre içerisinde istemeyerek bulunduğu anlamına geliyor. Bir zorunluluk olarak görülüyor belki. En azından değerlendirmeye katılması gereken bir husus bu. Fakat bu durum, aynı zamanda kişinin kendi geçmişinden ve dolayısıyla da kendisinden kaçması anlamına da geliyor. İkinci olarak, kişinin kendisini sunulan yeni değerler ve imkânlar çerçevesinde gerçekleştirme isteğini yansıtıyor. Ancak tanımına uygun ‘güvenlikli siteler’, kişinin kendisiyle, ailesiyle ve çevresiyle olan her türden insani ilişkilerinin muhtevasını köklü bir biçimde değiştiriyor. Bu da, bir açıdan, kişinin özgürlüğünü ve iradesini yeni değerlere, araçlara ve aracılara teslim etmesi anlamına geliyor. Bir müddet sonra, kişinin pek çok şeye yabancılaşmasına sebebiyet verebiliyor.

Ekonomik süreçlerle de birlikte okuyunca 1980 sonrasında, Türkiye’nin kapitalistleşme ve modernleşmesinin en çok sonuç aldığı süreçte, sanki bu tür bir olgu ortaya çıkıyor…

Ekonomik süreçlerdeki gelişmeleri takip edebilmek açısından İstanbul açıklayıcı bir örnektir. 1980 sonrasında (hatta tarihsel olarak 1950’lerde girişilen yol yapım çalışmalarına, şehir genelindeki yeni düzenlemelere vs. kadar geriye gitmek de mümkün) İstanbul’un hemen her alanda çehresi çok ciddi olarak değişiyor. Ulaşımdan iletişime varıncaya dek pek çok alanda yapılan yatırımlara, gökdelenleşmelere, lüks konut üretimlerine vs. bakılınca bu dönüşümü görmek çok kolay. Bugün uluslar arası şirketlerin Orta Doğu ve Orta Asya’ya açılan bir kapısı konumuna geldi İstanbul. İstanbul’un bu konumunu pekiştirme arzusunun da, gerek merkezi ve gerekse de yerel idarelerin öncelikli meselesi olduğunu her fırsatta yapmış oldukları açıklamalardan takip edebiliyoruz.

O zaman gelir dağılımındaki adaletsizliğin en çok görüldüğü şehir de oluyor İstanbul?

İstanbul’un ulusal ve uluslar arası ticari ilişkilerin örgütlendiği bir finans merkezi olarak öne çıkmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak değerlendirebiliriz bu durumu. İstanbul’da –genel olarak da Türkiye’de- oluşan bu zenginliğin toplumun her kesimine dengeli bir şekilde pay edilmediği bilinen bir gerçek. İktisadi açıdan bu ne kadar mümkündür, onu da bilemiyorum. Bu iktisatçıların değerlendirmesi gereken bir durum. Ancak Türkiye nüfusunun yaklaşık 1/5’lik kesiminin yaşadığı İstanbul’daki servetin dağılımı, Türkiye’nin gelir dağılımı ortalamalarını da önemli ölçüde etkiliyor. Zenginliğin toplumun düşük gelirli kesimlerine daha fazla yayılmasıyla birlikte, zengin ile fakir arasındaki bu uçurum belki orantısal olarak yine korunacaktır ama, gelir dağılımındaki uçurumdan kaynaklanan sıkıntılar daha katlanabilir hale gelebilecektir kanaatindeyim. Ancak şu an itibariyle, halen bir süreç yaşanıyor ve henüz her şey yerli yerine oturmuş değil. Üretilecek sağlıklı ekonomi politikalarıyla bu süreç daha sancısız geçirilebilir.

Medyada suçla yoksulluğu ilişkilendirme gibi bir eğilim var. Sizin yaptığınız araştırmada da %74.5 gibi bir rakam mahallelerinde suç işlendiğine inanıyor. Gerçi bu tür bir şeye maruz kaldınız mı diye sorulduğunda bu rakam %20’lere kadar iniyor ama böyle de bir inanç var. Bu rakam sizce yoksulluk-suç ilişkisindeki bu kanaati güçlendiriyor mu, yoksa bu sadece bir retorikten mi ibaret?

Bunlar suçun niteliğiyle alakalı şeyler biraz. Böyle genel bir yaklaşım var ama sosyal bilimlerdeki bütün bu yaklaşımların Türkiye özelinde tekrardan sorgulanmasında fayda var. Ülkeden ülkeye değişebilir bu. Sinemadan iki örnek aklıma geliyor. İkisi de gerçek olaylara dayanarak yapılmış filmler. Birincisi, 1960’larda Brezilya’nın Rio kentinin varoşlarından Tanrıkent’i anlatıyor. Diğeri de daha yakın bir tarih diliminde, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde Johannesburg’un bir bölgesini, Hilbrow’u anlatıyor. Her iki filmde de, ‘slum’ olarak adlandırılan gecekondu/varoşlarda olup bitenler işleniyor. Bu iki örnekle Türkiye’nin gecekondu bölgelerini mukayese ettiğimiz zaman arada çok önemli farkların olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. Konu ile ilgili akademik literatürü incelediğimizde de bu farklılığı görmek mümkün. Dünyadaki örneklerde geleceğe ilişkin iyileşme yönünde bir değişime dair umudu göremiyoruz; Türkiye’de ise yoksullukla özdeşleştirilen gecekondu bölgelerin kahir ekseriyetinde bir umut taşıma hali var. O nedenle, söz konusu değerlendirmeler sorgulanmaya muhtaç değerlendirmeler.

İstanbul’un, diğer metropollerle karşılaştırıldığında, suç oranının daha düşük olduğu söyleniyor...

İstatistiki verilere bakmak gerekiyor. Genelde yoksul semtlere, yoksullukla nam salmış yerlere ilişkin böyle bir algı var. Fakat çöküntü bölgesi ya da yoksul bölgeler olarak adlandırılan bölgelerdeki suç oranları, belli bir düzeyde refahın olduğu bölgelerdeki suç oranlarıyla mukayese edildiğinde çok da yüksek değil. İlla ki, her bölgede olduğu gibi yoksul bölgelerde de belli suçlar işleniyor. Ancak yoksul olarak kabul edilen bölgelerin belli suçların yoğun ve örgütlü bir şekilde işlendiği, başka bir deyişle, suçun örgütlendiği ‘suç bölgeleri’ haline geldiklerinden söz etmek pek mümkün gözükmüyor.

Vefa’da yaptığınız araştırmada, Vefa'nın sakinlerinin daha çok İstanbul’a çalışmak için gelen bekârlardan oluştuğunu söylüyorsunuz. Orada farklı bir sosyal yapılanma mı vardı?

Vefa, tarihî yarımada içerisinde yer alan bir semt. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde ekonomik, ticarî ve kültürel merkezlerine yakınlığıyla dikkat çeken bir yerleşim alanı. Cumhuriyet döneminde İstanbul’daki planlama çalışmaları çerçevesinde bu tarihî önemini yavaş yavaş kaybetmiş. Zamanla değişen iktisadî ilişkilere bağlı olarak, demografik yapısında da önemli değişimler yaşamış. Geçmiş dönemlerin demografik yapısından izler taşısa da, bugün itibariyle semtte 1950’lerde ya da daha öncesinde buraya yerleşip kalmış insan/aile sayısı hayli az. Bu yönüyle –Eminönü’nün diğer birçok semtiyle birlikte- Vefa, Cumhuriyet döneminde İstanbul’a göç eden Anadolu insanının ilk gördüğü ve yerleştiği bölgelerden biri olmuş. Bugün de Vefa, daha çok bu özelliğiyle göze çarpıyor. İstanbul’a temelli yerleşim amacı gütmeyen, İstanbul’un iş imkânlarını tanımak isteyen, bu imkanlardan yararlanmak isteyen göçmenlerin, mevsimlik işçilerin zaman kazandıkları, para kazanıp memleketlerine geri dönene kadar barınma ihtiyaçlarını ucuz bir şekilde karşıladıkları bir semt olarak öne çıkıyor. Dolayısıyla, Eminönü’nün diğer birçok semti gibi, yoğun bir bekâr nüfusu ve bekâr odalarını bünyesinde barındıran bir semt. Bunun yanında elbette hatırı sayılır bir aile de semtte yaşıyor. Ancak bunların yaşama ve geçinme koşullarına bakıldığında, elde ettikleri gelirlerle, örneğin herhangi bir gecekondu bölgesinde bu denli rahat yaşayabilme olanaklarının olmadığı da görülüyor. Vefa, bu ailelere ve bekâr işçilere ucuz barınma imkânı sağladığı gibi, iş alanlarına ulaşmada sağladığı kolaylıklarla da dikkat çekiyor. Ancak uygulanan kentsel dönüşüm projelerinden Vefa da nasipleniyor. Örneğin bu çerçevede yoksul ailelerin yaşadığı ya da bekâr odası olarak kullanılan pek çok bina yıkılıyor. Dolayısıyla semtin demografik yapısında bir değişim gözleniyor.

Geçiş bölgesi olmuş…

Bugüne kadar biraz öyle olmuş. Ancak bundan sonra daha farklı durumlar söz konusu olabilir. Zira yaşanan ekonomik krizler ve ülkenin ekonomik düzeni, buralarda yaşayan insanlara konumlarını pek fazla değiştirebilme imkânı vermiyor artık. Mevsimlik işçiler, zaten gidip geliyorlar. Çoğunluğu 1980 sonrasında yaşanan göçlerle semte gelen ailelerden oluşan kesim ise, meslekî beceri ve donanımlardan yoksunlukları nedeniyle durumlarını değiştirmelerine izin verebilecek işlerde çalışamıyorlar. Ancak günlerini kurtarabiliyorlar. Vefa’da yaptığımız araştırmada çıkan sonuçlardan birisi, semte göç edip yerleşenlerin % 50’den fazlasının, göçten önceki durumlarından daha kötü durumda olduklarını beyan etmeleriydi.

Güvercintepe’de geleceğe dair beklentilerini sorduğunuz sorunun yanıtlarında geleceğe ümitle ve olumlu bakanların oranı yüksek.

Evet. Bu ümit, özellikle çocuklarıyla ilgili olarak artıyordu. Eğitim görmeleri nedeniyle çocuklarının durumlarının, kendilerininkinden daha iyi olacağına ilişkin umutlarını koruyorlar. Ancak gelecekte işlerin daha da kötüye gideceğine ilişkin düşünceye sahip olanların oranı hiç de azımsanamayacak bir düzeydeydi.

Mesela bekârların yaşadığı Vefa’yla daha çok ailelerin yaşadığı Güvercintepe’yi sosyal anlamda karşılaştırırsak…

Yukarıda da belirttiğim üzere, Vefa daha çok İstanbul’a göç edenlerin ilk gördükleri, tanıdıkları bölgelerden biriydi. Buna bağlı olarak da, geçicilik burada yerleşenler için önemli bir özellik. Ailelerin sayısının azımsanamayacak düzeyde olmasına karşın mevsimlik işçilerin ve bekâr odalarının çokluğu da bunu yansıtıyor. Güvercintepe ise, daha geç bir tarihte yerleşime açılmış olan bir bölge. Fakat netice itibariyle en azından arsa ve gecekondu alabilecek, belli bir düzeyde kira ücreti ödeyebilecek ailelerin oturduğu bir mahalle. Alt yapılar açısından şu an itibariyle çok da farklı değil aslında. Ancak arada bir fark var. Güvercintepe, yeni kurulan bir mahalle olması itibariyle yavaş yavaş alt yapı sorunlarını giderebiliyor. Vefa’da ise, eskimişliğin ve yıpranmışlığın izlerini görebiliyorsunuz. Kentsel dönüşüm projeleri bağlamında da bu konularda da iyileştirmelerin olacağını bekleyebiliriz. Ancak proje tamamlandığında çok ciddi bir demografik dönüşümün olacağı da açık.

Güvercintepe’de sosyal yapı nasıl?

Güvercintepe, 1980’lerin ikinci yarısında İstanbul’un değişik semtlerinden ve Anadolu’dan göçlerle kurulan bir semt. Tokat, Bitlis ve Adıyaman’dan gelenlerin oranı öne çıkmış. Kürt nüfusun belli bir yoğunluğu var. Örneğin o dönemde henüz kapatılmamış olan DTP’nin Küçük Çekmece ilçe teşkilatı Güverintepe’de bulunuyordu. Cemevi etrafında öbeklenen önemli bir Alevi nüfus var. Bunlara bağlı olarak Türk-Kürt, Sünni-Alevi gerilimleriyle de karşılaşabiliyorsunuz. Ancak mahalli örgütlenmeler ve hemşehri dernekleri bu gerilimlerin büyük çatışmalara dönüşmesini engelleyebilme başarısı göstermiş. Vefa’da ise tek tük de olsa geçmişi 1920’lere, 1950’lere uzanan aileler de var, semtteki geçmişi 10-20 yıl aralığına sıkışan Adıyamanlı, Diyarbakırlı aileler de.

Kargaşaya teşne bir çeşitlilik mi var?

Gelir seviyelerinde ya da toplumsal ve mezhebî kökenlerde farklılıklar olsa da, aslında çok da farklı sosyal yapılar yok. Mevsimlik işçiler ya da aileler, belli bir ekonomik uğraşla didinerek ailelerini ve kendilerini koruma, hayatta tutabilme ve geliştirme isteğindeler. Bu da, belli bir düzen içerisinde kalmalarını sağlıyor. Geçmişten getirmiş oldukları değerler de bu konuda kendilerine yardımcı oluyor. Ancak, daha önce de vurguladığım üzere, yoksulların daha da yoksullaşmasına neden olan ekonomik krizler ve hemen her alanda yaşanan küresel ve yerel dönüşümler, bu kesimleri dışsal bazı müdahalelere açık hale getirebiliyor. Bunun örneklerini de gerek Güvercintepe’de ve gerekse de Vefa’da görebilmek mümkün.

Sosyal sınıflar arasındaki geçişkenlik yavaş yavaş azalıyor mu?

Bu hareketlilik bundan 20-30 yıl evveline göre hızını epeyce kaybetmiş durumda. Belki bu durumu, sosyo-ekonomik alandaki bir oturmuşluk hali olarak da yorumlayabiliriz. Şöyle bir durum da söz konusu: Bizdeki gecekondu bölgeleri otomatik olarak yoksul bölgeleri olarak adlandırılıyor. Gecekondu bölgeleri, yoksullukla ilgili literatürdeki tanımlara çok da uyabilen örnekler değil. Mutlak yoksulluk tanımlarında günübirlik şu kadar kalori alması, şu kadar geliri olması gerekiyor deniyor. Gecekondu bölgelerinde bunlardan kat kat fazla gelire sahip insanların yaşamasıyla karşılaşabiliyoruz. Böylesi sosyo-ekonomik koşullara sahip insanların sayısı hiç de az değil. Dolayısıyla bu anlamda, yoksulla gecekonduyu özdeşleştirmek de sağlıklı bir şey değil. İnsanların kazandıklarıyla bunun dışa vurumları arasında literatürde varsayıldığı gibi bir uyum söz konusu değil. Kişi çok kazanabilir ama yoksul olarak değerlendirilen bir insan gibi yaşayabilir. Bu biraz da, kişinin yaşam tarzıyla alakalı tercihleriyle ilgili bir şey. Dolayısıyla bunların hepsini birlikte değerlendirmek gerekiyor.

YOKSUL İNSANLARIN BİR ŞEY SAHİBİ OLMA İMKÂNLARI SINIRLANIYOR

Türkiye’deki gecekondu bölgeleri de bu anlamıyla büyük bir çeşitlilik sunuyor. Müthiş bir dönüşüm içerisinde. Ama dediğim gibi bu iktisadi dönüşümlerle, uygulanan yeni politikalarla ve yaşanan krizlerle birlikte gecekondu bölgelerindeki durum bundan yirmi yıl evveline göre daha sıkıntılı bir hal almaya başladı. Çünkü artık burada yeni zenginlik üretme imkânları çok daha azalmış durumda. Örneğin, fazla göç alan şehirler olmaları itibariyle İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e göç eden insanlar bundan elli yıl önce karşılaştıkları fırsatlarla günümüzde karşılaşamayabiliyorlar. Çünkü buralarda bir doymuşluk var, buralarda çalışan insanlar var. Dolayısıyla gittikçe belli bir uzmanlık ve eğitim sahibi olma temel ihtiyaç haline geliyor. Bir uzmanlığınız, bir zanaatınız ya da yeni koşulların istediği eğitim donanımlarına sahip değilseniz sıkıntılarla karşılaşıyorsunuz. Yani yapacağınız işler nihayetinde sınırlı hale geliyor. Ve bir yerden sonra yoksul insanların, daha doğrusu hiçbir şeye sahip olmayan insanların bir şey sahibi olma imkânları sınırlanıyor.

Bu anlamda eğitime farklı bir anlam yükleniyor. Mesela sizin araştırmanızda %98 gibi bir oranda aileler çocuklarının üniversite dahil, eğitim görmelerini istiyor. Geçenlerde de Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Merkezinin kırk dört ülkenin verilerini dikkate alarak yaptığı bir araştırmada şöyle bir sonuç çıkıyor. Gençlere en şikayet ettikleri sorunu soruyorlar; %66 yoksulluk diyor. Ondan sonra sırasıyla “çevre”, “sağlık”, “cinsiyet ayrımcılığı” deniyor ve sonra da eğitim geliyor. Türkiye özeline geldiğimizde birinci sırada yoksulluk, ikinci sırada %28’le eğitim geliyor. Bir anda eğitim öne çıkmış oluyor. Eğitim sosyal bir hareketliliğin aracıyken, sanıyorum ekonomideki gibi önünün kapanması durumu söz konusu.

Eğitim konusu sınıf atlamanın temel araçlarından birisidir. Merkez-çevre ilişkileri bağlamında da, önemli bir araç, önemli bir aracı. Statüleri de belirleyebilen bir şey. Sonradan kazanılan statülerin en önemli aracısı eğitim. Bu anlamda eğitim çok önemli. Anadolu insanı da bunun farkında olarak eğitime özel bir anlam yüklüyor. Eğitim ve öğretime insanın insan olarak kendini yetiştirmesiyle alakalı olarak değer yüklenmiyor. Eğitim o anlamda iktisadi bir araç olarak da anlam kazanıyor, işlev yükleniyor, imkân sunuyor. Aileler, eğitime çocuklarına yaptıkları önemli bir yatırım olarak bakıyorlar. Üniversite kapıları önündeki yığılma biraz da bununla alakalı gibi.

Bu kanal da yavaş yavaş kapanıyor. Eğitim beklentileri niye karşılamıyor?

Bu biraz, Türkiye’nin yaratacağı istihdamla alakalı bir şey galiba. Başka bir deyişle, eğitim-öğretim ile piyasa ilişkilerini pek sağlıklı kuramamışız. Hemen her şehre bir üniversite açıyoruz, ancak –kurulan bu yeni üniversitelerin akademik kadrolarındaki eksiklikleri bir kenara bırakalım şimdilik- buralardan mezun olan genç insanların eğitim gördükleri alanlarla ilgili işler yapmalarını sağlayabilecek istihdam alanlarımız paralel bir şekilde geliştirilebilmiş değil. Dolayısıyla dinamik olmaları itibariyle genç nüfusumuzun çokluğuyla övünüyoruz, ancak bu imkânı hemen hiçbir alanda yeterince kullanamıyoruz.

Eğitim biraz da modernleştirici, Cumhuriyet ideolojisinin alındığı temel mekanizma olarak da görülmüş yıllardır. Artık bu amaç o kadar öne çıkmış ki diğer amaç sanki arka planda mı kalmış?

Eğitim denildiğinde bir modelin olması gerekiyor. Çünkü eğitim, en önemli sosyalleşme aracı olarak kabul ediliyor. Türkiye’de böyle bir birey modeli, toplum modeli yok. Bir ortaklık yok. Tersine, hemen her alanda karşımıza çıkan parçalanmışlık burada da söz konusu. Kültürel parçalanmışlık, ideolojik parçalanmışlık, siyasal parçalanmışlık. Bu da hemen herkesi ve her şeyi birbirine karşıt/rakip hale getiriyor. Eğitimin amacı nedir ya da nasıl bir insan yetiştirmeyi düşünüyorsunuz diye sorduğunuzda bunun cevabını alamıyorsunuz. Mevcut düzenlemeler içerisinde bu sorulara bazı yanıtlar verilmeye çalışılıyor. Ancak bunlar bütünüyle içleri boşaltılmış şeyler. Belki 1930’da, 1940’da, 1950’de anlamı olan şeyler. O dönemin koşulları değişmiş olabilir, o dönemin genel düşünceleri de değişmiş olabilir. Ancak yeni dönemin, yeni modernleşme anlayışının adını da koymak lazım. Yeni döneme uygun modellerin de üretilebilmesi lazım. Fakat Türkiye’de, maalesef, bahsetmiş olduğum parçalanmışlığın getirdiği sıkıntılar nedeniyle bu konularda net bir şey söylenmiyor, söylenemiyor. Dolayısıyla da, pek çok alanda olduğu gibi, bu alan da son derece müphem, kaypak ve flu bir şekilde varlığını sürdürüyor.


ÖĞRENCİLERİ OKULLAR DEĞİL TELEVİZYON EĞİTİYOR

Eğitim sistemimize baktığımız zaman, bahsettiğimiz bu problemlerden kaynaklanıyor olsa gerek, adı konmamış küresel ihtiyaçlara uygun insanlar yetiştiriliyor. Fakat bu iş, formal eğitimle de pek fazla yapılamıyor. Zira dershaneler eğitim sistemimizin en önemli ayağı haline geldi. Okullar ikinci planda kalıyor. Televizyon gibi kitle iletişim araçları öğrencinin eğitilmesinde ve sosyalleşmesinde en önemli aracı haline gelmiş durumda. Böyle olunca da öğretmenin, okulun ve daha genelde de eğitim sisteminin varlığı, işleyişi ve meşruiyeti tartışmalı bir hal alıyor.

Farkında olmamız gereken bir husus, eğitimde yaşanan problemlerin yalnızca eğitim sistemimizle alakalı olmadığıdır. Eğitim sisteminin düzenli işleyebilmesi için ideal birey tanımından siyasal yapımıza, kültürel düşüncelerimize, ekonomik ve sosyal süreçlerimize varıncaya kadar topyekûn sistemle alakalı yeni düzenlemelerin, yeni mutabakatların yapılması gerekiyor.

Sizin yaptığınız araştırmada gördüğüm kadarıyla Güvercintepe’de insanların modern eğitim kurumlarına katılımı çok düşük.

Güvercintepe’nin okullaşmasının tarihi çok yeni zaten.

Hatta okur yazar oranı, %55 civarında. İlkokul mezunları, okur yazar olmayanlar var. Üniversite mezunu oranı %1.7. Şimdi diğer taraftan bu insanların hayat görüşlerine baktığımızda modern kabuller olarak değerlendirilen noktalarda ezber bozan sonuçlara ulaşmışsınız. Mesela evde kimin daha çok sözü geçmeli şeklindeki bir sorunuza %50 ye yakın bir oranda kadın erkek eşitliğinden bahsediyorlar.

Televizyon ve informal eğitim süreçleri etkili olmuş sanırım.

Kız çocuk mu istersiniz erkek mi, sorusuna fark etmez diyenlerin oranı çok yüksek. Modern kabuller diyeceğimiz yargılar kanıksanmış durumda. Eğitim kanalı olarak televizyonun etkisiyle mi şekilleniyor görüşler?

Televizyon, cemaatler… Türkiye’de mesela dini cemaatlerin bu anlamda önemli etkileri var. Farklı ideolojik faaliyetlerin önemli etkileri var. Bu yapılanmalar sistemin şüpheyle yaklaştığı yapılanmalar. Fakat insanların kültürel ve düşünsel gelişimlerinde hayli önemli işlevlere sahipler.

Yani bu kanallar insanları bir anlamda modern dünyaya adapte etmiş mi oluyor?

Bir yönüyle öyle elbette. Yapılan bazı çalışmalarda, işin bu boyutuna ilişkin dikkate değer tespitler var. Gecekondu bölgelerindeki iç dinamikleri gözden ırak tutmamak lazım. 1980’lere kadar sosyal bilimlerimizde hakim olan modernleşmeci paradigma maalesef gecekondu bölgelerinde neler olup bittiğine, burada yaşayan insanların kendi aralarında ne tür ilişkiler geliştirdiklerine, patronaj ilişkilerine vs. pek fazla bakılmadı. 80 sonrasındaki çalışmalarda, işin bu boyutuyla ilgilenilmeye başlandı ve ilgi çekici sonuçlar çıkıyor. Bu tür çalışmaların en tipik örneklerinden birisi, konu ile ilgili literatüre ‘nöbetleşe yoksulluk’ kavramını kazandırdı.

Gecekondu bölgelerindeki yaşantıya daha yakından ve içeriden bakıldığında, dışarıdan değerlendirildiği gibi, homojen ve yekpare bir yapı olmadığı, kendi içerisinde pek çok farklılığı barındırdığı ve buralarda yaşayan insanların bir şekilde dünyayı da takip ettiklerini, dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelerden şu ya da bu kanalla, şu ya da bu biçimde bir şekilde etkilendiklerini görmek kolaylıkla mümkün.

Teknolojiye ulaşımın oranının yüksek olması da etkiliyor?

Mukakkak.

Mesela medyada bir söylem vardır; aile saadetinin önündeki birinci engel yoksulluk denir. Boşanma oranlarındaki artış da işsizliğe bağlanır hep. Ama Güvercintepe’de boşanma oranı %0.3 çıkmış. Bu da ezber bozuyor.

Biraz öyle olmuş galiba. Türkiye’de mesela gazetelerde evlenme sayısı düşüyor, boşanma sayısı artıyor şeklinde haberler sıklıkla yayınlanıyor. İstatistikler veriliyor. Bu istatistiklerin öznesi olan çiftlerin hangi gelir seviyesinde olduklarına bakmak lazım. Gelir seviyesi yüksek olan kişiler, boşanmaya daha rahat karar verebiliyorlar. Burada modern hayatın etkilerini de aramak lazım. Literatürde yer alan bazı çalışmalarda, evlilik yapmanın yoksullukla mücadele stratejilerinin bir parçası olarak görüldüğü de ifade ediliyor.

Yoksullar bir dayanışma çeşidi olarak aile olmayı mı istiyor?

Evet. Evlilikle birlikte kurulan ilişkiler, hısımlık, akrabalık da bir tür dayanışma, yoksullukla mücadelede başvurulan mücadele biçimlerinden birisi. Dolayısıyla böyle bir yaklaşımın olduğu yerde boşanmaya mesafeli duruş, soğuk bakmak, daha ön planda olan bir şey. Ayrıca kadına, aileye ilişkin kültürel bakış açıları da bu bölgelerde boşanma konusuna mesafeli durmayı getiriyor gibi.

Çizdiğiniz tabloda hem sosyal bilimler literatüründen farklı bir yoksulluk olgusu hem de batıda oluşandan farklı bir yoksulluk olgusu ile karşı karşıyayız. Burada asıl öne çıkan etken, Türkiye’deki yoksul bölgelerdeki sosyal dinamiklerin farklılığı. Henüz üzerine çok çalışılmayan farklı bir sosyal dinamik var. Şimdi bu insanlar, sizin araştırmanızda çıkan sonuç itibariyle modern dünyanın lüksünden de çok faydalanan insanlar değiller. Mesela kanalizasyon sistemi, doğalgaz sistemi…

Altyapı da yeterli değil.

Hiç yeterli değil. Ama modern dünya ile de karşı karşıyalar, yani gördükleri bir modern dünya var. Bunun çelişkisiyle baş ederken, orada etkin olan sosyal dinamiklerin etkisi nedir?

Gecekondu bölgelerinin oluşum sürecindeki hedefler, amaçlar bu gerilimleri yumuşatıyor. Özellikle 1950 sonrasındaki göçlerde gerek bu hedefler ve bu hedeflere ulaşabilme kolaylığı –istihdam alanlarının genişliği nedeniyle- toplumsal herhangi bir çatışma doğurmadı. Tabii bunda en önemli işlevi, enformel ilişki ağları gördü. Geçmişten tevarüs edilen değerler, akrabalık-hısımlık ilişkileri göçmenlerin gerek barınma ve gerekse de iş bulma ihtiyaçlarının kolaylıkla giderilmesini sağladı. Onlara, şehirde tutunmaları noktasında önemli avantajlar ve zaman kazandırdı. Ama bundan sonraki sürecin farklı gelişeceği kanaatindeyim.

Neden?

Çünkü 50 yıl önce köyden kente göç eden insanların karşılaştıkları tablo, yeni göçmenler için pek geçerli değil. Belli bir beceri ve donanımdan yoksun olan göçmenlerin istihdam edilecek alanlar son derece sınırlı hale geldi. İkincisi, göçmenlerin şehirde tutunmalarına imkan sağlayacak enformel ilişki ağlarında değişimler yaşanıyor. Daha önce göç edenlerin, yeni göçmenleri kucaklayabilecek, sıkıntılarını azaltabilecek ve göçmeni herhangi bir işe yerleştirebilecek imkânları önemli ölçüde azalmış durumda. Üçüncüsü, Türkiye’nin değişen iktisadi, sosyal ve kültürel yapısı ayrı tarzda bir birey ve toplum fikrini bireylere yerleştiriyor. Bilinçli bir şekilde olmuyor belki bu dönüşüm, ancak artık insanlar kendi yakını da olsa bir başkasının sorunlarına daha mesafeli ve ilgisiz yaklaşabiliyorlar. Bütün bunlar toplandığında da, artık devredilemeyen yoksulluklarla karşılaşma ihtimalimiz artıyor. Dönem dönem yaşadığımız ekonomik krizler de, bu türden yoksullarımızın sayısını yavaş yavaş artırıyor. O nedenle, ilerleyen süreçte gecekondu bölgelerinde yaşayan insanlar ya da yoksul kesimler, sözünü ettiğiniz gerilimlerle geçmişteki kadar kolay baş edememe riskini taşıyorlar.

Sorunlar daha da derinleşiyor.

Çözülemeyince sorunlar daha da derinleşiyor elbette. 1950’lerden beri gözlemlenen tablo şu şekilde: Merkezî iktidar –çeşitli mülahazalarla- köyden kente göçü teşvik etti, ancak göç eden ve sayıları hızla artan bu nüfusun ne istihdam, ne barınma ve ne de diğer sorunlarının çözümü noktasında yeterli bir çerçeve geliştiremedi. Dolayısıyla eğer söz konusu hızlı dönüşüm süreçlerinde Türkiye, eğer ciddi bir toplumsal çatışma yaşamamasının en önemli nedeni (Türkiye’de yaşanan sıkıntıların ve çatışmaların nerelerden kaynaklandığı hepimizin malumu), kökeninde büyük ölçüde modernleşmeci merkezî iktidarın yok etmek istediği değerlerin bulunduğu enformal ilişkilerin varlığıdır. Günümüzde bir taraftan bu değerlerin aşınması, öte yandan bize özgü bir tür vahşi kapitalizm ortamı, iktisadî anlamda sıkıntılar, yetersizlikler, istihdam problemleri vs. yaşanıyor. Fakat iktisadî politikalar tutabilir ve üretilen zenginlik aşağıya doğru toplumun daha alt katmanlarına yayılabilme ihtimali de her zaman gerçekleşmesi mümkün bir olasılık. Bütün bunların sonucunda belki, tüm bu gerilimler kendiliğinden ortaya yeni değerler, yeni dayanışma alanları çıkaracak. Aslında sosyal bilimlerin Türkiye’de üzerinde durması gereken en önemli problem de bence bu. Türkiye’nin gelecekte nasıl bir seyir takip edeceği, iktisadî ve sosyal gelişiminin hangi noktalara ulaşabileceği, ne türden yeni oluşumlar ortaya çıkarabileceği vs. üzerine çalışmalar yapmak çok önemli tartışma noktaları çıkarabilir.

Yücel Bulut kimdir?

İÜEF Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra, aynı bölümün, 1993’te “Türk Dostları: Pierre Loti ve Claude Farrere” başlıklı çalışmasıyla yüksek lisans ve 2000’de “1945 Sonrasında Oryantalizme Yöneltilmiş Eleştirilerin Değerlendirilmesi” başlıklı teziyle Doktora programını başarıyla tamamladı. 1994’ten beri İÜEF Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir. Bulut’un Oryantalizmin Kısa Tarihi (2. baskı, İstanbul: Küre Yayınları, 2004) ve Kent Yoksulluğu ve Gecekondu (Nail Yılmaz’la birlikte, İstanbul: Beta Yay., 2009) adlı kitapları ve Türkiye’nin modernleşme serüvenine dair yayınlanmış pek çok makalesi bulunuyor.

(Röportaj: Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !